30 Nisan 2014 Çarşamba

Aşk'ın şiir olmaz!

askın şiiri olmaz.
yazılıyorsa eğer yazıda kalır o...
aşkın kafiyesi olmaz,
ne ölçüsü vardır hayatın içinde,
ne bağlı olduğu kuralları...
cahilliğime ver
sevdiğimden beri ayrı yazamıyorum,
soru eklerini...

aşkın şiiri olmaz.
renkli gökkuşağıdır o.
renginden utanır bakamaz insan.
ve en son öptüğü kadının dizleri dibinde bulur ansızın kendini...

askın şiiri olmaz.
yalandır o!
anlam yükleyebildiğin kadar kelimelere, anlaşılırsın.
anlayamadıkların kadar altında kalırsın
kuramadığın kafiyelerin...

aşkın şiiri olmaz.
bir kadının suya değiyordur ayakları öglenden sonra,
aşkını ertesine güne kadar taşıyamıyorsan,
şiir olur o,
okuduktan sonra geçer
ve aç karnına alınmaması doktor tavsiyesidir.

aşkın şiiri olmaz.
yazılıyorsa eğer o sevgiliye ağıttır.
ne giden ne kalan,
seni tanıdığımdan beri aklımın içinde durmadan
bir şeyleri kırıp döken...
ne fazlası var üstu kalsın diyebileceğim
ne azı...
delinmiş ayakkabımı aylardır giyip,
boynumdaki kravat sayesinde adam sayılıyorumz
bir gün düşmeye göreyim
ayaklarımın tabanı açılırsa gün yüzüne,
ne kravatın asaleti kalır boynumda,
ne de öptüğüm kadınların adı,
yazdığım mısralar arasında...

aşkın şiiri olmaz.
olan biten sıradan bir makaleden ibarettir.
biz buna abartıp aşk siiri diyoruz.
abartamadığımız kadar kafiye uydurup,
bir gün biri bestelerse diye
uyaklamaya çalışıyoruz...

aşkın siiri olmaz.
olan biten sen ve benden ibaret.
ne seni çıkartınca benden bir anlamı kalıyor,
ne seni aklımdan çıkarınca,
bir aşk şiiri oluyor...
geriye kalan küstah bir yazarın,
laf kalabalığı...
şehvetinden gecelerin hesabını tutan kör bir meyhaneci gibiyim.
ne içtiğimi biliyorum,
ne dokunduğumu.
ne seninle yatabiliyorum,
ne de sensiz.
beynimdeki sesleri susturabilmek için kafama sıktıgım kurşunlar.
bir süredir başka yabancıların kafısiyesiyle uyanıyorum her yeni güne.
anladım ki,
senden sonra hayatımın sonuna kadar,
bir başkasıyla olma düşüncesi,
tek başıma yalnız kalmaktan daha zor...

aşkımın şiiri diyor kim yazıyorsa buna...
hangi aşkın şiiri olur?
yazılabiliyorsa şiirdir o!
aşk yazılamayan!
aşk baskasının yazdıklarında okuduğun,
o hiç senin olmayacakmış gibi duran...

gelmezsen diye!

gel hadi!
kırıldığım yerde sarılamıyor yaralarım.
kırıldığım yer, yokluğunun canımı yaktığı.
geldiğin yer, bir cennetin varlığının son ispatı,
gel hadi!
gittiğin gibi ansızın,
soru sormadan ve cevaplanmayı beklemeden
ve ben ayılmadan yeni bir güne...
başka bir aşkın kıvrımlarına dokunmadan,
yaşadığım bu tuhaf bitkisel hayattan çıkmadan,
gel hadi!
yollarını ezberlediğim şehrin,
gelirsin diye çektiğim resimlerim,
sen gittiğinden beri dinlediğim,
her şarkıyı ezberledim ben.
gelirsen diye,
sakladım gördüğümü,
unuttuklarım için bağışla beni.
ben hala sensiz bir günün değerini
tam olarak kavrayamayanlardanım.
gülümseyemiyorsam affet beni,
ben hala sensiz bu dünyanın
büyüklüğüne inanmayanlardanım...

gel hadi!
yazarken verdiğim 'es'ler,
bu soluk alma çabası,
iç çekişlerim,
bu bir türlü gelmeyişlerin,
bu yokluğuna yazarken tükenişlerim.
seni düşünüp, kendime dokunup,
tanrıyı aldatma teşebüslerim...
gelmiyorsun ya,
akşam olmuyor, olsa da gece bitmiyor.
bitse de sabahın ilk ışıkları öyle aydınlık ki,
açılmıyor gözlerim...
gözlerimin açılması işime gelmiyor...
ağlamıyorum artık.
gittiğinden beri her yeni güne bir başka yalnız uyanıyor,
ama yaşamıyorum artık.
karnımdaki ağrılar geçtiğinden beri hissetmiyorum.
seni son gördüğümden beri kimseye bakmıyorum.
sanki yalanmışız gibi,
bu tiyatro oyunundaki son sahnede
hançeri sırtına saplanan benim,
saplayan ben!
bu inkar ettiğim dünyamın sorumlusu tutulup,
bilirkişilere suikastler düzenleyen ben!
ben ki, sahip olduğum hayatı,
sana yakın bir yörüngede tutmaya çalışan,
kuşatma altındaki bir kalenin son savaşçısı...
içime çektiğim nefesin tek nedeni sensin.
bırak,
son nefesimi vermek için,
başka bir yükümlülük yoksa eğer,
dokunsun,
sadece senin ellerin...

27 Nisan 2014 Pazar

internet aşkı...

şehirlerarası iki sevgiliydik biz.
ses ve yazıdan ibaret aşkın bir türlü eşitlenemeyen paydaları.
ne seninle tam olabiliyordum,
ne seni aklımdan çıkarınca adam...
çaresizlikleri biriktirip 30 gün sonra kitap alamıyordum belki,
ama içimdeki sana yetiştiremedigim çiceklerin kokusuyla sarhoşum.
ayılmamak için alkole bastırıyordum beynimi,
uyanmamak için rüyalara...

sehirlerarası iki sevgiliydik biz,
ne bir otobüs camının buğusuna yazıldı kalbimiz,
ne bir havaalanı bekleme salonunda,
yanımızda hızla geçip giden,
iki sevgilinin el ele tutulmasına benzetildi,
aramızdaki onca mesafaye rağmen,
karşımdaki ekrana ben diye dokunan eline,
sarılıp ağlayışım....

şehirlerarası iki sevgiliydik biz,
hiç bir tarifede geçmiyordu buluşma saatlerimiz.
ve hiç bir mazereti yoktu tanrının,
bizim için çizdiği yolların kesişmemesinin...

sehirlerarası iki sevgiliydik biz,
bir türlü yerine ulaştırılamayan mesajları düşünüp kurgulayan,
kendi kurduğu komplo teorilerinin altında kalıp,
yine tek çareyi sevgilisini hayal etmekte bulan,
iki çaresiz,
iki yalnız,
iki yorgun sevgilliydik biz...
kavuşamıyor olmaya hala,
şehirlerarası yolcu taşıyan otobüslerin,
ücret tarfilerinin neden olduğunu sanan...

sehirlerarası iki sevgili,
soğuk bir kış gecesi,
soluk monitörün ışığına bakıp ısınmaya çalışan.
birlikte olamayacak kadar güçsüz,
ayrı yaşayamayacak kadar,
aklı başında olmayan...

durursam, düşerim!

dayandığım bütün temeller sallanıyor artık.
geçtiğim yolların toplamı kadar yorgunluğum.
bir an dursam,
dizlerim taşımaz bu ağırlığı...
bir an dursam,
yeniden yazılamıyor sevgi sözcükleri.
süresi kısaldıkça hayatımın,
acısı artıyor,
bir türlü erteleyemediğim yalnızlıkların...
bu kadar seninle ve bu kadar uzak sana,
belki de gelmeyeceğin için,
bu kadar bağımlın...

25 Nisan 2014 Cuma

Hrant'a...

toplayıp çıkarmadan, sıfatlarla süslemeden ya da çamur atmadan ya da bir sıfat takmadan insanları, sadece insan olarak kabul etmek, neden bu kadar zor geliyor?
tarih boyunca milyarlarca insan, sırf dini, dili, kökenleri farklı diye öldürülmüş, milyarlarcası öldürmüş...
değer miydi bu kadar acıya?
neyi değiştiriyor? senin kürt, benim alevi ya da onun hristiyan olması? ya da başka milletlerin, başka inançlarına ait olmamız...
neyin pazarlığı bu, neyin anlaşmazlığı? kimin derdi var başkasının kanıyla?
can almak neden bu kadar kolay?
ya can vermek...
hangi düşünce, hangi ırk, hangi din, hangi dil bir cinayeti haklı gösterebilir, kendi adına işlenen?
ve işte insan diyoruz ya, hangi insan, bir başka insanın canını alacak kadar kaybeder insanlığını?
aldın işte ne oldu!
gönderdin onu, sen burada kaldın... şimdi temsilcisi oldukların ne kazandı?
tuhaf bir zamanda yaşıyorus artık.
her cinayette iki insan eksiliyor dünyadan. biri ölürken, diğeri öldürürken...
umarım şimdi inandığın ve istediğin en güzel yerdesindir Hrant Dink...

Allah rahmet eylesin ve sevenlerine sabır versin...

24 ocak 2007
00:35

benim küçük sevgilim...

benim küçük sevgilim,
senin resimlerinle doldurduğum bu evin her odasında kokun var.
ayak seslerin geliyor mutfaktan,
ellerinin arasından kayıp yere düşüyor porselen bir tabak.
hıçkırıkların içimden geliyor,
sanki yoksun gibi...

benim küçük sevgilim,
elinden tutup yürüdüğüm her kaldırım,
her yol,
yalın ayak bastığımız çimenler,
her akşam gittiğimiz o parkın içinde,
her akşam önümüzü kesen yavru köpekler...
durup dakikalarca onlarla oynaman,
durup dakikalarca sana bakmam...
bazen ürküp geri çeksende kendini,
onlara dokunmaktan vazgeçmemen...
ne zaman sana yavru bir köpek alalım dediysem,
sorumsuzluğumu öne sürüp
ertelerdin bahanelerinle.
şimdi ne sorumsuzluğum var ne bahanem,
boş odalarında evimin küçük pati sesleri geziniyor.
ama peşinde gezip duran başka ayak sesi yok!
belki bir gün,
gelirsin diye...

benim küçük sevgilim,
biriktirdiklerimi ciltletip saklıyorum artık.
her olmadığın gün için,
birlikte yapamadıklarımızı topluyor,
sonra gece yarısı hepsini bir bir seninle hayal edip,
aklımdan çıkarıp,
sana uyuyorum...
senden önce neredeydim?
şimdi neresindeyim kendi hayatımın?
aradaki koskoca bir doluluk...
yokluğuna ermeyen aklımın hayali delilik!
mantıklı bir sensizlikten yorgun,
sıradan günleri yaşıyor olmak,
hala anayasaya ve diger kanunlara göre suç teşkil etmiyor...

benim küçük sevgilim,
tüm yaptıklarımdan sonra gelmiştin sen bana.
biraz daha geç,
biraz erken.
renkli saç tokaların,
parfümünün kokusu hala duvarlarımda,
rujunun tadı dudaklarımda...
saçlarının teninde dalgalanmasının ilahi yanlarını sıralarken sana,
beni susturmanı özledim...
şimdi ne ilahi bir yanı var bu boş odaların,
ne avazım çıktığı kadar bağırırken,
susturacak küçük bir kız...
gittiğinden beri isyankar bir kulu oldum tanrımın,
varlığında ettiğim şükürlerin hesabını sorar gibiyim...
sanki ben isyan ettikçe,
biraz daha kendi içime kapanıyor,
ardına umutlarımı sakladığım kapılarım...

benim küçük sevgilim,
sanki bir hayal gibi,
dokunduğun her eşya aynı yerlerinde.
aynı günlere uyanıyor
aynı gecelerinde sızıyorum odanın bir köşesinde.
defalarca kırdım seni,
defalarca ağlattım...
öyle çok korkuyordumki bırakıp gitmenden,
kendi korkularımın altında kaldım...
ve ölesiye kıskandım seni kendimden,
sana her dokunuşumda, her öpüşümde,
sana her 'sensin' dediğimde istediğim...
sanki hayal gibi...
kırılır ağlar,
dayanamaz,
bırakamazdın beni tek başıma,
tüm çirkinliğime rağmen,
tum hayvanlığıma ve utanmazlığıma rağmen gitmezdin...
ve ben en çok,
senin beni bırakıp gitmediğin zamanlarda,
kendimi adam sanıp,
bir tek senin kollarında ağlardım...
şimdi,
ne bir damla yaş var gözlerimde,
ne
sokağa çıkıp hayata karışabiliyorum,
bir adam gibi...

benim küçük sevgilim,
telesekreterime bıraktığın son mesajları dinliyorum günlerdir...
gecikecekmişsin, arkadaşının yanına uğrayıp...
dolapta biraz yemek ve makarna.
yemek için seni beklemiyeymişim...
çiçeklere su vermeliymişim.
ve öpüyormuşsun beni,
özlediğini söyleyip...
mesajları yeniden dinlemek icin 1'e basın,
silmek icin 2'ye...
gittiğinden beri 2'ye dokunamadı parmaklarım...
ve ben hala her akşam
seni beklemeden yemeğimi yiyip,
su veriyorum çiçeklerine...

benim küçük sevgilim,
gecenin bir yarısı uyanıp sarılmanı özledim.
başını göğsüme yaslayıp kalp atışlarımı dinler,
sıkı sıkı ellerimden tutardın...
hiç anlatmazdın kabuslarını,
korkacağımdan korkup,
yalnızca yanında olmamı isterdin,
kapatıp dudaklarımı...

benim küçük sevgilim,
gecenin bir yarısı arayıp adını sordular.
tanıyıp tanımadıgımı ve senin neyin olduğumu...
telefonunda en son arananlar listesinde ilk sırada ben varmışım...
soğuk bir erkek sesi,
biraz kaba, biraz duygusuz, biraz yorgun...
neyindim ben senin?
sen benim küçük sevgilimdin ya ben?
cevap vermek için zorladım kendimi.
seni sordum,
telefondaki ses ısrarla yakının olup olmadığımı sordu,
o an öyle uzaktımki sana...
arkadaşıyım, dostuyum, sevgilisiyim, herşeyiyim!
hala sesim çıkmıyordu.
telefondaki ses anlamış olmalı.
bir hastanenin acil servisine gelmemi istedi...
soğuk, yanlış,karanlık,
her ne varsa hatalara dair!
bunun bir anlamı olması gerekmiyordu,
gecenin bir yarısı acil servise yapılan çağrıların...
ben yokken gelirsin diye bir not yazıp dolabın kapısına astım.
umut işte...
bir türlü ihtimal veremiyordum,
sana bir şey olduğu fikrine...

benim küçük sevgilim,
güneş dogduğunda eve geri gelmiştim...
dolabın üstündeki not duruyordu.
hala orda duruyor,
olur da
ben evde yokken gelirsin diye...
hala sabahları kalkıp sana kahvaltı hazırlayıp bırakıyorum masanın üstüne...
çiçeklere su verip sokağa çıkıyorum.
ve artık öyle eskisi gibi cevap vermiyorum,
gece yarısından sonra gelen telefonlara...
her gün çıkmadan
telesekreterde ki mesajını dinleyip,
yavru köpeği gorebilmen için getiriyorum,
her yerini çiçeklerle süslediğim mezarına...

hayata!

tuhaf bir ertelemek çabası.
hayatı,
kapının önünde bekletmek gibi,
ne kadar hırsla çalıyor olsada...
ardımda bir vasiyet mektubu bırakmadan ölmek istiyorum.
sadece sorularla dolu bir son için.
her duyan
kendi son hikayesini uydursun diye hayatım hakkında,
ne bir intihar notu olmalı
ne de
varislerime açıklanacak bir mektup...

''acımasısca geçip giden zamandan geriye kalan sadece yalnızlıklarımızmış...''
derken şair hissedemiyorsun,
gerçek yalnızlık,
çalan telefon sesinden ürpermek gibi,
hatta kapının çalınmasından,
ayak seslerinden,
merdiven boşluğundan gelen...
sokak satıcıları,
korna sesleri,
hayata ve yaşıyor olmaya dair her belirtiden uzak,
kendi kendime girdiğim bu bitkisel dünyada,
ne güneşe ihtiyacım var artık ne suya,
içimde yetiştirdiğim umutsuzluk çiçekleri.
başka bir dünyanın efendisi olmaya hazır şehzade gibiyim.
hala ellerimde karalamalarla dolu kağıtlarım,
aklımın içinden bir türlü çıkaramadığım
yaşam kanıtlarına aykırılıklarım...

yorgunum!
ne sevdaya dair bir sözüm var artık
ne de
aşıklar için güzel bir iki kafiyem...
zaten az olan suyunu
zamanından önce tüketmiş bedevi gibiyim.
ne bir vaha var yakınlarda
ne de bir serap,
hayallerimin arasında...

bir gün!

günahların ve sevaplarınla
yaptıkların ve yapamadıklarınla
yani kısaca seninle!
tadını çıkar sadece...
belki yarın iki yabancı uyanacağız yeni güne.
sil bakışlarındaki yalnızlıkları!
seni istiyor olmak,
bunu isteyebilmek öyle güzel ki...
toplayıp çıkarmadan,
çıkarlara takılmadan,
sorgulamadan
ve neden diye sorulmadan
senin bana verdiğin her hüznü, öfkeyi içime sakladım.
bir gün seni alırsam eğer,
senin için neleri feda ettiğimi gorebilmek için...

24 Nisan 2014 Perşembe

kırlangıçla korkuluk...

bıraktığım yerdesin.
ya da
hayatına girdiğim yerde.
bütün saplantılarınla
ve düşlerinle
ve hayallerinle
hayal edemediklerinle
kabuslarınla
ya da
hiç birşeyle seni alabilmek,
sana yeni bir belirsizlik vermek.
benim kadar,
bana yakındın sen.
ve ben senin kadar,
senin olmaya hazır.
şsimdi ise ertesi gün uyanacak birer yabancıyız.
sen onun gölgesinde kırlangıç,
ben senin uzağında bir korkuluk.
ne senin cesaretin var bana yaklaşmaya,
ne de benim gücüm,
saplanıp kaldığım topraktan kurtulmaya...

devam filmi çekilmeyecek bu aşkın!

her yeni güne bir başka yalnız uyanıyor insan.
birlikte yatıyor olmamızın bile önemi kalmıyor artık.
her yeni güne, yeni bir hikaye,
yeni bir son için hazırlanıyor çaresizlikle...
biriktirebildiklerimiz içinde hep karamsarlıklar su üstüne çıkıyor durmadan,
derinlere batmamak için en yakındakine sarılıp,
yalnızlığımızla dost oluyoruz...
su gibi akıp gidiyorken avuçlarımzdan hayat
ve tutamıyorken,
kaçamıyorken bu kayboluştan,
bir başka ruhun gölgesine özlemle sokulur insan,
durmadan içinde büyüttüğü boşluğu kabullenmez,
yeni yalnızlıklarla aldatır kendini.
atılan mesajların karşıya gitmiyor olmasının suçu
kötü bağlantıya yüklenirken,
belki de gerçekten o mesajı göndermek istemediğimiz için
bu kadar yabancı kalıyoruzdur
ve bu kadar soğuk,
doğan her yeni güne...

keşkelerimizin yerini iç çekişlerimiz alacak bir gün.
ve 'küçük sevgilim...'
diye başlayan bir şiirin sısızı kaplar bedenini.
sanki yokmuş gibi...
her yaşayamadığın için bir keşke uydursan...
sanki bu filmi geriye alıp yeniden oynatınca,
o başroldeki kadın ve adam,
bu defa birlikte olabileceklermiş gibi...

saçma!

ben senin bir kelimeni duymaya,
bir saniye olsun yüzünü görmeye öyle muhtaçtım ki,
yokluğunla terbiye ettim içimdeki tuhaf varlığı.
bir süre sonra alıştırdım
ve yokluğuna yazdım,
varlığına söyleyemediklerimi...

çılgınlığın ötesinde...

incecik iplerle bağlanmışız hayata...
belki bir gün,
olur ya
bitmeden film
salondan çıkmaya çalışmak gibi,
ışıkların yanmasını beklemeden...

ne kadar kalabalık bir cenazedeyim.
varlığımda olmayan herkes burada.
bu kadar mı bekleniyordu?
ve hazırdı bunca insan,
bir gazete köşesinden verilmiş,
4 puntoluk harflerle yazılan cenaze davetine.
çcelenk ya da çiçek gonderilmemesi,
isteniyorsa bağısta bulunulması tema vakfına,
o da olmadı her gelenden,
bir kaç satır yazması istenebilir,
açılan siyah kaplı hatırata...

öptügüm ve dokunduğum her kadının kokusu içimde.
ne zamandır,
alamadığım her nefesin hesabını vermekle yükümlüyüm.
ve bir süredir ertelediğim yalnızlığım,
zor geçen bir geceden arda kalan çaresizlik satırlarım.
ne yokluğunu kabul edebilecek kadar güçlüyüm,
ne de sensiz kalabilecek kadar çıldırmış!
tüm bu olan bitenin bir anlamı yoksa da
ben hala sıradan bir güne uyanmak hayalindeyim.
saat sekizde işe gitmek için yola çıkan,
öğlen saatlerinde yemek icin paydos eden,
ve aksam üstü evine dönmek için
kalabalık belediye otobüslerinde yolculuk eden...
ölümün sıradan günlere paylaştırılmış haline yaşamak diyorken,
başka bir hayat akar durur damarlarımda,
kokusu sen,
tadı sen,
küçük ellerinden incecik bir ölüm planlanır
ve yaşanır ağır ağır...
üstümde biriken her kelimenin sorumlusu benim,
her sustuğumun ve her isyanımın
ve en çok bana kızıyor tanrım,
kabul edemediğim için her yalancı baharı.
gelecek misin ya da gelir misin bilmiyorum.
bunca zaman yarım kalmışken,
gelişinle ne kadar tamamlanır bu tiyatro sahnesi?
ve kaç soytarı bulunur ardından ağlayan,
oynaması için,
akıp giden bu zaman parçasından...

ne zaman bu kadar abarttım seni bilmiyorum.
ne zaman bu kadar,
bu kadar beyazdın...
gözlerimi alan bakışların,
kalsaydın,
ne yazabilirdim bir kaç satır
ne de
ağlar
kendimi aşık sanıp...

23 Nisan 2014 Çarşamba

senden sonra...

içime kapanıyor kapılar.
akşam oluyor.
bir kadının ağlamsıyla kesiliyor akıp giden zaman.
ne garson farkında olanların ne de karşı masada oturan başka bir kadın.
masaya damlayan gözyaşları.
bir iç çekişle kırılıyor yansımalar.
bunun gerçek olmadığı öyle bariz ki!
ne kadar uzağa atsan yakına düşüyor,
ne kadar unutmak istesen aklına.
eski bir şarkının kafiyeleri arasında sıkışırken,
söyleyemezken,
sen yine olduğun gibi kal,
benim için sakın değişme...
alıp başımı gidebilir miyim?
ya da ne kadar gittikten sonra,
kendime kalırım,
senden sonra.
ne kadar yalnız kalır insan?
senden önce,
kayıt altına alınmamış hatıralarım.
şimdi bir kafiyenin ince esprisine kurgulu,
olan biten.
ya da olmayan, bir türlü bitmeyen bu yoksulluk.
üstümde biriken bu ölü toprağı.
bu senden sonra kendimi tatmin edişlerim,
seni aldatmak için kendimi kendime sunuşum,
bu kısır döngü.
bu sen olmazsan, ben tamamlanamam kaygısı.
sen gelirsen bahar olur.
açıkçası ne bahar ne kış umrumda olmaz!
sen gelirsen,
kıskanır tanrı...
gelmezsen hükümlerimin tüm hafifletici unsurlarını inkar edişim.
çarptırıldığım cezalardan merhamet dilenişim yalan!
gelmezsen diye hazırlığım yok,
sahip olduğum aklım,
gelirsin diye yazıyor bunca zaman.
başka bir kayba ermiyor artık.
ne tehlike anında camları kırabiliyorum
ne de
yangında ilk kurtarılacaklar listesine alabiliyorum,
seninle kurulan hayalleri...
ne bir sigorta şirketi alıyor sorumluluğu,
ne de tanrı önemsiyor
sen gittikten sonra başıma gelecekleri...

kayıp mektuplar-26

seçtiğin bu hayat, sessiz harflerle, başka şehirlerde, belki bir gün özlersin! bırak beni, nefes alamayacak kadar yorgunum artık. bu geri dönüşlerden, bu içine kapalı konuşmalardan, yazışmalardan yoruldum. fotoğraflar çekiyorum günlerdir. sensiz bir hayatın gerçek olabileceğine dair kanıtlar topluyorum. faili meçhul bir intihara sürüklenirken her gün biraz daha uzaklaşıyorum
gerçeklerden... ve gerçekten başka bir ütopyaya ağlıyorum şimdi.

fotoğraflar çekiyorum günlerdir ve varlığıma dair kanıtlar topluyorum. ne cevap bulmak için ne de yeni sorular için hazırım. senden sonra biriken her anı bir kağıda sarıp buzluğa kaldırıyorum. arada bir bozulmasın diye kontrol edip kağıdını değiştiriyorum. bahçemde ki çiçeklerin etrafını parmaklıklarla çevirdim. bir gün beni bırakıp gitmesinler diye. bir süredir fotoğraflar çekip geceleri üzerine not düşüyorum
saat 13:15-
bir tren istasyonunda yalnızlığımla ilişkiye girerken suç üstü yakalanmışım!
ahlak masası ekipleri tarafından sorgulanıp savcılığa sevk edilmişim.
saat 15:28-
adliyenin koridorları arasında gezerken seni benzetip bir kız çocuğuna bir kaç saniye duraksamışım.
15:48-
ilk fermanımı giymişim gittiğinden beri, gittiğinden beri yarın, tam bir gün olacak ve ben ilk suçumu üstüme alıp genel aftan yararlanıp salıverilmişim...

sana dokunduğum gece gerçek değil miydi? elimde tek bir fotoğraf yok. oysa karesinde seni bulamadığım öyle çok resmim var ki! görenler bana bakıp, iyi bir hayat yaşıyorsun diyor. her saniyesinde sen yokken bu nasıl olur?

fotoğraflar çekiyorum günlerdir. yokluğunu kendime izah edebilmek için, belki de biraz olsun sızabilmek için, hayatın içine kendime pencereler açıp kendimi boşluğa bırakıyorum. belki de biraz daha... biraz sonra, biraz. teninin kıvrımlarını özlerken ve ısınmak icin hayal ederken seni kendimle aldatıyorum...

yangın anında kırılması gereken camları hep zamanından önce kırdığım için, artık kimse inanmıyor senin için yandığıma. ve yerden kalkmadığım için insanlar dileniyorum sanıyor.
kimse inanmıyor, yarasından damlayan kanları silmek için, durmadan kendini yere atan bir soytarı olduğuma...

22 Nisan 2014 Salı

Leyla'nın hikayesi...

kuraklığımdan çatlamış dudaklarım.
hayalini kurduğum ıslak sokaklarında kaybolduğum şehrim sen misin?
şsimdi kollarının arasında titrerken ben,
gözlerimi kapadığımda aldığım nefes senin mi?
ne seni bitirebilecek kadar güçlüydüm,
ne de senden sonra başka bir geceye uyanabilecek kadar cesur.
yokluğuna alışsın diye kalbim
aldıgım bütün alkol takviyelerinden yorgun,
sana açıklayamadıklarımdan hüküm giydim...

artık ne seninle ağlayabilirim,
ne de seni aklıma alıp giderim bu şehirden...
teninin kokusuyla uyanırken her güne şimdi,
yoksun diye geniş zamanlara yaymaya çalışmak
ve gelmeyeceksin diye kendimi avutmak...
kalbinin her çarpışında hissettiğim bu var olmak duygusu.
kollarının arasındayken uydurduğum bu kafiyeler,
bu kendimi tamamlayamıyor oluşum...
seni bırakıp gittiğimden beri ne ben tam bir adamım,
ne de yazdıklarım...
bu tuhaf, hayata saygı duruşum.
isyankarlığımın açıklaması yok!
ne sensizliğe tahammülüm var,
ne de yokluğunu açıklayan ilahi tanımlamalara...

teninin kıvrımlarını ezberleyip, ıslak sokaklarda kaybolmak gibi,
ne bulunmak istiyorum,
ne de keşfedilmek.
senin dışında başka bir kadın tarafından...
ne seni unutmak istiyorum ne de umurumda değil unutulmak,
çıkarılmak başka bir leylanın anıları arasından...

başka İstanbul yok!

hayat berbat,
tekmili 42 bölüm oynamaktan yorgunum her sahnesinde.
kimi zaman dublör kullansam diyorum olmuyor.
kimse beni benden iyi oynayamıyor.
alıp başımı gitsem diyorum.
bu şehrin sahipleri izin vermiyor.
susuzluğumu ağıt yapıp yakıyorum mavisine,
uzun süredir koyu gri sabahlara uyanıyorum...

başka istanbul yok diyorlardı.
başka bir şehrin sevdasına tutulamaz insan!
bir gece bekçisi gibiyim.
ne sabahı bekliyor,
ne geceye lanet ediyorum.
halinden memnun devlet memuru edasıyla,
alacağım terfilere gün sayıyorum.
hala ufkun uzağına yatırıyor gözlerimi,
hala yoksun diye başlayan,
kısa cümlelerde birikiyor yazacaklarım...
yıkım kararı alıp kapıma dayanmış belediye ekipleri.
ben hala iltica edecek bir ülke bulma telaşındayım.
bir mülteci gibi yakalandığım kara sularında,
bildiğim iki kelimeyle pazarlıklara oturuyorum
''seni seviyorum...''
ama uzun zamandır hayatta kalmaya yetmiyor bu iki kelime.
ve bir gün,
merhumun yakınıydık diye başlayan bir gazete ilanına konu oluyor insan.
altıncı sayfada 8 puntoluk harflerle yazılan.
ve insan anlıyor ki gerekli olan üç kelimelik bir saltanat,
''Allah rahmet eylesin...''
iki tarih aralığından ibaret tüm varlığın,
bir gün mezar taşına kazınan...

19 Nisan 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-25

kişiselleştirmeyelim şimdi bunu!
kişilere indirgemeden ve bölünmeden, başka bir zaman birimine dek içimizde taşıyalım. çokta fazla kurcalamadan ve kurcalattırmadan kendimizi akıp giden zamana. yeni bir yıla girerken, kartondan yapılmış şapkalar, plastikten çiçekler, bir türlü patlatılamayan şampanyalar, içimizde durmadan gereksiz sıkıntıya neden olan, cümle sonlarına yüklemlenememiş sevgi sözcükleriyle, bir avucumuzda çalması beklenen telefon, diğer elimizde an'ı yakalayan ve o an kayda alan kameramızla
yeni bir yıla girerken, yırtılan son yaprağı takvimin üzerinde ki rakkamın hissettirdiği...

ne çabuk geçti değil mi bugün?
günler kısaldı ya yetmiyor sekiz saat güneş. yıllar da kısaldı mı? anlamadan... bir elimizde telefon diğerinde kamera, kayda alınan akıp giden yılların vagonlarında hayat. bir kamera şakası gibiydi yaşananlar.
-el sallayın bakın burada!
bir elimde kameraya, diğer elimde çalması beklenen küçük telefon. duyumsanması gereken ve yıl geçtikçe daha çok özlenen, bir türlü doğru cümlenin sonuna eklenemeyen sevgi sözleri...

ne zaman eskidi ki elimizdekiler, şimdi yenileriyle değişiyor zaman. bir süredir büyümüyoruz.
sadece ihtiyarlık akmaya başlıyor damarlarımızda. oysa daha bir kaç yıl önce, avuçlarımız terlerdi
ve bu kadar çok beklemezdik, terli avuçlarımızda tutarken küçük telefonların çalmasını ve dokunmaz dı bu kadar:
'kayda aldığımız zamanın, nasıl bizi kaybederken akıp gittiği yerden bize bakıp sırıtması...

18 Nisan 2014 Cuma

şairin intiharı...

birikiyor mu sevda dediğin?
yoksa erteleniyor mu başka zamanlara...
seziliyor mu önceden?
yoksa sürprizlerimi seviyor bu ruh hali...
ne kadar canımı yakmalısın?
ya da ne kadar içime almalıyım seni,
derin bir iç çekip,
ne kadar içimde tutmalıyım?
ne kadar ömrü kalır bir aşkın,
dizlerinin üzerine düştükten sonra?
hangi muayeneden sonra anlar doktor?
ve hangi doktor saygı duyar,
acı ceken bir aşkın ötenazi hakkına...

referanduma mı gitmeli?
yoksa artık insan kendi başına mı almalı bazı kararları.
kendini attığın yerin kamuya ait olması,
ettiğin intihardan kamunun sorumlu olmasını mı gerektirir?
yoksa kamunun çokta umrunda değil midir?
senin oraya çıkma nedenin...

bunun bir durdurma düğmesi olmalı...

incecik kağıtlara yazılan intihar notları,
makdülün son kez elini uzatmasıdır hayata.
ama genelde ya el uzatılan o kadar yakın değildir,
ya da kendini attığın yer,
yazılana yakın değildir.
neresinden bakarsan bak,
her ikili aşk intiharında bile,
en çok sevdiğini öldürmüyor mu insan?
kişiselleştirilen bir dünyada,
başka bir iklimi özlerken,
senin,
benim olman kadar yakındım.
kamuya mal edilebilecek bir intihar girişimine.
oysa ne ben o kadar cesurdum,
ne de sen o kadar çaresiz.
biz olmayı bıraktığımızdan beri,
iki yarım katolik gibiyiz.
tabulardan kurtulamamış,
içimizde ki günahların şehvetinden,
birer birer duyumsadıklarımızı idam etmiş...

uzun zamandır tellerine dokunulmamış bir gitarın,
akort edilirken çıkardığı seslere tahammül sınırlarımızı zorluyoruz.
ne sen tutulduğum küçük kız çocuğusun,
ne de ben,
incecik kağıtlara kelimeler yazan şair.
ne yazdıklarım yakın sana,
ne de sen yakınsın,
içimde kendimi bıraktığım boşluğa...

17 Nisan 2014 Perşembe

n'olur dokunma deme bana!

dokunma bana! dediğinden beri,
aklımda bir intihar çığlığı.
seni aklımdan çıkaramadığım gibi,
öğrenemedim, sana dokunmadan yaşayabilmeyi.
ne gidebiliyorum alıp başımı,
ne de kalabiliyor,
durmadan başıma kakıp
dokunma bana! deyişini...

söyle nasıl kalır bir insan?
bu kadar isterken seni,
hangi mazeretin ardına sığınır, saklar gözlerini.
uzanılıpta dokunulamayan suyun üzerindeki yansıma gibisin.
hani işime gelmediği için,
gerçeğinden ayırmadığım,
işime öyle geldigi için
gerçek sanıp tutulduğum.
dokunma bana! deme artık.
içime kanıyor yalnızlığım.
dudaklarımı ısırıyorum susamadıklarım yüzünden.
avuçlarımda karalanmış, buruşturulmuş sevda yeminleri.
uzun süredir akmayan bir nehrin,
kuraklığında bekliyorum.
geri alamadığım için inkar ediyorum durmadan,
başka çarem kalmadığı için,
utanmıyorum kendimden.
kaybedeceklerimin azlığıyla eşit özgürlüğüm.
seni kazandığımdan beri
sesimi bile yükseltemiyorum yazarken...
yorgunluğum aşktan değil,
çıkmaz sokaklarda kaybolmaktan.
ne senin tarifini alabiliyorum tanrımdan,
ne de yaşam kanıtlarını...

bugün senin gezdiğin sokaklardaydım.
senin sahilinde,
senin denizinde,
senin güneşinde...
hani senin 'paylaşacak bir şey kalmadı!' dediğin,
birlikte başka bir gerçekliğe soyunduğumuz.
senin, göğün kırmızısına bakışın,
benim,
senin akşamının karanlığında beklediğim.
kelime oyunlarını özledim.
ne gelişine hazırlamıştım kendimi,
ne de gidişine sigortalıydı
içimdeki buzdan kuleler...
her yıkılışımın sorumlusu sensin!
hayatımın değersizliğinin,
aldığım her nefesin,
verdiğim yerlerin,
gördüğüm insanların ve dahası,
senden sonra renkleri solan bu çiçeklerin...
çektiğim her acının sorumlusu sensin!
yanıldığımı biliyorum,
ama seni yanımda tutmak için
bundan başka yapabilecek bir şey gelmiyor elimden...

git simdi...
ne olur 'dokunma bana!' deme.
canım yanıyor duydukça.
bir yabancının tercümanı gibi hissediyorum kendimi.
ve çevrilemiyor asılsız sevda sözleri.
açıklayamadıklarımın altında kalıyorum.
bir süredir kimse enkazımla ilgilenmiyor...

duyduklarım, gördüklerim senin olsun,
ben,
senin sıradan bir günde
evden çıkış saatini bilmeyi özledim...
sokakta yürürken bana mesaj yazabilmeni,
denize bakarken aklında olduğumu bilmeyi,
akşam eve dönerken yapacaklarını,
ve tam olarak saat kaçta,
uyuyakalacağını bilmeyi özledim...
hissettiklerim, bildiklerim senin olsun!
ben,
senin yarın sabah uyandığında,
aradığın olmayı özledim...

yeni yıl acıları...

yeni bir bayrama hazırlanıyoruz.
yeni bir yıl,
yeni bir umut,
yeni bir derken
ne kadar ağır geliyor bu yenilik.
hala üzgünüm...
seninle konuştuğum her an aklımda.
paylaştığımız her dakika,
her kelime.
yabancı bir ülkede,
aynı dili konuşan iki yabancı gibiydik.
belki de bu yüzden bu kadar yakındık.
belki de aynı acının paydalarını eşitlerken,
sonuç hep sen ve ben olarak çıkıyordu.

 hala anlayamadığım gitmek zorunda olmanı...
gittiğinden beri ne bayramlar bayram
ne de yeni bir yıla hazırım.

gerçek değil gibisin.
ama bir yanım öyle inanmıştı ki sana...
gidişinin sorumluluğunu yüklemek istiyorum kendime
ama öyle ağır ki...
nefes alamıyorum.
belki bir süre daha kalsaydın,
belki de...

umarım mutlusundur.
beni biliyorsun,
yırtık uçurtma gibiyim
gittiğinden beri
sadece rüzgara güveniyorum.
umarım,
gittiğine değmiştir.
gittiğinden beri ben,
biraz daha eksik yaşıyorum,
bu anlam katamadığım hayatımı...


Anita'ya...

geniş zamanların melankolisi....

varlığım, ellerinle tuttuğun kalemin gibiydi.
yokluğuma hazırlarken kendini,
belki de stok yapıyordun
bitmesi olası ihtiyaçlarını,
cesaretin gibi...
marketten alman gerekenlerin listesinin başına koyuyordun,
kasımda aşkın abartıldığı melankoli filmlerini...

zaman dururdu derken,
akıp giderken avuçlarımızdan,
ve bir daha 'şimdi olmayacak' derken,
ne kadar erken-di varlığıma alışman için.
şimdiki zamanların,
geniş zamanlara çevrilemediğini öğrendiğinde artık,
ikimiz için de güzel günler-di...

aşklardan yorgun,
gri renkli bir makina takviyesiyle,
süslü kırmızı kurdelalı serum şişeleriyle,
umut enjekte ederken damarlarıma,
tıkanan her boşluğum
iç çekiş olarak geri dönuyordu bana.
söylediğim her söz,
kırılan, kurşundan yapılmış bir kalem sesi.
yolun sonunda soluksuz bir takım hayallerin pençesinde,
ne hayalin pençesinde olmak umut vaat ediyordu,
ne de yolun sonunda olmak,
o pençenin izlerini derinleştiriyor...
ne seni görünce artık ciğerlerim yanıyor,
ne senden ayrılınca,
başka bir güne açılmıyor gözlerim.

insan aynen durmuyor işte.
her oyunun zorluğu gibi,
ayrılık iki tarafıda keskin bıçak.
ne seni bırakıp gidebiliyorum artık,
ne senin burda olacağını bilip sana gelebiliyor.
bırak dokunabileyim sana.
kaçırma gözlerini başka mazeretlerin ardına.
yorgunum,
anlatamadığım kadar,
söylediklerimin karşılığını arıyorum.
bu şehrin borsalarında hislerimin deger yitirmesine önlem alıyor hükümetim.
bir süre sonra sokağa cıkmamam için engeller konulacak.
ve ben başka bir suçtan hüküm giyeceğim.
başka bir kadının kollarında gözümü açmak suçundan,
ruhumun üzerine kalemler kırılacak...

canını yakmıyorsa,
intihar değildir o!
asansörün düğmesine basıp kat değiştirmek gibi.
yokluğuna alışıyorsan sevda değildir o!
eskimiş bir ceketi çıkarıp asmak gibi,
tahta kapılı dolabın içine...

şimdi eskiye döner mi?
dönsekte ne kadar sen olacaksın?
senden sonra ne kadar ben kaldı?
belki de bir daha asla,
bu kadar geniş zamana yazılmayacak hiç bir aşk.
bırak dokunabileyim sana...
sana söz veriyorum!
bu yazılan son satır olacak...

16 Nisan 2014 Çarşamba

kayıp mektuplar-24

doğum günlerini hatırlaması gereken kişi olmaktan yoruldum. düşünmesi gereken ama bunu bir türlü beceremeyen... yarım kalan cümlelerin sonuna soru işareti eklersen, cümle tamamlanmış olmuyor. hala söylemediğim sözleri şifreli hesaplarda saklıyorum, söyleyebildiklerimin hükmü yarım yüzyıldan uzun değil...

gereksizlikleri belirlerken, sevda sözlerinin önemini kavrayamayan öğretim görevlileri gibiydik biz.
verilen ödülleri küçümseyip, kazanamadıklarımızın özleminde isyankarlığı teşvik ettik.

duymak istediklerini söyleyebilecek kadar cesur olamadığım için kaçıyordum kendimden. söylediklerimin sorumluluğunu alabilecek kadar büyümediğim için ağlıyordum. şimdi yakınlarına düşen tanımlanamayan varlığım, karasularında cansız bulunan düşüncelerimden anlıyorsun. belki de bu yüzden sen ne zaman bana gelsen, ben hep sanki gelişine hazırlıyor gibi buluyordum kendimi.

unutmayı aklımdan çıkarıp, birlikte yaşamayı öğrendiğimden beri yokluğunla, başka şehrin kalabalığına ait bir yabancılaşma yaşıyorum.

belki de unutmak işime gelmediği için, seni bekliyordum durmadan, inatla. ne kadar çelimsiz ve sevimsiz olsam da, biliyor olmak gibi bana geleceğini. gösterdiklerin hoşuma gidiyor. belki de beni aklında sarıp sakladığın her dakikanın var olduğunu bilmek.

sanki biliyorsun, ne zaman dizlerimin üzerine düşsem gelip tutuyorsun kolumdan. sanki biliyorsun,
çoğu geceler hala sen diye uyuduğum kadının, senin, ben diye uyuduğun adamın sevgilisi olduğunu.
biliyorsun sanki, uzun yılların ardından, sende biraz ben, bende biraz sen kalacağını, asla sahibine teslim edilemeyeceğini,
bu sevda parçalarını...

sil gözünün yalnızlıklarını...

teoride ve pratikte, ölüm bizi ayırıncaya dek!

neredesin?
yazılıdan sıfır almış bir öğrenci gibiyim.
akşam eve gidince mazeretler olmalı,
sabah okula gelirken olduğu gibi.
yarım bırakılmış bir oyunun ebesi gibiydim,
ne zamandır gözlerim yumulu emin değilim.

açıldığından beri kapanmayan yaralarım.
pansuman tadında şiirler sarıyorum ruhuma.
uzun zamandır tek başınalığın rahatına alışmışken,
simdi 'nerdesin`e takılıyorum.
sonra 'gelecek misin`e sarkıyor yalnızlığım.
'yoksun`la noktalanıyor çaresizliğim.

hala kanun hükmünde kararname kadar geçerliyim kendi hayatımda.
siyasi darbelerden yorulmuş,
askeri cuntaya eyvallah demişim.
asgari hüzünle boğuşan kalbim,
'gitme`lerinin ardına sığınmış,
hakkında asılsıs ihbarlar türetilmiş,
bir türlü ispatlanamamış
komplo teorisi gibiyim.

kalırsan sana şiirler yazarım.
kalırsan seni kendime yazarım,
'gidersen' diye,
'gitme`sen diye,
aklıma gelen her harfi yaşarım.
'sen`den öte başka bir köprü bulur,
farklı bir 'ben`e inanırım.
bir süredir yoksun.
'gelmez`sen diye,
farklı intiharlara sürüklenir,
kayıp ruhum...

ben yetmezliği...

elimde seni sevecek kadar ben kalmadı!
başka bedenlerde harcandı kredilerimiz.
şimdi başka sevgililerin kara listelerinde adımız.
kime gidip seviyoruz desek,
karşılığı olmayan bir çek gibi,
üstü karalanıp icraya veriliyor hislerimiz...

elimde seni sevecek kadar ben kalmadı!
şimdi olamadığım kadar, yanında yalnızım.
sana dokunamadığım kadar çaresiz.
hala devrik cümlelere sarkıyor umutsuzluğum.
ben, sen diye başka bir şehrin sokaklarına uyanıyorum,
tandığım değil...

üzgünüm,
hala alışamadım böyle bir cümle kurmaya.
ben seni,
senin beni sevdiğin kadar çok sevemediğim için,
bu kadar yorgunum.
seni sevemediğim için,
bu hayatın kamburunda bir ağrıyım.
dokunuşlarım, öpüşlerim,
sana sarılırken içime çektiğim nefesin,
sana dokunurken, sandığım adamlığım...
üzgünüm,
ben hala seni,
senin beni sevdiğin kadar çok sevemiyorum.
yorgunum,
ben hala sana yetişecek kadar hızlı koşamıyorum,
bu sevda yokuşunda.
ölüyorum,
senden arta kalan,
bu hayat kırıntıları arasında...

15 Nisan 2014 Salı

sorgu odası!

dokunsam kafiye olacaksın.
korkuyorum,
okuyan herkes çok beğenecek.
susarsam eğer,
hafifletici sebepler göz önüne alınarak,
sürgüne gönderilecek kelimelerim...

biri alıp gitmiş olmalı gökyüzünü.
söylediğin her yere tek tek baktım.
her çizimine dokunup,
söylediğin şarkıların yankılandığı duvarları dinledim.
şimdi öpsem seni,
senden sonra öpeceğim kadınlara haksızlık olmayacak mı?

resimlerine dokunup,
sesinin rengini hayal ediyorum,
kör bir balıkçı gibiyim.
iğneyi takmadan oltamın ucuna,
yem veriyorum,
oltama takılanlara...
son bir şans!
tuttuklarımdan, tutulmayı öğreniyorum,
tutulduklarımdan unutmayı...

gittiğinden beri gelmeni istiyorum.
kırık kameran ve önce buruşturulup
sonradan acemice düzeltilmeye çalışılmış,
gri renkli çizimlerinle.
gelirsin diye hala,
boş bir satır saklıyorum,
her yazdığım şiirin mısraları arasında...

kefaret!

başka bedenlere sarkıyor şimdi çaresizliğimiz.
sana dokunamıyor olmanın ağırlığı canmı yakıyor.
sana dokunmanın hafifliği,
yüz kızartıcı suç misali...
bazı kurallara uymuyor olmak,
dokunulmazlık gerektirmiyor.
hayallerin kurulduğu ve bakışların donduğu bu yerde,
hala başka bir şehrin insanına tutuluyor
ve başka bir kadınla açılıyor gözlerim...

tutkumun gücüyle terbiye edilmiş mısralarım.
ben, sen gittiğinden beri kimseye aşığım diyemedim.
hangi zaman aralığında yaşanmıs bu hayat?
hangi zaman aralığında unutulmuş bilinen?
anımsanmak istenen için gereken,
kaç beden?
bu öyle lanet olası toz bir pembe ki,
bir baktım her şey çok ciddi
ve hemen uyandım...

duymak istediklerin parmaklarımın ucunda!
duymak istemediklerinle savaşıyorum ben günlerdir.
seni aklıma sığdıramadığım için bu kadar yorgunum,
sana söyleyemediklerim için yalnız...
istediğin yalanların karşısında,
duymak istediklerinin karşısında...

hani dokunurda yıkarsın,
uğraşır da yapamazsın,
yangın anında kırılması gereken camı kıramazsın.
üzerinde kırmızı işaret bulunan dolabı alıpta kaçamazsın.
yıkılan dolapların altında kalırsın,
belki de yangın esnasında ilk kurtarılacakları kurtaramadığın için,
hayatından da bu kadar kolay vazgeçersin.
asla seni unutmayacağım dediklerini,
unuttuğun için...

kayıp mektuplar-23

sen mi bu kadar yakınsın bana? yoksa ben mi kendime yakın birini istediğim için seni uyduruyorum?
genelde yapmak istemediğimiz için, tanrı zorunluluk haline getirip önümüze sürüyor bunları, kanun hükmünde kararname gibi.

zindanı seçme ihtimalimiz nedir? içinde koyulup gidilmek için. sanırım eski kafalı bir adamım ben. hala Umay dinleyip, kadehteki ruj izlerinden medet umuyorum. başka bir kadına söyleyemediklerimin acısını senden çıkarıyorum...

seni bırakıp gitmenin zorluğu burada başlıyor sanırım. bana, 'artık gidebilirsin' dediğinde... biten bir aşkın sorumluluğunu üzerime yüklediğinde, başka bir sonbahara açılıyor gözlerim. kalmak istiyorum.
yarın gideceğimi bile bile beni sevmeni istiyorum. seni aldatacağımı bile bile inanmanı. tüm utanmazlığımla beni kabul etmeni istiyorum. bütün çirkinliğimle yüzümü öpmeni...

bırak beni! başka şehirlerin sabahlarında uyanayım. başka kadınların koynunda. başka bir vaadin peşinde anlamsızca kaybolayım. yazılamayan bir fikrin içinde... ne gidebiliyorum beni bırakınca, ne de kalabiliyor. ellerimde çocuk ellerin, ne görebiliyorum gözlerini, ne de duyuluyor, iç çekişlerim...

hala kendi kurduğum yalanlara inanıyorum. hala senin gerçeğinle yanıyor içim. sokaklarımın darlığı nedeniyle, söndürülemeyen, itiraf dolu molotof kokteyllerim...

başka bir şehrin valisiydim ben. görev bölgesinin dışına çıkmış, kamu malına zarar vermekten müebbetler yemiş...  başka bir kadının sevdalısı. doğmamış çocuğuna hasretten, idama mahküm edilmiş. zamansız yapılan kürtajlarla alınmış, serseri bir cenin! hayata bir o kadar öfkeli, bir o kadar, her gece bırakıp gitsen de
yalnızca senin...

14 Nisan 2014 Pazartesi

karamsar...

sarsıntısında bir yıkılışın,
yolsuzluk davalarından yorulmuş devlet savcısı gibiyim.
yargıladıklarım ötesinde
kendimi sorguya çekerken açılıyor gözlerim.
hala başka bir ülkenin sancağı altında nefes alıyor gibiyim.
ne bir sevdanın karanlığında
ne de bir yazarın satırları arasında.
umutsuz bir vadinin soğuk ikliminden sorumlu tanrı gibiyim.
bana adanılan adakların ötesinde
kurumsal alanlardaki özgürlüklerden muzdarip,
hala bir kanun hükmünde kararname kadar karamsarım.
yazdığım her satırım
aslına ihanet ediyor
ve uzun zamandır
aslına ihanetler suç kapsamına alınmıyor...

kırmızı ojelerin,
esmer tenine değmemiş kış güneşlerin.
sen,
yatağının kıyısında rüyalara daldığım kadın.
uyandığımda,
aklımın sınırlarından başka ülkelere ilticayı düşündüğüm...
kokun üzerime sinmişken
başka iklimleri hayal edip ürperdiğim.
seni düşünüp, kendimi koklarken yaklanmışım bir trafik polisine.
aşırı sürattan ceza yerken,
zamanı kaçırmaktan korkan,
aklımı korumanın sınırları içinde
başka bir gerçekliğe uyanan...

gelirsin diye paspasın altına bıraktığım anahtarlarım,
uzun süredir başka kadınlar tarafından aralanan kapılarım...
sensin diye elime aldığım kalem,
seni yazamadığım için,
bu kadar karamsarım....

düşünce imha ekipleri !

büyük puntolarla yazdığın kadar,
göze batıyor yalnızlığın.
fısıldadığın kadar kalabalıksın,
susarsan eğer
aklı başında bir şair gibi,
sessizliğin kafiye olur,
iç çekişlerin devrik cümle...
anlayamıyor olman yaşamana engel değil uzun zamandır.
yaşayamadıklarını anlıyor olmanın
sana kazandırmadığı gibi.
kaldığın kadar cesursun hayatında,
gittiğin kadar korkak!
insana en çok korktuğu zamanlarda bahsederler bundan...
elde var hüzün.
içebildiğin kadar unutursun,
ayık kaldığın kadar üzgün...
alıntı yaptığın şair kadar sarılırsın satırlara,
senden alıntı yapıldığı kadar varsın.
aklından çıkardığın anda beni
özgürüm!
özgür kaldığım kadar çaresiz.
suretin silinir aklımdan,
aklımı sorguya çekerim,
en ağır işkencelerde adın vermez,
bilmediğim bir kadına aşkımdan ağlarım...

yazdığımın altında kalırım,
söylediğimin hükmünde.
kalabalık bir cenaze merasiminde
dilsizlik canımı yakar.
sessizliğim koyu gri, soğuk rüzgarlı.
suç üstü edilmiş, bir acemi hırsız gibiyim günlerdir.
bir elimde suç aletim, kalemim.
diğerinde saatleri kurulmuş,
patlamaya hazır cümlelerim...
düşünce imha ekipleri getirmişler,
düşünce,
insan içine,
imha eden ekiplerden...
günlerdir sorguya çektiğim halde aklımı,
ne adın veriyor ne de susuyor,
bilmediğim bir dilde
başka bir sevdayı anlatıyor,
her sabah başka bir beden de uyanıyor,
kendimi tanıdıkça sana tutuluyorum...
sana tutuldukça,
kendimi buluyor...

13 Nisan 2014 Pazar

geri dönememek...

günlerdir gidişime hazırlıyorum seni
ve kendimi...
aklımın ucundan bile geçmiyor geri dönüşlerim.
bunca yıldır ezberlediklerim,
senin mavi gözlerin, kısa eteklerin...
isteyipte tamamlayamadığım uzun şiirlerim,
lise zamanlarından kalma anılarım gibisin.
aptalca, ama masumdu.
gülünç ama izi hala duranlarından.
ben gittikten sonra sen hayatına devam edeceksin.
aklına benden uzakta sakladıklarınla.
belki de
benim oğlumla karnında,
başka bir gerçekliğe uyanacaksın...

her gidişimin ardından ne çok yalnızdın.
şimdi ben geleceğim diye
kapının zincirini takmıyor olmanın,
başka açıklaması varmı?
ve ben nasıl bir insandım ki,
beklenileceğimi bile bile
ceketimi alıp çıkardım bir aksam üstü,
o zincirlenemeyen kapıdan...

geri dönüşlerime hazırlayamadığım için seni,
belki de sırf bu yüzden
uzun süre dönmezdim.
bir süredir seni terkediyor sanarken,
geri döndüğümde beni ilk karşılayan kapıda,
çaresizliğimdi.
seni bırakırken en çok
canımı yakan
bu saçma sapan sana geri dönüş cümlelerimdi...

kayıp mektuplar-22

yazamadığım zamanlarım...
hani çok sevdiğin limonlu ya da portakallı dondurman vardır. bir külahtır ama, ne fazla ne eksik, sonuna gelirsin. bitmesin istersin. daha küçük ısırırsın, hatta sadece koklarsın. damağındaki o tuhaf tad geçmesin, ama olmaz! sonra koyverirsin hepsini birden atarsın ağzına br güzel yutarsın. sonra hayat devam eder.

yazamadığım zamanlarım yok aslında, yazmadıklarım var. bir süredir yazmamaya bağladım kendimi. ipimi çözdüğüm zaman, yırtık bir uçurtma gibi hissediyorum artık. belki de sırf etkisi artsın diye, iftardan hemen sonra üst üste iki sigara birden yakıyorum...

yazmamak için yaşamamayı, yaşamamak için hissetmemeyi programladım aklıma. dokunuyorum ama her şey parmaklarımın ucunda. söylüyorum ama her şey yalan! sorumluluğunu almadığım bir evliliğe razı edilmeye çalışıyor gibiyim. Tanrı kuluna rüşvet teklif eder mi? kaderi, yolundan şaşmasın diye...

bir tasarım mucizesi değildim belki ama, tasarlanmışların içinde rastlantısal hataları olan bir eser gibiydim. şimdi senin içini yiyip bitiren, belki de bir süre önce bende aradığını bulamayandı. kimbilir,
belki de senin aç kalmasın diye peşinden koştuğun, benim aç karnımı doyursun diye, kendime tuttuğum metresimdi....

sende mi festival gibisin? seni düşünmelimi bilmiyorum.
düşünmediğim her an büyür aklımda. sponsor firmaların verdiği alkollü içeceklerin içindeki alkol oranı kadar bağlıyım hayata. şimdi katıldığım sensin diye mi, kör kütük sarhoş olmalıyım? gözlerimi incecik ufka yatırıp, hayal edemediğim bu kiraz mevsimi, içimi ısıtamadığım sevgili sözleri, üstünü örtemediğim kabus geceleri, anlatamadığı kadar anlayamadığım kelimeleri, susamadığı kadar söylediği...
gittiğinden beri hiç durmadan, içine çektiği nefesimi
özledim...

12 Nisan 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-21

ne gelen geldiği kadardır, ne giden götürebildiğinden fazlasını alır. verdiğin selamın alınırlığı, borsada ki hisselerini kazandığı değer kadardır. kaybedilen, devalue edilen ülkenin para birimidir.
hala bu ülkenin merkez bankası başkanı öyle istiyor diye, faizler arttırılmaz. çünkü bahsi geçen faiz oranları, uzun süredir insan hayatlarına bağlanmaz. ekonomik verilerin ışığında yaşıyoruz ve birileri buna istikrar diyor. oysa herkes biliyor, borsada ki hisselerinin kazandığı değer, seni daha yumuşak bir toprağa gömmüyor öldüğün zaman...

hala başka halkların kahramanlarına inanıyoruz. renkli camların ardında ki renkli giysiler içinde ki adamlara... ve hala bir ramazan akşamı iftar çadırında, karnımızı doyurabilme ihtimali kadar gerçek kalıyor, aynı akşam sevdiğin kadının yanında uykuya dalabilme ihtimali. hala en iyi yalanları en çaresizler söylüyor. hala en büyük kırıklarını hayallerin, yoksullar yaşıyor...

biz hala başka ülkelerin çocuklarının özentisi gibi, sarı saçlı kadını evine bırakırken, bizi kahve içmek için içeriye çağırmasını düşlüyoruz. en azından ayrılırken, dudaklarından öpme düşüncesi... bize farklı hayaller kurmayı öğretmedi kimse. elimizdekinin tadını çıkarmayı, kahvaltıda önümüze konan beyaz peynirin hepsini yememeyi, sokakta yürürken başımızı fazla yukarıda tutmamayı, işyerinde şefimize tamam efendim demeyi, akşam evimize gittiğimizde çarkı felekleri izleyip, kendi feleğimize isyan etmemeyi ögrettiler...

o gün bugün aklımda yağmurlar. hangi iklimde canım sıkılsa, ben durup durup duvarlarına gidiyorum yeşil caminin. birisi bizimle kafa buluyor olmalı. birisi çok eğleniyor!
yoksa bir anlamı kalmıyor,
bu kendi içime boşalmaların...

egoist

üzgünüm,
yazamıyorum artık eskisi gibi.
belki de eskisi gibi yaşayamadığım içindir.
kimbilir belki de,
hiç beceremedim yazmayı...
aklıma geleni söyledim.
kendi kurduğum cümlelerin altında kaldım.
uzun zamandır hayal etmiyorum!
uzun zamandır hissetmiyorum!
ne kadar çok hissettiysem,
o kadar yoruldum.
ne kadar çok yaşarsam, o kadar soğuk.
yalan söyledim!
yemin ettim!
şimdi aklımın ucunda tuhaf kelimeler,
kendine şiirler yazan bir egoistim.
hala sizin kadar bana uzak,
hala benim kadar,
kendine yabancı...

şizofrenin sözleri...

güçlü bir afyon buldum kendime.
bu boş, tuhaf, renksiz sayfaya yazamıyorum.
aklımdan geçenleri rayına oturtamadığım için hala,
sıradan bir şizofren sayılıyorum...

katılamadığım bütün festivallerin ardından
biraz daha donuklaştı varlığım.
içine kapanık bir çocuktum ben,
çocukken...
o gün bugün kısa pantalonlu, telli araba sürücüsü,
sen giderken ardından bakan
ve ne hissettiğini aslında çokta anlamayan,
vurulduğunu elinde ki sıcak sıvıdan anlayan,
bir savaş gazisi gibiydim.
o gün bugün malülen emekli olmuş,
devlet töreniyle madalya verilmiş,
devlet gidince tek başına tuvalete bile gidemeyen,
yarım bir adam oldum.
oysa daha düne kadar,
pantalonu dizlerinde,
elinde telli arabası,
sıraya dizdiği misketlere uzaktan bakıp,
kendince teoriler üreten,
küçük bir adamdım...

katılamadığım tüm festivallerin derdine düşmüş,
aslında evinden dışarı adımını atmamış,
sen gidince seni özlüyorum derken,
senin varlığınla ne kadar tutunmuş,
platonik bir sessiz telefon çığlığı kadar adamdım.

yanımda olmadığını öğrendiğimden beri,
öğrenmenin ne kadar kötü olduğunu düşünüp,
öğrenen yerlerimi cezalandırıyorum.
sen gittikten sonra ne kadar iyi yazdığımı görüp,
parmaklarımı üst üste getirip bozuyorum,
kendime küsüyorum,
sana kızıp,
kendimi yakıyorum.
aynaya bakıp seni görüyorum,
gozlerimi kapayıp ölümü!

aynı şehrin aynı soğuğunda üşüyoruz.
aynı şehrin kalabalığına karışıp
belki de
aynı adamlara küfrediyoruz.
aklımızdan geçirdiklerimiz kadar neşeliyiz.
birbirimize uzak olduğumuz kadar yarım.
okuyacağını bildiğim için buraya yazıyorum,
geleceğini bildiğim için,
her sabah uyanıyorum...

bayram görüşmesi!

bayram günü değil mi bugün?
tuhaf...
artık konuşamıyorum.
yazmaya çalışmak,
nerede kalmıştık?
hala bıraktığın yerdeyiz.
biz bir avuç fani,
her yeni güne umut taşıyoruz.
her biten günün ardından
yeni kayıplara tutunuyoruz...

bugüne bayram günü deniyor d`mi?
mutlu olmalı o halde.
biz bir avuç fani,
nerede kalmıştık?
şimdi kalplerimizden taşan umut sözleri,
biz bir avuç cesaretsiz,
kendimize bayram günleri uydurup,
plastikten umut çiçekleri ekiyoruz kalbimize...

Türkçe'ye çevrilemiyor artık yokluğun!
susmak,
hala yapabileceğimin en iyisi,
gittiğinden beri...

10 Nisan 2014 Perşembe

itiraf!

aklımın ucuna takılan zaman...
akıp giden çağların bir anlamı olmalı.
tutsaklığımın bedelini ödediğimi sanıyordum,
oysa ki hala bir 'an' dolusu şehvetin parmakları ucunda çaresizce titriyorum...

canım sıkılıyor,
bu gel-git'lerden yoruldum.
hala kime yaklaşsam beni melek sanıyor,
aklımın ucunda şeytanca yapılmış planlar.
iyi bir insan olmak işime gelmediği için bu kadar karamsarım,
ve ayık gezmek zor olduğu için bu kadar sarhoş.
verilipte tutulmayan sözlerin bedelini ödemekten yoruldum,
yalancıların kralı olmak istiyorum.
kapalı kapıların ardında saklanan,
başka bir hayatın hükmünü sürmek istiyorum.
hayalini kurduğumun tadını...

yüzyıllardır ertelenen bir batıl inanç gibiyim.
anlık zevklerin kölesi olmuş,
çıkaramadığım anlamların altında ezilmişim.
uzaktan bakanlar melek diyor,
sırtımda ki kamburu kanat sanıp.
bense zincirleri ayak bileklerinde,
aşkları ciğerlerine yara olmuş,
bir ayyaştan başka bir şey değilim.
uzaktan bakanlar adam sanıyor...
anlık zevklerin şehvetiyle,
saçlarımı iki yana ayırmışım,
hangi kadın beni okusa
ulaşamadığı aşkı sanıyor...

kayıp mektuplar-20

sahip olduğun cüretkarlığın, bağlı olduğun zincirlerin. sende ki asaleti seviyordum ben. avuçlarının kanamasına inat karanlıkların arasında çoğaltabildiğin. kelime yüklü satırlarının arasında gezinmeyi...
seni bırakıp gittiğimden beri acınası bir ihtiyar gibi medet umuyorum tuhaf yüzlü insanlardan.
belki de giderken hesaplayamamıştım, gidenlerin de yalnız kalabileceğini. sadece terkedilenlerin mi canı yanar sanıyorsun sen hala? geçmişimin yaraları dikiş tutmadan kanattığım içimden akıp gitmeden sen takviyeler alıyorum. radyo anonslarıyla kimde senden biraz bulsam kör bir şırıngayla enjekte ediyorum kangren olmuş kollarıma. seni çıkartmaya çalıştıkça aklımdan, yerine koyamadıklarımın ağırlığıyla nefes alamıyorum. yorgunum, sesini özledim... seni kaybetmeye başladığım anda hissettiğim acı öyle büyüktü ki, daha fazla dayanamadım. ne ben yeterince gençtim ölebilmek için, ne de sen yeterince büyümüştün, bu yıkımın son sahnesini en ön sıradan izleyebilmek için...

seni görmek yada duymak istemiyorum. gittiğinden beri ezbere aldığım sevdanın tekrarlarıyla avunuyorum. istediğin kadar uzağa git şimdi! sen hala durmadan bana yanıyorsun. görünmek ve duyulmak umurunda bile değil. sen hala beni bekliyorsun...

sana dokunurken en çok kendimi yaraladım ben. herhangi bir gecenin kuytusunda, çaresizce boş bakışlarımdan uzağa kaçırıp seni, kollarımın ardına saklamaya çalıştım, içimdeki hayvandan. ne çok kırılmışsın... ne çok korkmuşsun benden. her zafer çığlığımın ardından, ne kadar konuşamadım bir bilsen. gören herkes takdir ediyordu gururumu. üzerinde iyi duruyor bu sakın çıkarma dediler. sen gittikten sonra her gece girdiğim o evde, duvarlarda yankılanan sesimden kaçabilmek için aynı duvarlara vuruyordum başımı. ertesi gün yine o büyük kumandan edasıyla yeniden çıkıyordum insan içine, içimde ki insanı bırakıp o evin en soğuk köşesine...

seni bıraktığım günden beri, bilmediğim şehirlerin, bilmediğim sokaklarına bakan otel odalarında uyanıyorum. kanımda dün geceden kalma alkol birikintileri, aklımda yazılamamış sevda sözleri, üzerimde bir fahişenin üçüncü sınıf parfümünün kokusu... seni bıraktığım günden beri ben kiminle yatsam, içimdeki adam tecavüze uğruyor sanıyorum. her sabah huysuz bir güne küfrederek uyanıyorum...

yaşadıklarımın sorumluluğunu taşıyorum yüzyıllardır. hangi tarihin, hangi kitabında vardım ben? hangi dipnotla açıklanmaya çalışılmış? pek fazla bilinmeyen bir dilde karşılışım aranmış, olmamışım.
hala uyanamamışım bu ölüm uykusundan. yokluğunun ardından içimde biriktirdiklerim sığmamış barajlarıma, kapakları açmışım. kendi köyümü sular altında bırakırken en çok kendi bedenime ağlamışım. kaybolmuş ruhumun peşinden gidiyorum yıllardır. ne bir bedende ne de bir sahil şeridinde kime sorsam:
-tanıdık ama anımsayamıyorum
diyor... şimdi yıllar sonra komadan çıkarmaya çalışma beni. bağlı olduğum makinanın fişini çekmek için senden onay bekliyor, tüm kahrolası baş hekimler!

seni bırakıp gittiğimden beri, senin daha çok sözun geçiyor karanlık hayatımda. ve ben şimdi ne zaman canımı yakmak istesem, seni düşünüyor, ne zaman yorulsam bu acıdan, sana uyuyorum...

şimdi, ne sen eski aşkımsın benim, ne de ben, yeni bir sevdanın ihtiyar şairi. gittiğimden beri hayatımdan çıkardım seninle birlikte, sana yazdığım tüm güzellikleri. sen sustuğun anda yitirdiğin cesaretini, ben ise yıllardır taşıyorum, korkak bir fare gibi yaşamanın asaletini...

unut gitsin! benim senden kazandığım zaferlerim apoletlerime işlenmiş, tören üniformalarını giymiş soytarı gibiyim. senin ise benden kalan yaraların iyileşmek yerine daha derinlere işlemiş.
en guzel şiirini yazarken bir şairin,
kırılan kalemi gibisin...

9 Nisan 2014 Çarşamba

kayıp mektuplar-19

kalbimin közünde ki kıvılcımlardan geriye kül rengi bulutlar kaldı. eski aşkların çarpıntısıyla ertelediğim her kelime şimdi dudaklarımın ucunda çığlığa dönüyor. şimdi dalgalardan yorgun, umutsuz bir sahil şeridi gibiyim. kıyılarımda batan yüzlerce geminin yasını tutuyorum. sen, kumsalımda mahsur kalmış martı çığlığı gibisin. sesini duyuyorum, seni görüyorum, biliyorsun...

çarptığın benim yüreğim mi? yoksa sen zaten kendini kıyıya son anda atmış, boğulmak üzere olan kazazede misin? bana yaralarını göster. sana kelimelerimden pansumanlar yapabileyim. kalbimin kapısında yerin yok senin. ya içeri girmelisin ya da yaklaşma bile, ben neşterlerimi alıp gelirim sana.

kaldırılıp kapatıldığın, üzerine beyaz bir örtü bırakılan, soğuk bir odadasın şimdi. yanında soğuk ve morarmış elleriyle bir dolu insan. sana elimi uzatsam, daha mı sıcak olacak sanıyorsun? bir kadavra bile olsan uzandığın yerde, senin farklı bir çalışma olduğun öyle bariz ki. sanatçısının, güzelliğini kıskanıp kimseye göstermeden bir dolabın arkasına sakladığı tablo gibisin...

sana seslenemem. suskunluğum, işlemek isteyipte cesaret edemediğim, belki de bu yüzden
üstlenmek için en öne çıktığım, faili meçhul bir cinayettir. sana umut vaat edemem. yıllar önce çıkarıp astığımdan beri ruhumu bir rüzgarın kollarına, ne bu beden gülümsüyor hayata, ne de bu ruh
isyan etmeden durabiliyor.

ben entellektüel ve sofistike bir kaçık değilim! ne halkının sokaklarından geçtim, ne de burjuvanın teras katlarında yapılan kutlamalardan... kan bağımlısı bir cerrahım artık. beni nakledecek hasta bulamadığımdan beri, kendimi kanatıyorum. söylesene, umut arıyorken çıktığın bu yolda, ne kadar göze alabirsin?
bana yazarken ve beni okurken,
kan kaybından ölebilme ihtimallerini...?

ille de bu gece gelmelisin!

Acımasızlığım nasır tutmuş, ellerim gibi.
aşk insandan gidince böyle yapmıyor,
aynı yaranın üzerini aşkla dağladığın zaman
insan bu hale geliyor.
bu mahkemenin aleyhimde sunduğu bütün delilleri ve suçlamaları kabulleniyorum.
Bana yüklemek istediğin tüm suçları üstleniyorum.
gelip adalete teslim olduğumdan beri,
konuşursam,
hakkımdaki infaz ömür boyu müebbete çevrilirmiş...
Ölüm karşılığında konuşmayı kabul ettim.
Aşk karşısında susmayı kabul ettiğim gibi...
Kalbinden damlayan her kan damlasında,
sen kokan her kelimede benim parmak izlerim bulunmuş.
Seni bırakıp gittiğimden beri anons ediyorlar adımı.
Görüldüğüm yerde katlim vacipmiş.
Yeni cami imamı fetva çıkarmış.
Eski camilerin gölgesine saklanıyorum günlerdir.
Gelip adalete teslim olsam,
Tüm işlemediğim suçları üstlensem,
Acın diner mi sanıyorsun?
Kaybolan ruhumun yerine seninkini koymayı istedim sadece.
Sana ben naklindeki başarısızlıklarımı
`ten uyuşmazlığı` maskesi altında sakladım yıllar boyu.
Damarlarıma enjekte edemediğim her damlanda seni suçladım.
Seni bırakıp gittiğimden beri,
Kırılmadık kalem bırakmadı içimde ki yargıçlar…

Gideceğini hissettiğim gün,
Gitmeyi aklıma koyduğum gündü.
Gitmene engel olamamak,
Sönüp gitmektense yanıp yokolmayı göze almaktı.
Yollarına serdiğim canımın kırıkları,
Sen kanarken ben ağlamamayı öğretiyordum kalbime.
Sen ağlarken gülümsemeye başladım.
Nihayet seni bıraktığım gün,
Ucuz bir yalakalıkla üstlendiğim şu hayatın,
Zehriyle uyuşup uyanmayı öğrendim.
Şimdi alkol ikindilerinde,
Göğün berrak mavisinde,
Gecenin kör karanlığında bir kız çocuğu teninde,
Senin yanıyorum dediğin,
Benim yokluğuna üşümemden başka bir şey değildi...

Gideceğini hissettiğimde gittiğim gibi,
Sesine ses verdiğimde
geleceğini bildiğim gibi,
Gözlerimi kaçırdım senden.
Dedim ya:
Ne ben o eski şairim artık,
Ne de sen o güclü kız çocuğu…
Bu tarihi binayı restore işlemleri sırasında kundaklamışlardı yıllar önce.
Hala enkazında ürkekliğim var.
Ne sana seslenebiliyorum,
Ne gözlerimi gözlerine dikip,
Yeni bir umuda yelken açabiliyorum.
Şimdi yorgunluğum ve ihtiyarlığım için beni suçluyorsun.
Kabul!
Bu suçu da üstleniyorum…

Bir morg odasında eksi 14 derecede yan yana sedyelerde yatan iki ceset gibiyiz.
Sen sıcağıma hasret,
Ben teninin kokusuna.
Ne sen uzanıp dokunabiliyorsun bana,
Ne de ben uzanabilmen için gözlerimi açabiliyorum.
Anılarımızın gösterdigi yönde,
eskileri alıp yenileri veriyoruz.
Elimizde bunlar mı kaldı şimdi?
Geçmiş zaman melankolisi içinde hesaplar soruyoruz...

Biz olmayı bıraktığımız andan beri,
yalnızlık kene gibi yapışmış kanatlarımıza.
Ne uçabiliyorduk artık,
Ne de uçmayı hayal edebiliyorduk.
Beyoğlu barlarında ki cuma geceleri eğlencelerimiz.
Teras katında ki esintinin içinde
gözlerine takılıp kaldığım anda,
An'da,
O an…
Gülümsemen ve kahkahanın ardından ilk defa titremiştim bir kadına dokunurken.
Ne o teras katı, ne o esinti,
Bakışlarında ki o yangından ilk kurtarılacaklar listesine birinci sıradan konulması gereken,
Tüm saflığınla varlığın…
Ne doğru kelime vardı o an,
ne de doğru zaman,
doğru insan...
Tuhaf bir girdabın içinde,
İçine doğru akıyordum,
Sen içime yol alırken...

Senden ayrıldığımdan beri o yavru kediyi göremiyorum.
Son anda dört tekerlekli canavardan kurtardığımız.
Günlerdir canavarların arasından gözlerim kapalı geçiyorum.
Ne bir fren sesi ne bir acı çığlık.
Seni bıraktığımdan beri yavru kedi beni bıraktı,
Ölüm yakamı,
Hayat ruhumu,
Ben kendimi…

Kendi aleyhimde tanıklık yapmayı da kabul ediyorum.
İstediğin oldu işte.
Tüm cinayet silahlarına dokundum ben.
Gereken dna testleri de yapılsın,
Kendi hayatımın ırzına geçen benim!
Üstleniyorum sorumluluğumu.
Sevmek kavramı sıradan bir edebiyat fiili`nden başka bir şey değil artık.
Sana kalbini geri getirdim.
Ayrıldığımda pamuklara sarıp sakladığım,
Yanlışlıkla görürümde yumuşarım diye
üçüncü sınıf bir emanetçiye bıraktığım,
Üzerinde eski kırıkların izleri kalmış kalbini...

Kimi zaman,
Zamansız uyanır uykumdan,
alkol yetmezliğinden girdiğim krizlerden nefes alamaz,
pencereyi açar rüzgarı içime çekerdim.
birlikte olduğumuz gecelerin sabahında,
sen pencereyi açıp şehrin sokaklarını izlerdin alacakaranlıkta...
rüzgar eser kokunla dolardı odanın içi.
başka bir tanrının çocuğu gibi hissederdim kendimi.
şimdi ise yokluğunda,
yatağımda ölü bulunamayıp,
bir gün daha yaşamaya mahküm edildiğim için,
şeytanla pazarlıklara oturuyorum.
ruhum beş para etmiyormuş.
belki de bu yüzden,
şeytan bile istemiyor varlığımı…

ne alkol, alkol artık, ne de sigaram.
damarlarımda ki kokuşmuşluktan yoruldum.
bir gün ansızın gelip seni alsam diyorum yalan değil...
aklımdan bunları geçirmeye cesaretim var hala,
kollarım ciddiye almasa da...
her yer kan,
her yer karanlık.
yoruldum durup durup seni özlemekten.
benim kör inadım,
senin görüpte anlayamayışın,
ne kadar cabuk büyüyen iki çocuktuk biz!
benim elimde telli arabam,
seninkinde oyuncak bebeklerin,
şimdi benim seyrimde yalnız bir ölüm kol geziyor,
seninkinde çaresiz bir bekleyiş.
her şeyi unut!
sadece beni düşün...
sana gelsem,
sana kullanılmamış bir düş getirsem,
benimle bu yıkımın
son halka açık gösterimini en önden,
ellerimden tutup izler misin?
Başka bir seans daha olmayacak.
Ya şimdi gelmelisin,
Ya da
Bu suçlu ruhum,
İkinci bir defa idamla yargılanıp asılmayacak...
Şimdi gelmelisin!
Çünkü sabah her şey için çok geç olacak...

diktatör!

yoruldum al beni!
ne gidebiliyorum ne de kalıyor.
her geçen dakika canım yanıyor,
geçmeyen canımı alıyor...
uzaklığın kadar derine düşüyorum,
ağladığım kadar utanıyorum kendimden.
gelsene simdi...
tüm kanun hükmünde ki kararnamelere inat,
demokrasinin canı cehenneme,
senin diktatörlüğüne tutuldum ben.
zulmet bana,
seçtiğim senin adaletin.
kestiğin yerde güller açar...
aç göğsümü,
kanattığın yerde yokluğuna yazılan karalamalar.
yeni bir söz bulamadığım için
sana yazılıyorum artık.
yazmadığım her an kabuğu soyuluyor hayatın.
vitamini kabuğunda mıydı?
yoksa sen hayatımdasın diye mi,
bu kadar anlamlıydı.
ölümün sıradan günlere paylaştırıldığı
gündüz karın ağrıları, akşamları alkol sızıntıları...

şair bozuntusu!

tek şiirlik şairdim ben.
yaralarımı sevgiliye bırakıp sokağa çıktım.
o gün bugün kağıt toplar,
topladıklarıma tek satır yazamam.
tanrım ona acır, bana dokunur.
bana dokunur, ona aşık olur.
geldiğinden beri,
giden her anım,
tuttuğum her günlük sayfası,
zamanı yazınca durmuyor hayat!
hayatı yazıyoruz diye
adam sanıyoruz kendimizi...
hissedilemeyenlerin resmini çizemiyoruz.
aslında aklımıza işlenen hayallerin kurgusuna aşinayız biz,
sahip olamadığımız bilincin ağırlıgına mahkum...

hala yoksun diye yazılıyor bunlar,
gelseydin yokluğunla açılmazdı bu karanlık...

özlediğin ben,
beklediğin ben,
aklından çıkarıpta,
bir dakika uyuyamadığın ben.
şimdi ben,
senin, başka bir hayata tutunamadığın,
senden başka bir kadına tutulsaydım,
ne sen kalırdın ardımda
ne de ben
bu kafiyesiz şiirin nefes alamayan satır aralarında...

gitme dememle kalsan ne olur!

gitmelisin şimdi!
karnımın ağrısının tek zanlısı.
dinlediğim her şarkının gizli öznesinde seni bulduğum için,
edebiyat hocam kızıyor bana.
gittiğinden beri sana akıyor aklım,
gelirsin diye durduruluyor zaman.
gelmezsin diye kızılaydan yardım talep ediliyor,
uzun zamandır bu ülkenin ihtiyaçlarına tanrı bakmıyor,
baktığı yerlere insan gitmiyor...

canım yanıyor,
kalsaydın diye söyleyemediklerim,
gittikten sonra yüreğime ağır geliyor.
şimdi ardından seslendiklerim,
yutkunurken boğazıma takılıyor.
yorgunum yıllardır yalnız yaşamaktan.
inandım işte söylediğin her söze,
kal biraz daha!
yalan söyliyeceğim sana,
oyun oynayacağım,
rol yapacağım,
kandırıcağım seni,
ama ne olur kal!

inandığın inanmadığın,
duyupta duymazdan geldiğin,
görüpte gözlerini kapadığın,
giderken aklını bıraktığın ben...
sevgilin!
şimdi başını o soğuk yastığa koyduğunda uyumuyorsun.
dudaklarını ısırıyorsun beni düşünürken,
avuçların terliyor özlerken.
bana geleceksin diye,
tenin kıpır kıpır...

sesini duymayı özledim ben.
söyleyemediğin her sözün sorumluluğunu alıyorum,
soylediklerinin hükmünü.
gelirsin diye açık bırakacağım dudaklarımı,
gelmezsin diye sigortalattıramadım aklımı.
şsimdi sen diye karanlığa sarıyorum düşlerimi,
duyarsın diye rüzgara fısıldıyorum,
aşk diye inlemelerimi....

8 Nisan 2014 Salı

sensiz geçen günlerin kazası yok be sevgili!

suçüstü yapılmış bir sevdanın tam ortasında yakaladın beni.
günlerdir tek kişilik haremim oldun,
kıvrımlarına adadım sözlerimi.
ettiğim her yemin,
altını imzaladıgım her senet,
ödediğim her bedel,
geldiğin kadar götürdün benden...

esmer tenine değmemiş rüzgar,
hissettiğin nefesimdir.
geldiğinden beri iç çekişlerim.
senden önce hiç mi nefes almadı bu beden?
senden önce hiç mi dokunmadı bir kız çocuğuna?
şimdi nedir bu telaş?
yokluğuna adadığım tüm adaklarım,
varlığınla inandığım tanrım!
gelirsin diye açık bıraktığım dudaklarım,
susuzluğumda ben hala gözlerimi kaparım.
sen benim en asil tek kişilik haremim..
esmer tenine değmemiş güneş,
şimdi içini yakan benim öpüşlerim...

uyuyacaksın ya şimdi!

talihsizliğimin açıklamalarıyla ilgileniyorum kaç gündür.
ne yazacak kadar güçlüyüm,
ne de yazmadan duracak kadar cesur.
hayatıma her giriş çıkışının farkında olmadığımı düşünmen
canımı yakıyor.
ucuz numaralarla yoksulluğumun mazereti olarak
seni göstermekten baska bir şey gelmiyor elimden.
ben hala gelirsin diye,
aklımda saklıyorum edeceğim yeminleri.
başımda ki ağrıyı dindirebilmek için
uydurduğum yalanlardan sıkıldım.
yeni bir gün,
yeni bir sabah,
yeni bir ben ütopyasında beklerken,
tanrıyla pazarlıklarım sonuçsuz kalacak biliyorum.
ve bu işgal devam edecek.
bir süredir birleşmiş milletler ilgilenmiyor olanlarla.
karnımın üzerinde biriken su damlaları,
gözlerimde ki boş bakışların,
gelirsin diye açık bıraktığım,
açıklığını bağlayamadığım...
çaresizliğim hala Türkçe'ye çevrilemiyor.
Kürtçe bir sevdanın ikliminde üşüyorum ben.
her gece koynunda uyuduğum senin esmer tenin.
her sabah uyandığım soluk şehirlerin...

olmuyor!
ne alkol yetiyor unutmama,
ne de şiirim,
sana daha çok bağlanmama...
öptüğüm her kadın,
inandığım her yalan,
gördüğüm hayal kırığı,
sakındığım, açıklayamadıklarım,
yokluğunu anlatamıyorum artık.
her yazdığım kelimem kızgın bana.
ertesi günün sorumluluğu,
yaşımın sorumsuzluğu,
sana söylenecek tek bir cümlem bile kalmadı...

7 Nisan 2014 Pazartesi

kayıp mektuplar-18

işte hayat bu, mutlu son yok baba!
bekliyorum ve beklemede ki tahammülsüzlüğüm yüzünden nefret ediyorum yaşamaktan. boğazıma kaçan yanık ispirto. alkol diye, kıvamında alınan kolonya karışımlarına emanet ediyoruz yalnızlığımızı. kaybedecek ne var? hangi vaatle pişirilip önümüze kondu bu hayat? şimdi kaybedeceğiz belki, diye komplo teorileri üretiyoruz...

ne doğumun senin elindeydi, ne de ölümün olacak. tek kişilik bir orgazmın sonrasında yine kendine kalacaksın. titremelerin geçince, aklın uyuşmuşluğu karşısında eline geçen bir kaç saatin... sen o bir kaç saati dağıttığın zaman, kendine geldiğinde gördüğün çaresizliğin... sen o çaresizliği bir şişe içkiye gömdüğünde, uyandığın ertesi günün ve sen her ertesi günde, yeni bir yalnızlığa soyunan fahişe ruhun! ruhunu içinden çıkardığın zaman geriye kalan posası...

toprak olacaksın değil mi büyüyünce? askere gidiceksin, geri gelmiyeceksin. yanlışlıkla gelirsen ya da askere hiç gitmezsen, ikinci bir acil çözüm paketi yok tanrının. mecbur üzerine düşen görevleri yapacaksın. ve hala insan olarak bu dünyada, yangın anında kurtarılacaklar listesinde evrak dolabından sonra geliyoruz... belki de bu yüzden, hala bu ülkede, soğuk metalik mavi dolaplara
daha bir insan ciddiyetiyle bakıyoruz...

al bu titremeleri içine sar! göğsünde uyut, aklında soğut... yorgunum, kısık ateşte pişirilmekten. mümkünse fırına verin beni, unutun çıkarmayı!
sonra...
sonrası hiç.
unutun bu karalamayı...

5 Nisan 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-17

aklımın ucundan geçen zaman, göğsümün kafesine sıkışan hayat. parmaklarımın ucunda küfre dönüşüyor minnettarlık sözcükleri. aldığım tadın bir karşılığı yok. seni sevmiyorum, seviyorsam anlamı yok! ben yokum aslında, varlığım inceden bir sızı. kalbimin közünde kıvılcım kıvamında ağrıyan...

erken boşalmanın talihsizliğine kapılıp, yazıya dökülememiş hayal kırığı. hayalin kırığı olmaz aslında. kırılıyorsa o gerçektir! hangi düş yorgunu ışık aynadan yansırken silüetini kaybetmiş? olduğundan fazla anlamı ona yükleyen biziz. şimdi neden, dokunamıyoruz diye kendimize ceza veririz? dokunabiliyoruz diye ertesinde sevgiliye sevda siirleri yükleriz. senin kollarında kendimi unuttugum on sekiz saniyeye aşıktım ben. bana beni unutturduğun, aklımı uyuşturup, her türlü aldanmışlığa hazırlayıp sunduğun... on sekiz saniyelik sevdanın hükmünde zaman. sonrasında geçen on sekiz yılın toplamı hala bir kanun hükmünde kararname gücünde değil hayatım üzerinde ve sen,
nefesimi göğsünün kafesine hapseden, bakışlarımı gözlerinin mavisine, aklımı sıcaklığına, varlığımı ellerinin arasına...
ve sen`inmiydi bu büyülü zaman? yoksa hayat öyle berbattı ki...
sen sarıldığım yılan mıydın?
hiç durmadan gözlerini gözlerimden kaçırırken...

reyting!

damarlarımda gezinen şeytan.
aklımın ucunda ki acil çıkış kapısı.
ardından bakan boş bakışlarım,
kalsaydın yokluğunla, yok olmazdı bu şehir!
damarlarımda gezinen alkol.
parmak uçlarımda sigaranın sarartmışlığı,
kalsaydın yokluğunla dağlanmazdı bu beden.
şehvetim parmaklarımın arasında,
yazamıyorum...
senden sonra hiç bir şiiri okuyamıyorum.
kalsaydın, ispata gerek duyulmazdı tanrının.
ve aksi ispat edilene kadar sucsuz sayılırdı bütün sanıklıklarım.
oysa ki sandıklarımın ötesinde,
sandık`larımın içinde,
aklımın ücrasında,
sakınıp sakladığım,
yokluğuna adaklar adadığım,
gelişine kurbanlar kestiğim
gidişine kendimi kurban ettiğim,
bu hayat bulmacasında,
eksik parçaları yerlerine koydum.
koyamadıklarımın altında ezildim.
bunca zaman sonra,
sensin diye bir kadınn kollarında kendimi kaybettim.
sonra buldum gazete köşelerinde,
3. sınıf haber programlarına konu oldum.
reyting alamadım diye yayından kaldırıldım...

şimdi ben senin dokunmak istemediğin,
şimdi ben senin öpmek istemediğin,
yani ben sevgilim.
senin çıkıp giderken üstünü örtmediğin,
sevgilin!
seni sevmekten başka bir şey bilseydim,
bir gün daha yaşamak isterdim...

3 Nisan 2014 Perşembe

kayıp mektuplar-16

altı tane bira içtikten sonra, iki metre ötede duran bira şişesine leblebi sokabilmek gibi kötü alışkanlıklarımız vardı bizim. ve biz efes pilsen şişesinde ki etiketi sökmeden rahat edemezdik içki masasında... Teoman ve Yılmaz Erdoğan'dan arak cümleler arasına kafiyeli sözler sıkıştırıp, karşımızdakine psikolojik gerilimler yüklemeyi marifet sayanlardandık. oysa ki kendi söylediğimize kendimiz bile inanmayacak kadar iktidarsızdık. sahip olamadığımız iktidarların eksikliğini kelimelere yükledik. hala hangi otobüs durağında on dakikadan fazla otobüs bekliyor olsak, iett genel müdürüne ve yardımcısına küfrediyor bulurduk kendimizi...

oysa ki İstanbul'da yaşıyor olmanın bedelini harcadığımız zamanlarla ödüyorduk ki, aslında para vermekle kıyaslanınca bu o kadar da önemli değildi. para isteme benden, buz gibi soğurum senden, deyimini ata sözü haline getirecek kadar üstünde duruyorduk bu kavramın ve devalue edilen yeni Türk lirasının cebimizde açtığı deliği, içimizde sevgilinin açtığı yaradan daha çok önemsiyor oluyorduk.

bütün bunlar düş! ve uyanmadan hemen önce hızlıdan bir yazı akıp geçer. bu hikayede bahsedilen kişi, olay ve yerlerin gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur diye. madem gerçeklerle ilgimiz yoktu, ne işimiz vardı bu dünyada? biri bizimle kafa yapıyor ama bu kişiye kimsin sen diyecek kadar yetki verilmemiş aklımıza...

 sessizlik modunda ki hayatımızda, dikkat çekebilmek için birilerinin eteklerini öpme derdine düşmüşüz, öpmediğimiz her etek bize suskunluk olarak geri dönmüş. oysa biz baraj ve okul yapılsın diye vergi vermiyormuyduk? bu çeteleri ve derin devleti kim, hangi vergiyle yarattı?  ve ben hangi ülkenin çocuğuydum ki, şimdi ne yana baksam karanlık...

önümde koskoca bir ömür. çevremde yüzbinlerce insan. hepsinin yüzünde gülünç bir aldanmışlık...
herkes mutlu kapı gıcırdamıyor diye, sukunet korunmuş. koruduğumuz sukunet günah keçilerimizin ağzını bağlamaktan öteye geçmiyor artık ve biz kendi günahlarımıza keçi vazifesindeyiz...
bu yüzden kendi tanrılarımızın boyunduruğunda, ne sağa bakabiliyoruz ne sola...
her yön biraz daha üstümüze geliyor...
ve biz secde ediyoruz insandan bozma tanrılara...

geçmiş zaman, tekrar eden ben!

küçük, sevgi dolu ruh parçalarıydık biz.
hergün erozyona uğradı topraklarımız,
bir gün çöle dönmesin diye aklımız,
tema vakfindan bağışlar kabul ettik...
karın ağrılarının nedeni olarak,
yalın ayak betona bastığımızı düşünürken,
bazı duraklardan geçen otobüslerin,
o duraklarda durmadığını yazılı metinlerle öğrendik.
ve o zamanlarda sokağa çıkma yasağı uygulanırdı biz sayılırken...
belki de hayatımız boyunca
gerçek anlamda sayılıp adam yerine konduğumuz iki zamandan biriydi,
nüfus sayılması,
vergi kimlik numarası...

kaptansız bir geminin müfredeta aykırı eğitilmiş denizcileriydik biz.
hesapsız ve zamansız bir denizaltıyla çarpışıp,
karaya yakın yerden suya verilmiş,
ardımızdan devlet töreni yapılmış,
geride kalanlarımıza şeref madalyası...
herkes biliyor,
ölümün üzerinden iki ay geçince,
o madalya süs eşyası oluyor,
vitrindeki buzlu bardakların arasında...

yürüyorum bir kez daha.
kendimi aldanmışlığın hazzıyla tazeliyorken,
tavşan kanı demli bir çay misali,
lavaboda koyu bir iz bırakıyorum.
ardımdan gelen kelimelerim,
ilk sağanakta eriyip gidecekler,
ve öptüğüm her kadın dudaklarını ısıracak,
üçüncü sınıf bir gazetenin,
altıncı sayfasında ki,
altı puntoluk harflerle yazılmış ölüm ilanımı okuduğunda...

her ne kadar bu kullarına alkol tadında hayaller sunarken ben,
kimbilir?
eski bir anıyı anımsatıyordum.
hani ortasından katlanmış,
derin kıvrım izleri bulunan, renkleri solmuş,
renkli bir çocukluk resminin anısı gibi.
eski model bir anadolun kaportasına oturtulmuş,
kısa pantalonlu,
kısa boylu,
küçük beklentiler içinde,
bir erkek çocuğuyken...

tuhaf !
ne diyordum unuttum şimdi.
oysa,
ne yaşıyordum ben,
ne de ölüyor...

2 Nisan 2014 Çarşamba

kaza süsü verilmiş intihar...

parmaklarımn ucunda küfre dönüşüyor minnettarlık duaları.
kalbimin kırıklarını biriktirip kolye yapıyorum boynuma.
kaza süsü veriyorum intiharıma,
kim görse duysa takdir-i ilahi diyecek.
zaten son günlerde
ilahi güç sadece ölumleri takdir eder oldu.
hiç bir yaşam kutsal sayılmıyor,
ve her hayal kırıntısı
gerçege yüz metreden fazla yaklaşırsa vuruluyor...

tutkunun gücünü aldatılınca anlayan yabani hayvanlar gibiyiz.
biri canımızı yaksa, kıyamet oluyor üzerine yağıyoruz.
bazen mazeret aramıyoruz bunun için.
karambolde bırakılmış bir pozisyon gibiyiz,
tanrı bile sadece izliyor.
sorumluluk iki ucu kızgın demir parçası,
insan bile sadece mecbur kalırsa üstleniyor...

kaza süsü veriyorum intiharıma.
aşık olduğum kadın bile yanlışlığın farkında değil.
yarın sabah güneş doğar diye uykuya dalıyor bu ruhlar,
yarın güneş doğmazsa, kimse inanmayacak tanrısına.
ve belki de tam da bu yüzden,
öldükten sonra hayat var mı diye pazarlığa girisir kullar
tanrılarıyla.
ve hiç bir tanrı yok demez.
ve her tanrının koşulları vardır, vaatleri için.
günümüz politikacıları gibi.
öldükten sonra köşeyi döndük demektir,
ha gayret!

kaza süsü veriyorum intiharıma.
tanrımın bana vereceği cezayı hafifletmek için dualar ediyorum artık geceleri,
korkuyorum.
hala tek başıma ıssız bir çölde soğuktan donuyorum,
bedenimi sıcak kumlara gömsem de,
hala eksi altı derecede donuyor yalnızlığım.
ellerimde vaat edilebilecek zaferler yok.
son yıkımımın, en ön sırasını ayırdım sana,
izlediklerine dayanabilmen için tanrıma dua ettim.
kalkıp giderken sen,
dur diyemedim,
şimdi geri gelmiyorsun diye kurşuna dizdiğim,
kendi bedenim...

doğru düzgün bir cümle kurmaktan aciz,
kumarlar oynuyorum yaralı ruhumun üzerine.
şeytanın, ırzına geçtiği bir faniyim ben!
kaçınılmazdan zevk alırken,
bağımlısı olmuş...
yüzyıllardır bu kısır döngünün,
sadeleştirilemez paydası olmuş...

son baharın, son yaprağında gülümsemek gibi.
şsimdi sana ne söylesem, ellerimde ufalanıyor.
gittin biliyorum.
kal diyemediğim için,
gittiğinden beri kendimi sorguya çekiyorum,
temyize gidemesin diye,
yürürlükte ki yasaları değiştiriyorum.

canım sıkılıyor...
'canım ne haber?' demeyi özledim...
şimdi buz gibi iki kelime,
devlet dairesinde prosedür gereği,
dilekçene başlarken 'sayın' demek gibi.
'sayın' diyorum ama, ne kadar sayıyorum?
şimdi sana 'canım' diyorum,
ne kadar canımdansın?
korkuyorum,
'gittim' diyeceksin diye,
ya da
neyse işte...

kaçınılmazlığı ertelemek için uğraştık durduk.
sabah oluyor işte,
sıradan fani kullar olarak hala bunu değiştirmeye yetkimiz yok.
ve biz hala başka kayıp ruhlara aşığız.
ve sen gelmiyorsun diye,
canımı yakıyorum,
açıklayamıyorum...
seni çıkardıktan sonra hayatımdan,
geride kalan boşluğa,
mantıklı bir doluluk uyduramıyorum...

insan kaçağı!

kırılan her kelime,
dokunulamayan her his...
karnımın üzerinde ki elin sahibi sen misin?
şimdi kalbini kırıp görmezden geldiğim...

uyuyor musun?
giderken yoksulluğun,
kalırken zenginliğin...
bir sınır şehrinin valisi gibisin.
gümrükten kaçak geçenlerin ardından,
alınası rüşvetlerin kokusuyla sarhoşsun.
kara sularında bir mülteciyim ben,
vur emirlerinin ötesine geçmiş.
insan hakları mahkemesiyle dokunulmazlık almış.
hala aleyhimde ki tüm suçlamaları red ediyorum!
devlet bana bir avukat vermiş.
ben avukatlarımı biriktirip otuz kupona çekilişle kitap alıyorum.
yediğim müebbetlerin hesabı yok!
ben yokluğunda yüz kızartıcı suçlardan hüküm giyiyorum.

giderken düşürdüğün bakışların,
bıraktığın gülümsemen,
üstünü örtmediğin kelimelerin...
şimdi ben kiminle bitirsem bu şiiri,
ona ait olmuyor.
şimdi ben senin önünde hangi kelimeyi diz çöktürsem,
benim gibi mahçup,
ağlayamıyor...

kara haber...

Haberini aldığımdan beri
Ne söylenmeli ya da ne yazılmalı bilmiyorum.
Yazmayı yeni öğrenmişim gibi, belki de hissetmeyi...
Bütün kelimelerim ihanet edip kendilerini yüksek bir yere çıkardılar.
Ben bulanık suyla dolu bir kuyudayım.

Haberini aldığımdan beri biraz daha anlamını yitirdi hayatımda ki olan bitenler.
İptal edilen iş sözleşmeleri,
Son ödeme tarihi geçmiş faturalar,
Sayısalda 6 olmasa da 5 tutturabilme ihtimaliyle düşünülen tuhaf kurnazlıklar...
Günlerdir beklediğim ama vizyona çıktığı halde izlemeye gidemediğim filmler.
Enflasyon düşüyormuş, ekonomi düzelmiş,
Ezilen halkların kardeşliği, karamsarlığı,
Sevgiliden kalan ürkek bakışlar,
Platonik sevgi kaçamakları...
Yine geç kalktım bu sabah,
Yine kaçırdım otobüsü.
Ve yine yağmur var istanbulda,
Hüzün dizboyu...
Karnımda başarısız bir ameliyattan kalma dikiş izleri.
Haberini aldığımdan beri
zaten anlamsızılık yüklediğim bu hayat karşısında
hükmen galip hissettim kendimi...

Kimbilir?
Hiç tanışmamıştık seninle
…belki de doğru düzgün hiç konuşamadık.
Elimizde ortak bir acının kafiyeleriyle,
yeterince kullanılamamış kelimelerimiz vardı.
İkimiz de biliyorduk,
Ne senin acını hafifletiyordu yazmak ne de benimkini...
Kimse ortak olamıyordu.
en iyi niyetlileri bile
zoraki bir tekrar sunuyordu kapatamadığımız yaralarımıza.
Herkez acımıza bakıp büyüklüğüne şapka çıkarıyordu.
ama kimse hissedemiyordu olan biteni.
Yalnızılığından ve çaresizliğinden ölesiye korkuyordum yazarken.
Bunu sana hiç söyleyemedim...
Şimdi gidişinin haberini aldığımdan beri
içimde tuhaf bir sıkıntı,
Aradığın huzuru bulabildin mi?
Umarım bulmuşsundur.
ardından acılarıma eklediğim yokluğunun ağrısını
bir ömur boyu taşımama değmeli...
Umarım gittiğin yerde,
aşık olduğun adamla buluşmuşsundur ve özlemin bitmiştir.
Şimdi geride kalanlarından biri olarak
bu hayatın anlamsızlığına rağmen sürdürmeme değmeli.

Ne söylemem ne yazmam gerektiğini bilmiyorum.
Senle konuşurken yaşamak için sudan bahaneler üretirdim sürekli...
Kaybettiğin aşkın için,
onunla yapabileceğin her şeyi,
O'nsuz ama O'nu aklından çıkarmadan,
inadına yapman gerektiğini savundum,
Hiç durmadan..
Tek başına kalmanın zorluğunu biliyorum diyemedim sana,
çaresizliğini, acını biliyorum diyemedim.
Kimse bilemezdi bunu….
Sadece, inadına, bir hayata devam etmeni dilemiştim.
Sana bir ölümün acısını azaltabilecek kelimeler arardım hiç durmadan,
Bulduklarımın gücüne inanırdım.
şimdi hiçbirinin anlamı olmadığını ispat ettin bana.
Hemde bütün kelimelerin üzerinde bir güçle...

Gidişinin haberini aldığımdan beri düşünüyorum,
Hangi insan, hangi varlık, hangi şiir, hangi kelime,
gelip şimdi içimde açılan yarayı kapatabilir?
İyi niyet elçilerini gönderen tanrım şimdi kendi gelse,
Böyle bir hatayı nasıl telafi edebilir?
Bu olmalı mıydı?
Yoksa bu zaten olmuş muydu, biz şimdi farkına vardık...
Buz gibi bir iki kelime,
Kulaklarımızdan damarlarımıza inerken üşüdüğümüzü hissettiğimiz de...

Gittin..
Umarım değmiştir buna,
Umarım şimdi mutlusundur ve acıların dinmiştir.…
Umarım şimdi sevdiğinin yanında, biz geridekilere bakıp gülümsüyorsundur.…
Umarım,
çünkü kahrolası hayatımda ummaktan başka bir halt gelmiyor elimden…

Anita`ya…