21 Kasım 2017 Salı

Bilinç'Ötemden Yansımalar-36

kalan son kurşununu kullanmak yerine tabancasını elinden bıraktı. kurtulabilirdi belki, evet o son kurşunla bir süre daha zaman kazanıp, kurtulmak için bir yol bulabilirdi. şanslı bir atış, hedefi ortasından vurup, tüm önündeki engelleri şaşırtıp kısa bir süre için, tüm gücüyle koşabilirdi aralarından. sonra yeni bir hayat, zorluklardan uzakta... etrafını saran gölgelere baktı bir süre, sonra terli avucunda sımsıkı tuttuğu tabancaya. son kurlunu kalmıştı, biliyordu, kendine saklamak geçti aklından. yıllardır kaybediyordu, yıllardır bir çatışmanın içindeydi sanki. sürekli birileriyle savaştığını düşünürken aslında kendi elleriydi durmadan boğazına sarılan. bataklığın içine düştüğüne aldırmadan ayağa kalkmaya çalıştı. her çırpınışı biraz daha derine çekerken onu yetmezmiş gibi ellerinin ihanetine uğradı. aynı ellerin arasında tuttuğu tabancası ve son kurşunuyla ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. gölgeler her zamankinden daha yakındı. fısıltılar bağrışmalara evrilirken seslerin yüksekliğinden daha çok nefret etmeye başladı. tek bir şansı kalkmıştı, son bir şansı. tüm dikkatini, tüm hayatı boyunca kazandığı becerileriyle odaklanıp nişan aldı. kendini bile şaşırtabilirdi, daha önce yapmıştı, biliyordu, kendisinin bile şaşırdığı durumlarda başkalarını hayran bırakırdı. soluğunu tutup içinde, zamanı durdurdu. gölgelerin tuhaf şekilleri, seslerin yankıları havada asılı kalmıştı. bir kelebek kırmızı benekli kanatlarını aşağı doğru bastırıp yükseliyor ardından sabit kalıyor sonra bir daha, derinlerden yukarıya çıkmaya çalışan dalgıç gibi, karanlık suların arasından, açık mavi renge doğru ittiriyordu kendini. sağ şakağında biriken ter damla halinde yanağına doğru inmeye başladı. yavaşça yutkunduğunda adem elması önce yukarı sonra aşağı hareket etti. o an tabancanın namlusunu çenesinin altına dayamayı ve tetiğe basmayı düşündü. ne çok düşünce uçuşup duruyordu kafasının içinde, milyonlarca kırmızı benekli kanatlarıyla kelebek... boğazına kadar ıslandığını hissetti battığı bataklığın içinde. elini ne kaldırabiliyor ne de indirebiliyordu. nasıl düşmüştü bu kadar derine, nasıl farkına bile varmamıştı. ama son bir şansı daha vardı işte. o yaşamaktan haz almadığı her zaman kavga ettiği hayat ona namlusuna sürdüğü bir şans daha tanımıştı kaybederken.

bir aydınlanmamıydı bu? sahip olduğu acıların hiçbiri canını yakmıyordu artık çünkü bir önemi yoktu. tuttuğu nefesini yavaşca dışarı bırakıp gizlendiği yerde doğruldu. avucunda tuttuğu tabancayı aşağı indirdi önce, sonra araladı parmaklarını. metal, betona çarpınca tok bir ses çıkardı. bu oyunu artık oynamak istemiyorum dye fısıldadı, etrafını saran seslerine yankısı arasında. artık yeter! yeni bir şans, bir çıkış yolu, soğuk rüzgarların kesilmesi, yağmurun dinmesi, güneşin açması, sevgilinin bir sabah koynumda uyanacak olması, alacaklı bankaların yalnızca doğum günümü hatırladıklarında mesaj atmaları, borcumu hatırlatmak için değil, hiç birinin önemi yoktu artık. iki kolunu aşağı sarkıtıp doğruldu. önce gri paltosunu sıyırdı omuzlarından, sonra bakışlarını açık mavi sulara doğru çevirdi. gölgeler yaklaşıyordu. artık yalnızca karşısından değil sağından solundan arkasından heryerinden geliyordu fısıltılar, sesler. bunca zaman neden kaçmıştı ki sonunda yakalanacağını bile bile... neden yormuştu kendini bu kadar? yanağına süzülen ter damlasının ardından bir damla yaş süzüldü. dudaklarının kenarına gelinceye dek... ne tuhaf diye düşündü, ikisi de ne kadar tuzlu ve acı... yorulmadan, üzülmeden istediğin hiç bir şeyi vermiyor hayat, bazen yorulsan da üzülsen de vermiyor, bir damla ter ve gözyaşından başka...

bir adım attı gölgelerin arasına, ardından bir adım daha, sonra, dizlerinin titrediğini hissetti. zayıf bedenini taşıyamıyordu daha fazla, önce hangi dizinin yere çarptığını anlayamadı, belki ikisi de aynı anda yerdeydi. dizlerinin yere çarpamasıyla titreyen bedenini hissetti, nefes almaya çalıştı. bazı refleks haline gelen eylemler sen kendini teslim etsen de görevinden vazgecmiyor işte.  eldivenli parmaklar sağ bileğinden tutup beline doğru çekti. aynı anda öne doğru ittirilmesine karşı koymadı bile. burnu yere çarpmasın diye yine refleksle başını yan çevirince yüzü ıslak çimenlere dayandı. başka bir eldivenli parmaklar sol bileğini tutup diğerinin üzerine doğru çekti. kıskıvrak yakalandı bilekleri birbirine ayrılmayacakmış gibi bağlanırken. hala nefes alıyordu. sırtının ortasında tüm ağırlığıyla bir diz zorlasa da ciğerlerini. kulaklarındaki melodiye mırıldanarak eşilk etmeye çalıştı belli belirsiz seslerle, halelujah...

gölgeler etrafında yer değiştirip dururken sesler anlamsızlığını koruyordu. suyun altındaymış gibi sadece yankıları geliyordu kulağına. bir karmaşa, bir kakafoni, uğultusu rüzgarın, sağlıksız bir telefon görüşmesi, bölük pörçük duyulan kelime parçalarına anlam yükleme çabası... burnunun ucundaki ıslak çimenlerin kokusunu içine çekti bir süre. gözlerini açabildiğinde son kurşunu hala namlusunda olan tabancasıyla göz göze geldi. o son şansı değerlendirmiş olsaydım diye düşündü, teslim olmak yerine... bu güne kadar teslim olmayarak kime neyi ispatladım ki? diye başka bir düşünce şimşek gibi çakarak yaktı diğer tüm düşünceleri. yeniden gözlerini kapatırken ıslak çimen kokusunu içinde tutmak ister gibi derin bir nefes daha aldı. iki çift el tutup kollarından, bir çuvalı havaya kaldırır gibi kaldırdı yerden. başı önünde, kolları arkasıdnan bağlı, bacakları çoktan vazgeçmiş taşımaktan, artık bir kuklanın kullanılmasa da bedeninden sarkan parçaları gibi, tek yaptıkları taşınırken sürüklenmek toprağa...

bir arabanın kapısının açılma sesi, ardından başının üzerinde bir el bastırıp daha aşağı çarpmasın diye arabanın içine atılırken, yüzün ucuz kumaşına sürtünmesi ardından koltuğun. kapının sertçe kapanma sesi. arabanın kaportasına çarpan yağmur damlalarının sesi sardı heryeri, ısrarla bedenime ulaşmaya çalışıyorlar gibi, öyle inatçı öyle acımasız... içime çektiğim çimen kokusunu daha fazla tutamıyorum artık yerine ıslattığım koltuğun ucuz kumaşının kokusu alacak. aklım hala o son kurşunda, çenemin altına dayasaydın diyorum namlunun ucunu... parmağımın baskısıyla bitirebilirdim her şeyi... derken arabanın sol ön kapısı, ardından sağ ön kapısı açılıp kapanıyor. gölgeler içinde iki adam biniyor. konuşmuyorlar, fısıldamıyorlar bile, motorun çalışma sesi, ardından lastiklerin ıslak toprağa sürtünmesi. çimenlerin kokusu ezilmiştir şimdi, öfkeli homurtuları arasında bir arabanın...

nereye gidiyorum? nereden geldim buraya? ne çok kaçtım... yakalandım mı yoksa teslim mi oldum? ikisi arasındaki yedi farkı kim söyleyebilir? omuzlarım ağrıyor ellerimin arkamda bağlı olmasından. arka koltuğa bırakıldığım gibiyim hala, sarsıntısında bir arabanın ileri geri hareket ediyorum o kadar. konuşmuyorlar, sorumuyorlar bile neden burada olduğumu, neden teslim olduğumu, neden kaçtığımı. iş disiplinlerini takdir ediyorum içimden. görevlerini yapıyorlar, ne eksik ne fazla. yakalanmam emredilmiş olmalı, anlaşılmam değil. anlaşılma kaygımın böyle saçma bir anda aklımı meşgul etmesi canımı sıkıyor, omuzlarımın ağrımasını bile unutturacak kadar. asfalta çıktığımızı gürültü azalınca anlıyorum. şimdi yalnızca bir mırıltı var arabanın içinde, motor sesi, ıslak lastıkların kıvrımları arasına girip savrulan suyun sesi... gözlerimi açıyorum karanlık, kapıyorum karanlık, yoksa açmıyor muyum? öyle karanlık...

kızıyorum kendime. yine kaybettim işte, yine olmadı, yine şans tanınmadı, sabah olmadı, gece bitmedi, o gelmedi, ben gitmedim, doksan artı da gol yemeseydik, maç iptal olurdu yine kaybederdik! neden kaybediyoruz her zaman? sana o son şansı vermedik mi diyor ilahi bir ses, yağmurun kaportaya çarpan o gürültüsünü bastırırcasına... verdin... ama o son şansın bir halta yarayacağına olan inancımı ne yaptın? senin sınavında buydu diyor ak sakallı bir ihtiyar ve kaldın! kalmasaydım da nasıl olsa başka bir sınavda daha kazık sormayacakmıydınız? ne sınavınız bitti ne derdiniz! sana farz olanları yapmak yerine isyan etmeyi seçtin, şükretmek yerine küfretmeyi, şimdi merhamet mi bekliyorsun? dedi başının üzerinde ağaç dallarından taç takan orta yaşlı bir adam. yoruldum diyorum, sadece yoruldum... bu sınanmalardan, yanlış yapmalardan, çok istemekten, bir şey yapmamaktan yoruldum... yavaşlıyor araba. beyaz önlükleriyle iki iri yarı adam gelip koltuk altlarımdan tutup çıkarıyorlar arabadan dışarı. bacaklarım hala kontrolüm dışında ipleri kesilmiş bir kukla gibi sürükleniyorum büyük beyaz binanın siyah kapısının arasından yansıyan ışığa doğru. beni yola getiriyorlar diye düşünüyorum. birazdan farkına varacağım tüm varoluş nedenlerimin. merdivenlerden çıkarılıyorum, beni taşıyanlar şu an küfür ediyorlar mıdır ıslandıkları için? ıslak ve yağlı saçlarım kafa derimi kaşındırıyor, ellerim hala arkamda bağlı. etkisiz hale getirilmiş bedenim, ya aklımı neden bağlamadınız? on metrede bir tavanda asılı sarı ışıklı lambaların altından geçerken amonyak kokusu yerini alıyor ucuz araba koltuğun ıslak kokusunun yerini. eldivensiz bir el bileklerimden tutup bağı kesiyor, boş bir çuvalı bırakır gibi bırakıyor bedenimi yıkanmaktan rengi bozulmuş beyaz çarşaflarla kaplı sert bir yatağın üzerine. demir bir kapı kapanıyor üzerime, aralık gözlerimin arasına sızan ışık odadaki kapının üzerindeki pencereden geliyor. uzaklardan bir demir kapı daha kapanıyor, kilit sesinden anlıyorum. içime kapatıyorlar beni.

geride bıraktıklarım aklıma üşüşüyor. annem, babam, kardeşim, sevgilim... benden haber alamayacaklar yarın, nasıl da endişelenecekler. neredeyim? ne yapıyorum? üzülücekler mi? al işte! yaptığım onca yanlışın üzerine bir de bunları ekleyince son kurşunu neden kendime saklamadım diye kızıyorum. omuzlarım uyuşmuş, gerilmekten. dizlerimi karnıma doğru toplayıp büzüşüyorum. üşüyorum...  odanın diğer duvarında tavana yakın küçük penceresinden dışarı bakıyorum. nasıl karanlık, yağmur damlaları çarpıyor aralıksız. kaçarken aklımda ne vardı? nasıl hesaplayamadım bu kaybı? ne çok hata yaptım? şimdi köşesinde bir hücrenin kendimden başka kimsem yok sığınmak için. kendim? kaybedeli öyle çok zaman oldu ki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder