28 Mart 2014 Cuma

kralın soytarısı!

kral maskesi takmış bir soytarıyım ben!
zeytin dalından taç yaptım kendime,
kapı eşiginden taht...
emrimde yüzbinlerce kelime,
yoksulluğun ülkesinde dilsiz bi kral!

aşkın kıyısında çadırlar kurdum.
sevdanın ikliminde yalanlar söyledim.
şsimdi ne zaman canım sıkıldı desem,
hırsımdan yıldırım olup düşerim,
modern şehirlerin yeldeğirmenleri üzerine.
şimdi ne zaman yorgunum desem,
makinaya bağlanmış ertelenen bir ölüm planlanır.
Tanrı bunu hep yapar!
ben şimdi ne zaman tamam desem,
inceden bir çığlık karanlıgı yarar.

gitsem ne kadar kaçarım kendimden?
kalsam ne kadar dürüstçe olurdu bu ikiyüzlülük?
emrimde yüzbinlerce kelime,
bu yoksulluk ülkesinde,
sevginin arsızıyım ben...

hangi kadına bağlansam canım yanar.
canım yandıkça ruhum,
başka bedenlere akar...

26 Mart 2014 Çarşamba

bir fahişenin günlükleri...

açık kalmış boş bir sayfa,
nasıl kapanır?
kapanır mı, içine mi kanar sevdanın yaraları?
hangi dilencinin duasına sarılır rüyalar?
hangi dilekler,
dilencinin sadakasıyla gerçek olur?

açık kalmış boş bir kalp.
kilidi beceriksiz aşıklarca zorlanmış,
kapısının eşiğinde derin tornavida izleri.
acemi aşkların med cezirlerinden menteşeleri bozulmuş,
kilidi pas tutmuş,
kapısı kapanmayan,
üstüne üstlük çocukların asılarak koluna sallandıkları...

bir fahişenin günlüklerini okuyorum günlerdir.
hangimiz daha günahkardık?
O`mu harcarken bedenini,
Ben`mi açık bırakırken kalbimi...

yarın hatrımı sorsan ne olur!

gelmiyorsun!
yokluğuna yazamıyorum.
ilk kelimem sensin,
seninle başlayınca susamıyorum...
canım yanıyor.
hayatıma girdiğinden beri
çaresizlik damarlarımda geziniyor.
seni görebilmek için
kime rüşvet teklif etmem gerektiğini bile bilmiyorum.
hala anlayamıyorum,
ilk hangi gün içimde hissettim nefesini.
sensiz uyandığım günden beri nefes alamıyorum.

yoksun şimdi!
yokluğunda kendimi kandıramıyorum.
sana bir şey yazmak istesem olmuyor.
sanki ne senden öncem ne de sonram,
şimdi ki bana benzemiyor.
ve ben seni çıkarınca hayatımdan,
hiç bir limana sığınacak kadar uzun süre suyun üzerinde kalamıyorum...

yoksun şimdi!
içim eriyor.
içimde ki tüm kelime stoklarını erittim yokluğunda.
yazdıklarını takip ettim,
söylediklerini yaptım.
doktorunun sözünden çıkmayan bir hasta gibi.
ölümden korkan değil,
doktoruna bağımlı...
gittiğinden beri bütün saatlerin pillerini çıkardım.
ne zaman senin için elim gitse yalnızlığıma,
hayatıma girdiğin anı düşünuyorum...
kırmızı saçlı sevgilim,
gittiğinden beri,
gelişine kurdum saatlerimi.
içime çektiğim nefes gibisin,
tekrar alamam diye,
bir türlü geri veremiyorum...

kayıp mektuplar-15

bir yabancı selamı ile hüzünlere daldım. kendi ellerimle ben, beni kederlere saldım. sonunda bir oyuncak kara sevda aldım senden, yani değişmedim hala öyle biraz çocuk kaldım...

böyle bir şarkı duyuyorum, ondan sonra sanki biri yangın alarmını çalıştırmış gibi sirenler çalmaya başlıyor, bir telaş bir koşuşturma. herkes yangından ilk kurtaracaklarını alıyor yanına. ben yüreğimi çıkarıyorum kilitledipim dolabımdan. sıkı sıkı sarılıp koşmaya baslıyorum. işte o an da yüreğim olduğunu hissediyorum uzun zamandan sonra. ve başlıyorum yazmaya...

şiir oluyor önce, sonra büyüyor yazdıklarım. makale tadında karalamalarım, ardından küçülüyorum yazdıklarımın altında, taşıyamıyor susuyorum. utandığımdan değil, beceremediğimden kısa cümleler kuruyorum. nokta koyamadığımdan değil, virgüllerle nefes almak hoşuma gittiği için, genis zamanlara sarkıyor söylediklerim. sonra kırmızı ojeleriyle bir kız görüyorum. gözlerinin içi ıpıslak. yeniden dönüyorum şarkıma...

aldanmadan, inanmadan kendi söylediğim yalanlara yeni bir dünya kuruyorum. içinde tüm hırslarım, istemlerim, isteyemediklerim, çekinipte susamadıklarım. sonra şarkı yavaşlıyor, akşam oluyor. ömrün düş yorgunu kızıl ışıkları yüzüme vuruyor. gözlerimi alan, gözlerinin buğusu değil, gidişinin ardından gözlerime kalan çaresizliği...

yok, öyle el gibi, durma gül biraz. sana gülmeler yakışır. yok, öyle güz gibi, soğuk olma. güz ayrılık taşır... ne diyeyim ki? yarım kalmış yüreğimin sancıları. dondurup bir dolaba saklamıştım ben onu.
şimdi kim çaldı bu alarmı? bu siren sesleri... dumansız yangınların, asılsız ihbarları olmalı. canım sıkılıyor, durmadan koşturmaktan. dursam diyorum...

ellerinde yangından ilk kurtarılacaklarıyla bir sürü insan. ben yüreğime sarıldım sımsıkı. şimdi o bile ağır geliyor. sanki hayatımda ki her şeyi kurtarmışımda yangınlarımdan, kalbim duracak diye korkuyorum.
ömrümün son yangınında...

üç renk mavi...

aşk!
bahara uzak,
ölüme yakın,
kadere yenik,
benim dudaklarımın arasında,
senin kalbinde.
benim durmadan iççektiğim,
senin gülümsediğin,
seni düşündükçe bu hayata bağlanmaktan korkuyorum,
seni aklımdan çıkarınca ölümden...
geldiğinden beri neredeyse hiç yazmıyorum,
her gidişinin ardından şairliğim tutuyor.
elinin şeklini aklımda tutup dokunabilmek için senaryolar yazıyorum.
uzun zamandır ilk kez bekliyorum,
kimseyi, hiç birşeyi beklemediğim gibi.
ve özleyebilmeyi anımsadım yokluğunda.
uzanıp camların buğusuna adını yazıyorum,
sonra gülüyorum çocukluğuma,
ama yine de silemiyorum.
hayatıma girdiğinden beri tuhaf bir merhamet dokunuşlarımda,
sokakta gördüğüm her çocuk gülümsüyor
ve ben ne zaman deniz kenarına insem,
bu istanbul sen gibi kokuyor...

25 Mart 2014 Salı

kayıp mektuplar-14

sanırım gelmiyeceksin, ya da gelemiyeceksin... seni beklerken biraz forum sayfalarına baktım. yazdıklarımızı okudum. sonra maillerini okudum. durup durup sana bakıyorum farkında olmadan geldin mi diye. yoksun...

bir iki arkadakla konuştum. çalıstım yani konuşmaya. sonra sıkıldım bir oyun sayfasına girip okey oynadım. masadakilerle tartıştım masadan atıldım. sonra maillerimi kontrol ettim. sana bir şeyler yazmak istedim, yazamadım... kapattım sayfayı. odamın penceresini açtım. soğuktu rüzgar. geceyi dinledim. gökyuzu açıktı ama yıldızlar yoktu. senin yanındadırlar şimdi diye aklımdan geçti.
ekrandan gözlerimi alalı sanırım iki dakika olmuştu, aslında otuz saniye olmuş. yine baktım listeme,
senin dışındaki herkesi engelledim. bir sana açtım kapılarımı, yoktun...

ne yapıyorsun şimdi? uyuyor musun? aklında mıyım? biliyorum bugün seni çok ihmal ettim. doğru düzgün yazamadım, yanınnda olamadım. dışarı çıktım, seni aklıma alamadım. aklımdaydın eve döndüğümde, seni düşünürken başka bir şey yapamadım. sonra sorularım geldi aklıma, yanıtlarım...
yıkımlarımdan sonra ayakta kalmış umutlarım. beni sana taşıyan neydi bilmiyorum. ya da seni aklımın seyrine sokan... biliyorum bugün ihmal ettim seni, hem de çok fazla. belki de yazamadığım icin erteledim bir şeyleri, şimdi yoksun diye canım yanıyor...

aklında mıyım? rüyanda beni görüyor musun? göremezsin değil mi? çünkü görünecek kadar çok olamadık birbirimizin hayatında...

yarından sonra gidebilirim demiştin. şimdi gidişinin yıkıcı etkilerini hesaplıyorum, tüm uzmanlığımla. neyin uzmanlığı bu deme bana! hala küllerimi süpürmeye çalışıyorum aklımın seyrinden... bunun masallarla bir ilgisi yok biliyorum ama masalımsı bir sevdaya dönüşecek diye korkuyorum. hani şu gece yarısı olduğunda, bal kabağına dönüşen araba gibi. bizim ardımızda bırakacak camdan ayakkabılarımız olmayacak biliyorum. tuhaf kelimelerimizden başka hiçbir kanıt bulamayacaklar birlikteliğimize dair... sana dair...

uyuyor musun?
çık gel şimdi, ellerinde yıldızlar, kırmızı ojelerinle... denizin kenarına kadar indim kokunu duymak için. durup durup akıp giden şarkılara müdahale ediyorum. benim istediğimi çalmıyor diye, radyoları kapatıyorum. gelmiyorsun diye kendime surat yapıyorum... biliyorum, bugün ki eşekliğimin iler tutar yanı yok! tutarsızlığımın ağırlığını taşıyabilir miyim bilmiyorum.

ne zaman hayatıma bu kadar girdin diye sormuyorum kendime, çünkü biliyorum. ilk yazdığını okuduğum gün! her şey için çok geçti artık. geniş zamanlı, ikili bir yalnızlığa soyunuyorduk. benim kelimelerim bitecekti, senin sabırların. acımıza öfke nöbetleri ekleyip, intikam çığlıklarıyla yeni eserler yaratacaktık. sınırlarımızın farkındaydık. hayali kurarken, çizgilere basmamaya özen gösteriyorduk.

gerçekten içimdesin şimdi. ayak seslerin kulaklarımda. kokun damağımda saklı kalmış tadın gibi.
merak ediyorum, seni öptüğüm zaman da şimdi ki gibi yanık karanfil mi kokacaksın? merak ediyorum, bu çizgileri geçmeye kalkarsam, sen de beni yakıp bırakacak mısın?

uyuyorsun d`mi...
gelmemenin geçerli bir nedeni olmalı mutlaka. bana kızmadın değil mi? şimdi seni bekleyebilmek için aklıma geleni yazıyorum. seni yanımda tutabilmek için aklıma geleni söylediğim gibi...

uyuyan kadın!
senden yıllar önce yazılmış şiirime mi geldin şimdi? yoksa sen geleceksin diye mi verildi bu kelimeler bana, bilmiyorum. ama şimdi eski şiirlerimi de yeni kelimelerimi de daha çok seviyorum.

yoksun d`mi?
yokluğuna alıştırıyorum kendimi. varlığına tutulduğum gibi. neydi aslında bu olup biten? yarın sabah uyanır uyanmaz, yine bilgisayarın başına geçecek misin? kahvaltını etmeden, yüzünü bile yıkamadan, yine bana bakmak için gelecek misin? ve tüm gün beni aklına sarıp , gelişim için kelimelerini saklayacakmısın? bağımlılığın bağlıyor beni sana her dakika biraz daha fazla. yine benim için bir şeyler yazacak mısın?

çok olurdu değl mi şimdi?
özledim desem,
gel desem,
gelsen...

üç renk beyaz...

bu plansız gelişini açıklayamıyorum.
açıklamakta istemiyorum aslında...
ne çok erteledim sevda sözlerini.
geldiğinden beri hayatıma mavi desem olmuyor,
içim dışım bembeyaz.
dudaklarımda senin gülümsemen.
ben,
sen diye kendime sarılıyorum,
sen diye, aklımda tutuyorum öpüşlerini.
geldiğinden beri hayatım kırmızı.
yüzüm yanıyor durmadan.
ellerimde ki telaş,
gözlerimde ki yokluğunun korkusu.
biliyorum,
aklındayım.
aklımda olman,
yetmiyor...
özlemek iki ucu keskin bıçak.
ne seni çıkarabiliyorum aklımdan,
ne de içimde ki yaraları kanatmadan durabiliyor,
bu durmadan senin peşinden giden kaçak...

22 Mart 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-13

kendi sorularımın altında kalıyorum günlerdir. hiç bir anlamı olması gerekmiyordu yapılanların, yazılanların... ipini koparmış bir uçurtma gibi, rüzgarların kolları arasında savrulan kayıp bir ruhtum ben. şimdi kuramadığım cümlelerin ağırlığını taşıyamıyorum.

sıcaklığın, kelimerine yüklediğin anlamların, tuhaf bir alışkanlık oldu bu. sigaralarım küllüklerde yarım kalıyor, içkim kadehimde. durup durup yazdıklarına geliyorum. bir anlamı olması gerekmiyor biliyorum, ya da soruları karıştırırsak buna, bu her neyse bozulur diye korkuyorum, içim içimi yiyor.
camların buğusuna dokundukça sana yazıyorum. gözlerimi kapadıkça korkuyor, beni gelip alsan diyorum. sonra kendime kızıyor, soramadığım soruları tahtaya diziyorum, tek ayak üzerinde dursunlar diye. bu dönem bitmez bu okul farkındayım. aklım fikrim sende, yokluğunu açıklayamıyorum.

kapanmış yaralarının izlerine dokunmayı istiyorum durmadan. bilmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim sokakları gibisin. ne zaman seni düşünsem, başka bir çıkmazda açıyorum gözlerimi. bu yosun kokusu, bu martı çığlıkları... ellerinde yıldızlarla kapıma gelen o kadın sen misin? gözlerinin altında yorgun yılların izleri. okudukça başka bir rüyaya uyandığım, senin kelimelerin mi?

günlerdir gülümsemeni hayal ediyorum. sen gülümserken, dudaklarının aldığı şekillerin abartılası bir anlatımı olmalı. göremiyorum ama cok güzel olduklarını biliyorum. usta bir ressamın fırçasından çıkmış gibi...

yorgunum. günlerdir nefes almadan yazmaktan. tüm gün durmadan koşturuyorum, zaman çabuk geçsin diye. kaçırdığım bütün vapurlara, bütün randevulara erken gidiyorum. sana yazmaya başladığımdan beri, aklımda ki tüm anılara biraz daha uzaktan bakıyorum, hayatımda ki karanlıklara.
şimdi senin yazdığın her kelime için açıklama istiyorum. çünkü yetmiyorsun, üstüne ekliyorum çaresizliklerimin...

ne kadar derinde olursan ol, umurumda değil, hangi karanlığa neden girdiğin. bütün kimliklerini bırak evden çıkarken! kırıklarını al kalbinin. heba edilmiş kelimelerinin yerine yenilerini koyamayacaksak, ne anlamı kalıyor?
bekle beni!
ya ışığında olacağım,
ya da gelip karanlığında bulacağım seni!

körü körüne...

yaralarını avuçlarımla kaparsam, duracak mı akan kanların?
içinde ki acıları nasıl dindiririm bilmiyorum...
gelmemek mi?
hiç gitmiyorum ki bıraktığın yerden.
yokluğuma alışmayasın diye,
dokunduğum her yerine kelimelerimi bırakıyorum.
okumuyor musun?

bazen, ne yaparsan yap, olmuyor!
ertelediğin sevinçlerin, gülümsemelerin...
neden ağlıyorsun?
neden konuşmuyorsun_
yoruldum suskunluğundan,
neden görmüyorsun?
dizlerimin üzerindeyim gecelerdir.
gelsen diye yalvardığım Tanrım'la didişiyorum.
neden karartıyorsun bakışlarını?
ben ışığınla renkli rüyalar görüyorum.

kim yıktı seni?
avuçlarında derin ayrılık izleri.
ne çok kanamışsın yalnızlığınla.
bilirkişi raporlarında başarısız intihar notlarına rastlamışlar.
ne kadarını öldürdün kendinin?
şimdi benim beklediğimin hangisisin?

seni ben mi uydurdum, yoksa
yoksa,
hala boş bir ekrana mı yazılıyor yalnızlık notlarım?
kimsin sen?
duvarlarının ardından seslenmeye çalıştığım.
açık yaralarını saramam belki,
belki yenileri eklenir.
korumaya çalıştığın kalbine.
bu yüzden mi hayalinde saklıyorsun beni?
duvarlarına kazıyorum sözlerimi,
kimsin sen?
ya gelirsen diye umutlar ekiyorum,
gelmiyorsun....
zamansız bir kar yağışı başlıyor üzerime.
sanki tek lanetlenmiş yaratığı bendim tanrının.
belki de bu yüzden
en çok beni cezalandırır yokluğunla.
ne gerek vardı ki şimdi?
sen gelmeden önce de açıklayamazdım bu yoksulluğu...
bir gün,
bir daha gelmeyeceksin biliyorum.
tüm bunlar yazıldığı yerde kalacak
ve bir kurşun sıkıcaklar aşkın düştüğü yerde göğsüne.
sorulanlar iyi bilirdik diyecekler...

hala anlam yüklenemiyor.
hala anlatamıyorum,
sussam diyorum, saçmalamayı kessem.
biri yakalarımdan tutup dolaba çarpsın istiyorum.
ne tarafa baksam,
......
bakmasam.
senden başka görmek istemiyorum!

umut fakirin ekmeği...

yazdıkların içimde yankılanıyor.
acemiliğim, çekingenliğim...
yorgunum her iç savaşımda esir düşürmekten bu yüreği.
saatlerdir solgun bir monitör ışığında seni bekliyorum.
kelimelerim tükenmesin diye
durup durup kendimi tekrar ediyorum sana,
anlıyor musun?
yeni bir ömre hazırladım seni.
tüm soğuklarını aldırdım baharların.
şimdi uçsuz bucaksız bir sıcağın arefesindeyiz.
aklında ki tüm ayrılık kelimelerini serbest bırak.
özgürlüğünü istiyorum senden,
varlığını ruhuma sar.
kayıp bir ruh olmaktan yoruldum,
beni içine al...

sesin içimde yankılanıyor.
ben, sen diye aynaya bakıyorum.
şimdi sızıp kalsam bu ekranın karşısında,
uyandığımda, senin kokunu arıyorum yastığımda.
belki geç kaldım.
belki çok erken di beklemek için.
belki de anlam yüklemek için yanlış zamandı saatlere...
gelirsin diye beklediğim,
gelmedin diye küfürler ettiğim her andan özür diliyorum.
şimdi varlığın yanımda diye
her suçu, günahı üstleniyorum.
gidersen sonbahar olur,
sonrası yalan!
bir başka yalnızlığa sarkar çaresizliğim.
ben, bir kelimene razıyım,
bir 'ah' de yeter.
günlerce seni aklımda taşıyayım...

20 Mart 2014 Perşembe

kayıp mektuplar-12

sen ne zaman önemli kararlar almaya kalksan, seni yönlendirmekten hep kaçındım. Belki de korktum. Hayalkırıklığı yaşarsan eğer, bunun sorumlusu olmaktan. Sadece yanında durdum, doğru veya yanlış neyi seçersen sen hep yanında oldum. Ve hayalkırıklığını tek başına taşımana göz yumdum büyük bir bencillikle. Oysa birlikte taşımamız gerekiyormuş. Ben bunu geç anladım. İşin kötü yanı anladıktan sonra bile değişmedim. Hayatına müdahil değil de tanık olma rahatlığından vazgeçemedim. Ben her acımı kendi içimde taşıyıp, dışarıya kapattığımdan beri kendimi, seni de kendime benzettim. Bu yüzden her gece aynı yatağa girsekte, biraz daha uzak yatıyorduk birbirimizden...

Ben kendimi geride tuttukça sen ne yapacağını bilemedin. Her yolu denedin belki, beni zorladın, canımı yaktın ama olmadı. Öyle kalın bir zırhı vardı ki ruhumun, ve öyle çabuk kapanıyordu ki yaraları, sen bile buna inanamadın. Bir süre sonra savaşmaktan vazgeçip kabullendin. O günden beri aynı dünyayı paylaşan iki yabancı gibiyiz. Yolları bir kaç defa birbiriyle kesiştiği için birlikte yaşayabileceğini düşünme hatasını yapan. Hatalarımızın ortak olması bile yetmiyormuş birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmeye. Bunu öyle geç anladık ki...

Birbirimizi kazandığımızdan daha çabuk kaybettik. Ben her şeyin sorumluluğunu alır gibi görünüyordum her zaman, sen vicdan azabı çekiyordun. Sonra aramızda paylaştığımız tek şeyin yaşadığımız evin anahtarları olduğunu farkettik. Evet her sabah birbirimizi görüp, her akşam iyi geceler diliyorduk. Senin hedeflerin vardı, benim geçmişimden gelen hayallerim. İkisinden de vazgeçemezdik, zaten bir süre sonra vazgeçmeyi aklımızdan çıkarıp sadece kabullendik. Öyle çok yormuştuk ki birbirimizi. Biraz soluklanmak için diğerimizin fazla mesaiye kalmasını bekliyor olduk.

hangisi bizi daha önce terketti bilmiyorum. Benim kabuğumu kırabilmek için seni ayakta tutan sabrın mı? yoksa sana değişebileceğimi gösterebilmek için her gece bana yeni kararlar aldıran hırsım mı? Belki de ikisi de birlikte gittiler. Biz olmazı istedik, istediğimiz gün artık 'biz' değildik... Mucizelere inanmak ister insan, ta ki bir mucizeye şahit olana dek... Doğamızda vardı belki de, belki de buna inandırılmıştık, iyi bir şeyler oluyorsa bize ait değildir o, geçicidir... Ne kadar çok inanırsan o kadar çok canın yanar! Bu yüzden sadece başımıza gelen sorunlara ve sıkıntılara inandık biz. Küçük şakalaşmalar, anlık gülümsemeler, sevişmeler bile yalandı... Başka insanları düşünüp, birbirimize dokunurken, artık sadece bir devlet memuru gibiydik, mesaisini doldurup bir an önce evine gitmeye çalışan... Tek farkla: Biz her gün mesai başlasa da işi gitsek diyorduk.

Böyle işte. Seninle konuşmak yerine, senden başka herkesin okuyabileceği mektuplar yazıyorum günlerdir. Sonra ilahi bir dokunuş olsa ve düzelse her şey... Oysa ilahi dokunuşu haketmek için hiçbirşey yapmıyorum. İsyan etmek dışında....

isimsiz ressam

kahverengi tarağın, siyah ayakkabıların, gri çorapların bileklerinde,
kısacık saçların alnına düşmesin diye taktığın tokaların,
bir elinde pembe çantan, diğeri paltonun cebinde,
üşümüşsün...
bakışların ışıl ışıl, ağladın mı?
dudaklarının kıvrımlarında onca hayal,
beni mi bekledin bunca saat?
dizlerinin üzerinde gri eteğin, boynundaki sarı atkın,
belli belirsis iç çekişlerin
aklında ki ben miyim?
dudaklarını aralasan adım duyuluyor.
bu kadar mı özledin?
gülümsesen çiçekler açıyor.
baktığın yerde günesler doğuyor,
bu kadar mı üşüdüm ben?
ellerini tuttukça adam oluyorum,
yanında durdukça insan.
uzağından aklım ermiyor yokluğuna.
gittiğinden beri bıraktığın yerdeyim,
gelip alırsın diye
soranlara adımı bile vermiyorum...

bu daha başlangıç...

yazdıklarını muska yapıp üzerimde taşıyorum.
geleceksin diye sana mavi renkli yazılar bırakıyorum.
aklımdasın diye gözlerimi huzurla kapatıyorum.
anlıyorsun diye sadece gülümsüyorum.
adını bile bilmiyorum.
ama şimdi sen diye başladığım her satırı,
içimde ki sızınla bitiriyorum...

yeniden

neredesin?
sen adını bilmediğim kadın.
kelimelerini beklediğim
okuduklarımla yeni dünyalarda uyandığım kadın...

sabırsızlığım damarlarımda durmuyor.
canım sıkılıyor.
gelsen,
hissetsem yeniden.
okudukça başka bir şey oluyorum,
okundukça başka bir şey.
nasıl bir şeysin ki sen,
dün geceden beri her saatin altını kalın çizgilerle çiziyorum,
anlatamıyorum.
korktuğum oldu işte,
bu sehir bile şimdi bana büyük görünüyor.
canım yanıyor,
varlığının anlamını bilmiyorken,
yokluğunun çaresizliğiyle eziliyorum.
geleceksin d`mi?
bu tuhaf hayatın kafiyesiz güzelliklerinden biri mi olacaksın?
yoksa
hayat diye yazdığımın kısa bir özeti mi?
bildiğim, gördüğüm, duyduğum her şeyi inkar etmeye hazırım...
ya sen nasılsın?
yeni bir sevdanın kırıklarına nasıl dayanırsın?

19 Mart 2014 Çarşamba

kayıp mektuplar-11

başka bir şehrin karanlığında gibiyim. ne yağmuru ne de rüzgarı bilmiyorum. söylesene saçlarını ıslatan yağmur, dudaklarımın üzerinde gezinen midir? ya teninde gezinen rüzgar, benim dudaklarımın arasından cıkan nefes midir? uzun zamandır ağlıyorum, tuhaf nedenlerle, yalnızlıkla, çaresizlikle,sensizlikle... sen nasıl bir şeydin ki, hayatıma girmeden önce bile yokluğunun özlemiyle yanıyordum...

sanki yıllar öncesinden hazırdım gelişine. kutsal günlerin toplamı. bir karnaval havasıyla dualar biriktiriyordum tanrıma. bakışlarının sıcaklığıyla kendimden geçerken... bana ne söylesen inanırdım.
hiç birşey demesen de hazırdım bu yıkıma. şimdi aklını seyrimde tutabilmek için, aklıma gelen her şeyi yazıyorum. hala korkuyorum. kelimelerim yetmiyor hissettiklerimi taşımaya. hangi şarkıdan yardım istesem, yalan gibi duruyor. oysa ben sadece senin yalanlarına hazırdım, hiç birsey söylemesen bile...

resmi tatillerden biri gibiydi gelişinin rastladığı 5 mart gecesi. sonra ki yıllarda kanunlara göre umursanmayabilir ama, sonra ki hayatımda kırmızı kalemle altını karaladığım günlerden olacak. sonra, nasıl bir şeydin ki sen, şimdi dediğin gibi:
-umut dediğimiz bizi uyutan saçmalık...
elimde değil ki, sen diye başlayınca düşünmeye umut etmeden durmak!

bugün bütün gün vapurları izledim. en çokta gecikenleri bekliyorum. aklımda kelimelerin, bakışların üzerimde. ellerini göremiyorum ama çok güzel olduklarını hayal edebiliyorum. yokluğum canını yakmış. yaralarına dokunabilmek isterdim. varlığına yetişememek içimi kanatıyor...

lutfen sus, ağlama. beni bekle! akan yaşları saklamanı istiyorum. yüzümde hissedemeyeceksem bu kelimeleri neden yazıyorum?

öyle yorgundum ki bir ömrü dizlerimin üzerinde yaşamaktan, kış güneslerinden, yamalı sevdaların karın ağrılarından. bir türlü tamamlanamayan devrik cümlelerden. kapımın önünde gezinip duran, bir türlü kapıma dokunamayan sen miydin? aklımın ucundan geçip duran, bir türlü inanamadığım, günlerdir yokluğun için ispatlar aradığım, hakkında ki tüm iddiaları asılsız çıkarıp, bir kez daha tutulduğum sen miydin? ayak seslerin içimden geliyor. ne zaman bu kadar benim oldun?

uzun saçların, beyaz ellerin, yakılacak hayallerin... benim harabelerim! ahşap bir binanın çürümüş duvarları gibiyim. şimdi seni içime alıp sarılsam diyorum, korkuyorum.
kendi enkazımda yeni bir kayba tahammülüm yok artık!

bana böyle yazma...

``çık gel neredesin?
yazma,
konuşma,
kelimelerini gözlerinden okuyayım...
hiç konuşma,
boynuna sarılayım,
saatlerce...
şimdi kör bir kuyuya düşüyorum.
hiçbir çarem yok.
ipler senin elinde...
üzgünüm canım,
gitmek zorundayım.
seni daha çok özlemeye,
sevmeye...
gitmek zorundayım,
ojelerim akıyor alnımdan.kıpkırmızı.
ya benim yaralarım...``


bıraktığın yerdeyim, elim kolum bağlı.
bir kısır döngünün içinde nefes alamıyorum.
sana gelen tüm yollarım kelimelerimden geçiyor
ve ben korkuyorum...
yıllardır ilk kez korkuyorum,
biterse diye yazacaklarım!
başka sözler, baska yüzler yetmiyor.
aşkım uyumak üzere yalnızlığımda.
ben sana yazarken bir gölgenin kuytusunda ağlıyorum.
gözlerimden anlayabileceklerin, boynuma sarılabileceklerin,
yazdıklarımdan okuyabileceklerin...
neredesin?
sahip olduğun zorunlulukların.
yazma bana istemiyorum!
biliyorum o vapura asla yetişemiyeceğim ama
ciğerlerim patlarcasına koşmak istiyorum.
belki yaralarını saramıyacağım ama
sana dokunmak istiyorum.
parmaklarımın arasından süzülen kanınsa,
seninle birlikte kanamak istiyorum.
üzgünüm...
gitmek zorunda olduğun için.
öyle az geliyorsun ki bana.
her kelimeni çerçeveletip asıyorum duvarlarıma.
öyle az geliyorsun ki bana,
gidiyorum dediğin zaman nefes alamıyorum.
ıslığıma gömüyorum kalbimde ki sözleri...

keşke yaralarını sarabilseydim.
elimde yamalı bir sevdanın kullanılmış kelimeleri,
alkol kokan bir ihtiyarın nefesi,
parmaklarımın arasından süzülen kanın,
keşke seninle birlikte kanayabilseydim!

18 Mart 2014 Salı

kayıp mektuplar-10

içinde ki sesleri duyabilmek isterdim. beni özleyen ve benden çekinen. bana gelmene ne kadar hazırım emin değilim. ve yokluğuna nasıl alıştırırım bu aklı? içinde ki tuhaf iç hesaplaşmaların müdahil avukatı olmak istemiyorum. geleceksen, bu sen istediğin için olmalı.kaybedeceksen de...

aklımın içinde nereye saklanabilirsin ki? ve ben daha ne kadar varlığını görmezden gelebilirim, bilmiyorum. kaçtıkça, inkar ettikçe olasılıkları, kendinden de uzağa gidebilyormusun? ne zamandır inanıyorsun buna? her gece saklandığın o perdenin ardında, saklandığının ben olmadığıma...

karşılıklı iki yabancı gibiyiz. tesadüfen aynı otobüse binmiş, oysa ikimiz de farklı yönlere giden.
birimiz diğerine gülümserken, diğerimiz bakışlarından ürkmüş. boğazımızda düğümlenen kelimelere ses verememişiz. ertelemişiz hayatın ekşi tadını...

beklemenin zorluğu mu canını yakıyor? yoksa, beklentilerinin bağlandığı iskelenin, çatırdayan tahtalarımı? hangimiz daha güçlüydü bu hayatın karşısında? sen mi küllerinden doğacaksın önce,
yoksa ben mi yeniden yakacağım, bu ahşap binayı...

geç kaldığımız hangi hayat? senin hayatın mı, benim ki mi? madem ki biz diyoruz, o hayat hangi kafiyede kullanıldı? ve hangi sabah biz uyanırken, kokun üzerimde, ellerim saçlarında, tadın dudaklarımda, sevdan damarlarımda, aklımda sözlerin... geleceksin d`mi? gelirsen 'biz` başlayabiliriz bu hayata. gelmezsen, zaten geç kalmak değildir bu...

ağladığın bir başkasının omuzları, nedeni ben değil miyim? bana söylemeyi ertelediklerini ondan mı duymalıyım? ne çok ağladın yanımda. ve ben iç çekişlerine kalem kırdım, birer birer düşlerimi asıp...

gemileri yakmak zamanı geldi mi? bir sabah bekliyordum seni gelirsin diye. kaç sabahtır gözlerimi ufka yatırıp dualar ediyorum. ben Tanrı'sıyla dargın tuhaf yaratık, gelirsin diye adaklar adıyorum. şiirler biriktiriyorum. gelişin bir ömrün sonu olacaksa, zaten gelmeyişine göre kuruldu bu saatler.
ne kaybederim ki? ne kadar yıkabilrsin bu harabeyi? kaç yangın, kaç deprem!
her iç savaşında rehin alındı bu yürek. şimdi ne isteniyor yaşam kanıtları için? nereden bakarsan bak, burada bekliyorum. yokluğuna mumlar yaktım. bildiğim her dilde seni çağırıyorum. yine de sen bilirsin...

seni kendimle çarpıp, acılarını bölüp, sonra toplanıp bir akşam üstü çekip gitsek, haritanın yırtılan yerine. aklımızı kaçırıp peşine düşsek. hesap verecek kimimiz var bizden başka? ya gelmezsen,
acısını çekecek kim var? küçük çantan, kısa saçların, ellerin, avuçların... içimi yakan sıcak bakışların.
kırmızı damlayan iç çekişlerin. derin bir nefes almadan önce öptüğüm dudakların. ne kadar büyümüş olabilirsin ki sen? geceler boyu sarılıp ağladığım. bırak kendini. kaç gece daha yakılacak, bu sevdanın ateşleri! ne kadar büyümüş olabilrsin ki sen?
küçük yüreğimin durup durup özlediği..

15 Mart 2014 Cumartesi

kırılganlık payı...

ne gitmek o kadar zor,
ne de kalabilmek tek başına.
belki de zor olan bunları bilipte yaşamayı ertelemek.
adresini bilipte yollayamadığım mektupları,
blog ya da forum sitelerine yazıyorum günlerdir.
acısı geçiyor mu diye sorarsan,
içtigim alkol, aldığım uyuşturucu kadar hafifletiyor içimdeki sancıları.
ayılınca yan etkilerinden kurtulmak için,
kendimi yaşamaya veriyorum...
bir sürü abuk subuk, aklı başında işler yapıyorum.
insanların hayatlarına girip çıkıyorum,
kimi zaman gülümsüyorum uçup giden martılara.
kimi zaman yanımdan gecen adamlara küfürler edip,
dayak yiyorum...
uzun zamandır yetişemiyorum vapurlara
ama yine de yetişmek için koşmak hosuma gidiyor...

adresini bilipte yollayamadığım mektupları,
uç uca ekleyip kalın bir ip yapıyorum,
her gece kendimi asmak için,
şiir defterlerinden yapılmış kuleme...
ve yazdığım her satırda biraz daha boğuluyorum..
sonra kalemimin arkasında ki silgiyle
siliyorum yaşayamadıklarımı aklımdan...

ertesi gün bir şey olmamış gibi
kalkıp kendimi yaşamaya veriyorum.
biliyorum,
yetişemiyeceğim ama
o vapura koşmak öyle eğlenceli ki...

kayıp mektuplar-9

kim olduğum önemli mi?  ya da senin... belki de yanlış köşede bekliyordun. çünkü hala yanlış adreslere isimsiz mektupları gönderiyoruz. telefonlara cevapsız çağrılar, gizli numaralardan... hala buradayım. gitmeyi aklımdan çıkarıp seni koyduğumdan beri buradayım. kapımın önünde gezinip duran ayakseslerinin sahibi sen misin? bir türlü kapımı çalamayan.

birileri seni silse de, izlerini bir mabette saklamaz mıyım sanıyorsun?
varlığına adaklar adadığım,  yokluğunda adadıklarımın hesabını sormaz mıyım sanıyorsun?

komplo teorilerinden yorulmuş pratisyen bir hekim gibi hissediyorum kendimi. çoğu zaman serseme dönmüş bir cüzzam cerrahı. sana biraz ben nakletmeye çalışırken, bu sevdanın takvim tanımazlığını görmezden geldim. durmadan, seni düşünmeden, tek bir an geçse geriye sarıyorum bu hayatı ve bıraktığım yerden devam ediyorum,elini tutmaya...

kırıldığın yerde iç çekişlerin canımı yakıyor. sen ne zaman sussan, aklımın içindeki tilkiler beynimin kıvrımlarını kemiriyor. bana seni düşünme diyorsun. henüz öyle bir uyşsturucu yapılamadı. elimde ki bir kaç sarma tütün, bir kaç şişe kırmızı... bana seni düşünme diyorsun, ben seni düşünmeden geçirdiğim her anı başa alıp yeniden yaşıyorum...

tutkularımın gücünü soğuk sulara bastırıp boğmaya çalışıyorum günlerdir. sevmek nasıl bir şey di? saplantılarımın ağırlığı altında, elinden tutup sokaklarda yürüdüğüm kadın sen misin? sıcaklığına güvenip durmadan yeni kumarlara katılmamı sağlayan yüz senin mi? her kaybın sonunda yanıma gelip saçlarıma dokunan senin ellerin mi? neredesin?

yokluğuna alışmam için mi beni terketmeden önce mektuplar göndermeye başladın? beni önce hangisi bırakacak, dokunurken titrediğim tenin mi, öperken ağladığım dudakların mı? yoksa, yastığımda ki başının izi mi?

günlerdir kapının önünde gezinip duruyorum. ya çok geç kalmışım ya da hala erken kapına dokunmak için.. ya çok tekrar ettim sevda kelimelerini ya da beceremedim, sen olmadan bir cümleyi bitirebilmeyi. şimdi utanıyorum karşında gülümsememle. tuhaf bir oyundu bu, ya sen geç kaldın varlığıma ya da benim oldukça acelem vardı. şimdi yanlış gemiyi yakıp, kaderine isyan eden öfkeli huysuz bir ihtiyar gibiyim. zamanın pençesinden aşırıp iki damla suyu sana getirmek istiyorum...

sana iki kelime yazıp bırakmak istedim.sen diye başladığım için belki de hala bitiremiyorum...

söylesene şimdi sen yoksun, geldiğinde bunları okumayacak mısın? ya da geldiğinde bunları okuyup ne yapacaksın? tuhaf bir gülümseme, bir anlık duraksama?

biz oldukmu yada biz olacakmıyız.. hala sen diye yazıyorken şiirlerimi genis zamanla bir umuda akıyor yalnızlıgım..

beklemek ne tuhaf bir karın agrısı..bazen gecsin istersin bazende biras daha sızısı kalsın iliklerinde..

sen simdi yohksun sana bir kac kelime bırakıyorum... yanında kayıp bir ruhun anlamsız imzasını.. gelirsen eger...gelirsin d`mi?

yeniden umut etmek icin öyle yorgunum ki... 

kayıp mektuplar-8

bazen insan anlatamadıklarını, yalnızlıklara yüklüyor. sonra alıp başını gidiyor bir gece ansızın. eski siyah beyaz Türk filmlerinden kalmıştı bu sevdanın kural tanımazlığı ya da inadına vurdumduymazlığı... ikimiz de biliyorduk, başka bir şehrin adamıydım ben, başka rollerin. repliklerimden aşırdıklarımla gelmiştim sana. ne bekliyordun ki? söyleyeceklerimi tükettikten sonra, sana ne kadar kalırdım?

her bulduğunda yitirdiğin, o sarıldığın, yüzüne gözüne, öpüşlerine hasret kaldığın adam; bulutların arasından gülümseyen kış günesi gibi. belki de ölümcül bir hastalığın, son darbesini vurmadan önce ki iyileşme belirtileri gibi... benim geri dönüşlerim, kendime ihanetlerim. 'sen' dediğim kadınım, benim çaresizliklerim... sarıldığın kolların ardından gülümseyen, benim sessiz çığlıklarım. avuçlarının arasında ki dudaklarım. ben şimdi hangi buluttan kurtulsam, aradığım senin yağmurların...

haklı olmak, kalemi elinde tutup kıran yargıç olmak neyi değiştiriyor? kırılan her kalemde bir insan öluyor. ya kalemi kıranın içinde, kaç varlık kendini yitiriyor? haklıyım. haklı olmak hala bir halta yaramıyor...

öptüğüm, dokunduğum, sarıldığım yaraların... kenarlarından damlayan kan, bir cam fanusun içinde ki gül gibisin... dokunursam kırılacaksın. dokunmazsam solacaksın. küçük haylaz bir çocuğun pişmanlığı üzerimde, ne zaman seni düşünsem, sana kullanılmamıs bir ben getirsem, nereye gitsem, nereden bulsam, hangi yalanın gölgesine sığınsam olmuyor... durmadan bir şeyler söylüyorum sana. seni yanımda tutabilmek için aklıma gelen her şeyi yazıyorum. gittiğinden beri, sessizliginin hesabını soruyorum kendime. ne zamandır konuşuyorsun? ne zaman başladın, bana anlatmaya seni?

özlemlerin, seslenişlerin, haykırışların...

bu tuhaf hayat sirkinin en nadide parçalarıydık biz.

sen güneşime hasret,

ben sesine sağır...

sen varlığıma vurgun,

ben yokluğuna sürgün...

fırtına sonrası...

her şey geçti...
kıyıya vuruyor yalnızlığım.
yoksulluğumu bohçasına doldurup uzaklaşmaya çalışan ihtiyar bir balıkçıyım ben.
tutula tutula tutmasını öğrendim.
bunu öğrendiğim gün,
tutulmaktan da tutmaktan da vazgeçtim...

med cezir dalgaları arasında,
kimi zaman susuzluktan öldüm,
kimi zaman kuraklıktan.
artık ne resmi çizilecek bir kadınım var,
ne de çizemedim diyebileceğim pişmanlıklarım.
her şey geçti...
kıyıya vuruyor yalnızlığım.
intihara yeltenen büyük beyaz balinalar gibi,
ellerinde kovalarla su taşıyor kadınlar.
gozlerimdeki ışıltılar, ıslaklık kabul ediliyor.
kimse bir anlam veremiyor bu çaresizliğime.
zaten bunun da çok fazla bir anlamı olması gerekmiyor...

10 Mart 2014 Pazartesi

ruh hatası...

kendi kendine konuşan bir deliyim ben...

göğün yüzüne bulutlar ekiyorum.
ve yağmıyor diye yağmurlarım
Tanrı'ya isyan ediyorum.

kendi kendine konuşan bir deliyim ben.

sessizliğe ses veriyorum
ve susmuyor diye içimde ki şeytan,
adaklar adıyorum.
şizofrenik mutlulukların dahisine...

kendine bir deliyim ben...

hala konuşuyorum,
çaresizliğimle...

susma!

konuş!
sus mu dedim?
benimle zaman geçirmek için,
konuşmak zorunda değilsin biliyorsun.
susmak zorunda da değilsin.
bunu koşullara, şartlara, kurallara bağlama.
devlet dairesi değilim ben!
hala başvuruların altında imza var mı diye kontrol etmiyorum.
ve bana her gelen kadına hala aşığım diyorum...

dur gitme!
şimdi konuşuyorduk.
istediğin bu değilmiy di?
seninleyim,
kimsesizim, çaresizim.
yokluğun, yoksulluğum.
benim istediğimi bilmiyorsun.
sen gittiğinden beri ben herkese gel diyorum.
sana ait bir şey değilse, bu nedir?
neden hala beninmlesin?
yarın sabah uyanınca,
yanında ki ben olmuyorum.
şimdi neden bana yeminler ediyorsun?
söylesene kimin di bu hikaye?
şimdi benimle tamamlamaya çalışıyorsun...

söyle.
açık konuş!
beni mi silip atacaksın?
yoksa yeni bir kontenjan mı ayarlayacaksın varlığım için?
söylesene mutlu olduğun ve gülümsediğin gün,
ben neresinde olacağım hayatının?
bir kapı ardındaki askılıkta mı?
sen hala ne olduğundasın...
bense kendimi yokluğunun gölgesine sığdırmaya çalışıyorum.
mülteci bir aşık bile olamıyorum karasularında.
sen hala bana soruyorsun varlığını.
ben, seni çıkarınca hayatımdan,
tek başıma bağımsızlığımı ilan edemiyorum.
sen gittikten sonra kurşuna diziyorum kendimi vatana ihanetten...
sen hala bana soruyorsun,
benim için ne olduğunu...
ben senin yokluğunu kendime anlatamıyorum,
sen hala beni yıkıyorsun...
ben küllerimi silip temizlenmeye çalışıyorum.
sana kullanılmamış bir ben hazırlıyorum,
her yıkımının ardından.
sen hala ispat istiyorsun.
anlasana!
varlığını içimden çıkarınca geriye bir hayalet kalıyor.
hayal etsene!
neden görmek istiyorsun?

kanamalı bir hasta...

o gittiği an'da canın öyle yanar ki...
sonra yazabildiğin kadar yaz,
ama hepsi yalan...
içinde açılan yaraya istediğin kelimeyi sar,
hep kenarlarından kan damlar...

8 Mart 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-7

tuhaf bir oyun gibi bu.
isimsiz mektupları, yanlış adreslere gönderip olacakları bekliyoruz. ya da zilleri çalıp çalıp kaçıyoruz. sonra gecenin bir yarısı sessiz telefonlar açıyoruz, bu sefer bildik numaralara. mesajlar atıp tepkileri ölçüyoruz. tuhaf umutlar ve hayal kırıkları arasında her gece kendi içimize gömüyoruz sancılarımızı. ertesi gün bir şey olmamış gibi devam ediyoruz hayatımıza. ansızın olmadık yerde biri 'O'nu soruveriyor ve cevap veremiyorsun...
kimbilir bazen insan bir yabancı söylemeden farkedemiyor, dün gece kimi pamuklara sardığını ve kimin icin ağladığını...

tüm bu ertelenmişlikler içinde yaşadığın aşk, ne kadar aşktır aslında? söylesene! bir aşkı taşımak mı daha zordur kaybettikten sonra, yoksa onun dizlerinin dibindeyken, onun sevgisini taşımak mı? bazen intiharlar okuyorum gazetelerin üçüncü sayfalarında. aşk intiharları diyorlar. telefonlarda sevgi dolu mesajlar, geriye bırakılan bir kaç satır yazı... hatta dinlenen son şarkının mısraları...
'aşkı için ölümü seçti' diye başlık atıyorlar, kimbilir... ama asıl aşk olsaydı insanın damarlarında ki, ölmek gibi bir kolaylığı seçmek yerine, kaybettiği aşkıyla yaşayabilirdi. sanırım hayat işte o zaman gerçekten bir anlam kazanıyor. O'nunla birlikte yapabileceğin her şeyi O'nsus ama O'nu aklından çıkarmayarak, O'nun yerine de mutlu olarak yapmak...

ölüme giden bu yolda, bu tiyatro sahnesinde, rol yapmaktan öteye gitmek... belki de en büyük sinema oyuncuları kendi hayatlarını oynayanlar dı kimbilir. inandırıcılık, sahip olduğumuz hayatın başrolünde biz varsak neden rol yapalım? olduğumuz gibi elimizdekini şekillendirebildiğimiz gibi kullanmak varken... kimbilir, belki de durmadan aşk dediğimiz, kendimize olan tutkumuzdur. belki de bu yüzden en çok sevdiğimiz sevgili bizim diğer yarımızdır...

neyse.
ne hayatı ne ölümü anlatmayı beceremiyorum ne zamandır. belki de yüzlerce soru yerine, tek biri önemlidir. o an geldiğinde, ölüm anını hissettiğimizde, içimizde hissedeceğimiz huzurdur... belki de sırf bu yüzden inadına dolu yaşadım kısa hayatımı. bir gün öldüğüm zaman geriye dönüp baktığımda
huzur aramayacağım!

hayatımızda ne çok kurgu var, sence de öyle değil mi?
elimzde ki bütün ispatlara ve kanıtlara rağmen, hala olanlar için 'kader' deme mazeretini yeterli görüyoruz. tarih gibi belki de çürütülemeyecek en önemli kanıtlardan birine sahibiz. ama bu hayat mahkemesinde, bu kanıtı kullanıp kullanmamakta kararsısız. oysa öyle tuhaf ki, binlerce yıldır, milyarlarca insan, aynı hisleri yaşamıs. aynı kelimeleri kullanmış farklı seslerle. milattan önce de aşık oluyordu insan, şimdi de oluyor. isimler ve yerler değişiyor sürekli... kurgulanmış bir oyunun, üçüncü sınıf aktörleri gibi davranıyoruz hayatımıza. mesai saati bitince, ceketimizi alıp çıkıyoruz. kimsenin umurunda değil sanırım.  ceketini alıp çıktığın günün gecesinde, tek başına uykuya dalmak zorunda olman... kimbilir, belki de figuranların kaderidir bu. brütüs, sezarı hançerlediği an, yoldan geçmekte olan sıradan halktan bireyleriz biz. sorularımızı kendi aklımıza gömüp, cevapların üzerinde durmuyoruz. sonra kalkıp buna yaşamak diyoruz.
kimbilir?
belki öyledir...

7 Mart 2014 Cuma

kayıp mektuplar-6

biraz alkol, biraz kalp ağrısı...
kıskançlık krizleri, öfke nöbetleri. biraz, insanlara ben nakli. sınırlarını kelimelerle çizdiğim bir ülke. körler arasında tek gözü gören gibiyim. yalnızım, canım sıkılıyor. durup durup onu özlüyorum. sonra buraya gelip bir şeyler karalıyorum. sonra alkol ve çaresizliğin karın ağrısı. eskiden duvarları yumruklardım, şimdi blog sitelerine iddialı cümleler yazıyorum. ertesi sabah uyandığımda hiç bir sey hatırlamıyorum...

şizofrenik bir alkoliğin parmaklarından çıkan her satırın şiir olma olasılığı öyle yüksek ki... belki de o kadar ciddiye alınmamalı okurken. ve belki de ben, bir kadının suya değiyor ayakları diye başlarsam cümleye, aslında o kadın çoktan duşunu almış, yatağına uzanmıs ve hayallerinin arasına dalmış olabilir...

ölüm aynı ölümdür aslında araçları farklı...
ve hangi ölüm daha şiirseldir okunduğu zaman? aşkın şehvetiyle yanıp kavrulan ve isli bir et gibi kokan ölüm mü? demiş ya şair:
-solup gitmektense yanarak ölmeyi tercih ederim...
ya da asılarak ölmek mi? giydiğim hükümlerin, üstlendiğim suçların hiç bir gerekçesi yoktu. bunu ben söylüyorum diye hala buradayım. en romantiğidir aslında insanın asılarak ölmesi. çünkü en son orgazmı saklar beden nefessiz kaldıkça. insan son nefesini verirken ve kırılırken boynu hangi sevgiliyi düşler? ya da hangi düşler, insanı ölürken sevgiliyle meşgul eder?

alkol kıvamında başıbozuk bir adamım ben... şurada 'yalnızım' yazmak istiyorum, bir bakıyorum ki onlarca kelime, yıkılmış surların arasından akıp gidiyor. oysa hala ben boynum kırılırken düşlediğim sevgilimi özlüyorum. herkes beni şair sanıyor...

ve hayat, karşısında gardımızı indirdiğimiz her an, en acımasız yumruklarını atmaya devam ediyor...

6 Mart 2014 Perşembe

geçti...

sustun mu?
sesin mi başka tarafa akıyor artık.
geçti mi?
yoksa zaten başlamayacak mıydık?
gittin mi? ne kadar yakından geçtin?
içimdeki ayak sesleri canımı sıkıyor.
kapımın önünde gezinip duran
ve bir türlü kapımı çalamayan sen misin?
nefes alıyorsun ürkek bir ceylan gibi.
hangi gölgeden korktun bu kadar?
teninin her kıvrımı kıpır kıpır,
ağlıyor musun?
sus!
son gördüğümden beri sen ne çok değişmissin,
tam bir saattir...
ne çok yazamadım sana.
ihmal edilmişliğin hala benim yoksulluğum olarak geçiyor.
para piyasalarında devalue ediliyor hissi senetlerim.
gülümsüyorsun...
anlatamadıklarımın ağırlığıyla yavaş hareket ediyorum.
yazamıyorum.
seni aklımın bir köşesine koyunca,
gözlerimi senden alamıyorum.
gülümsüyor musun?
ne görüyorsun ki bana bakınca?
şimdi kurduğun hayallerle eğleniyorsun.
orada mısın?
neden içimden geliyor ayak seslerin?
içiyor musun?
için için, içimi kaplıyorsun.
içini mi çektin ansızın?
boğazımdan aşağıya inen nefesin ciğerlerimi yakıyor.
ağlıyor musun?
yanaklarım ıslanıyor.
duyuyor musun?
sana sesleniyorum.
anlıyor musun?
ölüyorum.

kayıp mektuplar-5

ve bir sabah uyanıp pencereden dışarı bakarsın.
sokaklarında düşüp kalktığın, dizlerini yaraladığın,
kuytu bir köşesinde yanakların kızararak ilk defa sevgilini öptüğün, bir otobüs durağında hiç zamanında gelmeyen otobüs için işletme şefliğine küfürler saydığın, buluşmak için hep aynı meydanın, aynı köşesinde randevular verdiğin, her akşam üstü evine dönerken için için biraz daha üşüdüğün ve büyüdüğün şehir alıp başını gitmiş... ve bir sabah uyanır pencereden dışarı bakarsın,
hiç bilmediğin bir şehrin, bilmediğin sokakları her yeri kaplamış. sen o sokaklara çıkıp, sanki hiç bir şey değişmemiş gibi yürümeye ve üşümeye devam edersin...
sanırım yalnızlık böyle bir şey...

dumanına, kokusuna, insanının öfkesine, her sabah koşuşturmalarına bakıp, seni yoran bu şehir, bir gün başka bir şehre göç etmiştir. sen bir yabancı gibi doğup büyüdüğün bu yerde kalmışsındır. her zaman planlar yaparsın ya, şu olsa bu olsa alıp başımı gideceğim diye. oysa şehrin çoktan cekip gitmiştir seni ardında bırakıp. kötü bir taklidiyle seni oyalamaya devam ederken, sen çocukluğunu daha çok özlersin her gün yeniden. internetin henüz olmadığı, bırak interneti televizyonların bile tek tük evlere girdiği. akşam yedide yayına başlayıp gece on ikide kapandığı, pazar sabahları western filmlerinin ardından klasik müzik konserlerinin yayınlandığı televizyonlar yokken, arkası yarınlar dinleyerek radyosunda büyüyen çocukluğunu özlemeye başlarsın. şimdi sabah daha uyanmadan bilgisayarını açıyorsun ya, hemen twitter facebook sayfana bakıp kim kalkmış kim kalkmamış dün gece kim kime yazılmış ne yazmış bakıyorsun ya, çocukluğunda sabahın köründe kalkıp alıp plastik topunu en yakın okul bahçesine gittiğin, çünkü geç gidersen başkası senden önce gelmiştir ve sana oynayacak yer kalmamıştır o bahçede. işte o erken kalkarken küfürler etmediğin, söylenmediğin çocukluk sabahlarını özlersin.

büyüdün ya şimdi. çok çalışıp çok kazanıyorsun bu taklit şehrin göbeğinde. oysa çocukken haftalıkla çalıştığın o elektrikçi dükkanından aldığın parayla daha bir adam sanmıyor muydun kendini? şimdi araban var, sevgilin var, geceleri dışarı çıkıp iki tek atabilme ihtimalin var. ama çocukken aldığın o 3 kuruş parayla dondurmacının başına gidipte aldığın o dondurma kadar lezzetli gelmiyor artık hiç birşey sana.  boğazların şişse bile dondurma yedikten sonra, bir hafta sonra alacağın parayı düşünüp bu defa limonlu alıcam diye aklından geçirirdin ya... şimdi hangi meyhaneye gitsem diye hayıflanır, sıkılır, sohbetlerden bile zevk alamaz oldun.

şehrin bile terkedip gitti seni, senin çocukluğuna... şimdi koca adam oldun. üzerinde iyi kıyafetler ayakkabıların boyalı. kolunda pahalı bir saat. afili cümleler kuruyorsun konuşurken, yazarken. sorumlulukların var artık. insanların hayatlarına girip çıkıyorsun, kararlar alıp, kararlar aldırıyorsun başkalarına. akıl veriyorsun, yol gösteriyorsun, bu yaşa gelene kadar yaşadıklarını unutmuyorsun, tecrübelerine güveniyorsun, kendine güveniyorsun ya, ama yıllar önce o erik ağacının en tepesine tek başına çıkabilen çocuk kadar cesaretin yok artık. ölesiye korkuyorsun, korktuğunu anlayacaklar diye. bu yüzden her gün daha iyi oynuyorsun, her gün başka bir rolün hakkını veriyorsun. bu yüzden şehrin seni terketti işte... sahte yüzlerin arka planı olmamak için, çocuk düşlerinde yaşamak için, kötü bir taklidini bıraktı sana, çocukluğunun elinden tutup ayrıldı senden...

işte büyümek böyle birşey...

5 Mart 2014 Çarşamba

kayıp mektuplar-4

geçmiyor değil mi?
zamana bırakınca... çünkü kabuk tutmasına izin vermeden yoluyorsun yaralarını. bir yere varamıyorsun. girdiğin her sokak ya çıkmaz, ya da sen sonuna kadar gitmeyi göze alamıyorsun. sonra şaşırıyorsun insanlara. nasıl sabırlılar, nasıl güçlüler, nasıl görmezden gelip bir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyorlar... beceremiyorsun değil mi? sıradan bir insan olmayı. hep sorgulamak zorundasın, hep düşünmek, ve ikna olmak zorundasın. mutlu olmayı çok fazla neden-sonuç ilişkisine bağladığın için şimdi bu kadar boşluktasın. kimse sana bunu öğretmedi. nasıl öğrenilebilirdi ki bu? insan tadına bakmadığı hangi yemeyi beğendim diyebilir? ya açsan? hangi yemek karnını doyurmaya yetecek kada lezzetli değildir?

susmuyor değil mi?
içinde ki o durmadan konuşan ses... bir saniye olsun durmuyor. beynini kemiren bir fare gibi. durmadan canını yakıyor. acı geçmiyor, sadece alışıyorsun bir süre sonra. ve sen yeni diziler buluyorsun izlemek için, yeni kitaplar okumak ve yeni insanlar... yeni heyecanlar olsun diye hayatında renkler katıyorsun... oysa siyah tüm renkleri bozar... bu kadar karamsar olmayı sen istemedin biliyorum. oysa öyle basitti ki çözmek. tüm o çözülemez gibi görünen sorunlardan uzak yaşamak...

yetmiyordu değil mi?
kışın soğuğundan şikayet ediyorsun, yazın sıcağından... bir anafikri yok bu yazdıklarımın. seni yanımda tutabilmek içim aklıma gelen her şeyi yazmaya başladığımdan beri, saçmalıyor olmak bile bir anlam kazandı. yazmazsam taş olurum ama sen okumazsan böyle bir yükümlülüğün yok. 4x4 jiplerinin içinde insanlar geçiyor önümden. arabalarını kilitleyip sıcak evlerine çıkıyorlar. oysa diyorum o deri koltukların rahatlığı, koynuna girilecek güzel kadınların varlığı, yarın sabah uyanınca bir gün daha köpek gibi çalışmak zorunda olmanın ağırlığı olmadan yaşamak güzel olmalı diyorum.

bu hayat değil deyip avutuyoruz kendimizi. ne olmak istediklerimizi oluyoruz, ne yaşamak istediğimiz yerde yaşıyoruz. beygir götünde sinek yaşaması gibi yaşıyoruz bu hayatı. bir kuyruk darbesiyle ölmek üzereyken kurtulmayı nimet sanıyoruz. daha çok alkol, daha çok sigarayla geniş zamanlara yayıyoruz sonumuzu. uzatma dakikaları bunlar. biz aslında çoktan öldük. tescillensin diye sonumuz prosedürlere uyuyoruz...

neyse.
şimdi gidip yarım bıraktığım o diziyi izleyebilrim.. sana iyi geceler diliyorum...

Özlem

özlem...
eski bir dost ismi gibi.
belki de anımsanamayan ama,
hep aklın bir ucunda duran anılar gibi,
kimdin sen?
hangi cümlemi kurarken seni yükledim özneye,
ama hep gizliydin...
sen gittikten sonra hep belirtisiz sıfatlarla tamamladım kendimi...
simdi isminin gölgesinde hatırlamaya çalışıyorum,
kafamı duvarlara vurarak.
yanlış mı anladım yoksa?
ya da isimsiz mektupları
yanlış adreslere mi göndermeye çalışıyorum durmadan...

gittiğinden beri en çok iki nokta üst üsteyi kullandım ben:
açıklamak için kendime yokluğunu.
olmadı.
ne senin yokluguna inandım,
ne de geçerli bir sebep buldum varlığıma.
o gün bugün kimin adını duysam,
tuhaf benzetmeler yapıyorum.
kimse sen gibi durmuyor!

cevapsız yardım çağrısı...

gittin...
beni aldın giderken,
seni bıraktın.
ya da seni aldın kendine beni unuttun.
iki kişi sığmıyordu kalbine,
sen ağır olanı bıraktın,
gittin...
bir elinde kırıkları kalbinin,
diğerinde sevgilinin elleri,
beni bıraktın...
beni alsaydın, bu şehri bırakacaktın.
belki de o kadar büyümemiştim senin içinde,
sadece gittin...
sen taşıyabileceğin kadarını aldın.
beni bıraktın,
dualarınla...
giderken anılarını aldın0
bir de kırıklarını kalbinin.
elinde ki sevgili ellerinin,
terleyişinin bir anlamı olmalıydı.
söylediklerinin Türkçe'de karşılıkları.
olmadı, sen taşıyamadın
ve fazlalıkları usulca aşağıya attın...
gereğinden fazla irtifa kaybetmiştik.
yardım çağrılarına yakınlarda ki kulelerden cevap gelmemişti.
ve sen kalbine ağır geleni bıraktın.
gittin...
yaşayabilmen için gerekenleri aldın,
beni bıraktın.
gittin...
....
bıraktığın yerdeyim...

yastığımdaki başının izi...

durup durup yazdığına geliyorum.
sanki yazamıyor muşum gibi.
denedim olmuyor.
kimse senin gibi yazamıyor.
belki de ben abartıyorum.
yazma yeteneksizliğime,
senin yazma kabiliyetinle geçerli bahaneler üretiyorum durmadan...
sonra canım sıkılıyor,
türküme geri dönüyorum,
biz var mıydık, aşk var mıydı?
bu ne senden ilk kaçışım,
ne de ilk düşüşün yüreğime...
sonra sıkılmaktan sıkılıyor canım çıksın istiyorum.
zorluyorum olmuyor.
karnım ağrıyor uzun zamandır, ben yazmıyorum.
bir surflör tutmuşum,
replikleri aşırmışım ucuz eski bir Türk filminden,
ama siyah beyaz değil.
onların siyahından ben kalmışım,
beyazı hala griye yakın kirlenmiş!
ben çekseydim o filmi,
gri mavi olurdu gökyüzü.
sonra sabah oluyor, dönüyorum sağıma.
yastığımda ki başının izi,
aklımda ki sözlerinden belli, gitmişsin!
nasıl bir uyuşmuşluktur bu?
hangi esrar karışmıs kanıma, hala başım dönuyor...
ruhumun kaçtığı delikten çıkası yok.
ben hala yoksulluğuma küfrediyorum.
cağırıp, seslendiğim kadın,
ellerimden tutuyor.
yastığımda ki izin benimle konuşmuyor.
canım yanıyor,
nefes alamıyorum.
bu seks, tuhaf bir alışverişe dönuyor...
gittiğinden beri,
kimse beni önemsemiyor.
küçülüyorum,
ağlamadım,
susamadım,
yazamadım...

o gün bugün,
beceriksiz bir müfredatla eğitim görmüş edebiyat öğrencisiyim ben.
varlığımı yokluğunla terbiye ettim.
yokluğunu kışın soğuğuna yükledim.
gelen ilk baharda ağlamadım.
gittiğinden beri,
yastığımda ki başının izi,
benimle konuşmuyor...
ben de herkez gibi yapıyorum yaşamak için.
ayakkabılarımı ve kalbimi kapının girişinde bıraktım.
o gün bugün ayaklarım soğuk, içim sakin.
`sen` desem kanıyorum,
yalancı bir dilencinin açık avuçlarına.
'sen' demiyorum artık,
yıllar sonra bile,
yastığımda ki başının izi konuşmuyor benimle...
yorgunum,
susamıyorum,
yazamıyorum,
olmuyor... başının izini alınca yastığımdan,
her sabah uyanmak için geçerli bir sebebim kalmıyor...

4 Mart 2014 Salı

kayıp mektuplar-3

sanki,
yeterince beklersem geçecekmiş gibi tüm bu olanlar... fırtına dinecek, ve aralanacak gri bulutlar. oysa ne bekleyecek kadar zengindik biz, ne de görmezden gelecek kadar güçlü. başımıza geldikçe anladık, acının ne kadar ağır olduğunu... başkalarından duyar aldırmazdık belki de şükrederdik her dinlediğimizde başımıza gelmiyor diye. üzülür gibi yapar bir yandan sevinirdik iğrenç bir insaniyet duygusuyla... oysa oluyormuş işte. bizimde canımız yanabiliyormuş. kendimizi bir telefon kulübesinde mavi pelerinini giyen süper kahramanlar gibi gördük her zaman. acı geçirmez, her nasıl olsa üstesinden geliriz sandık zorlukların. olmuyormuş...

her zaman ustası olduk başımıza gelenlerin sorumluluğunu bir başkasına atmakta ve çoğu zaman Tanrı'mız en büyük günah keçimizdi ve biz her başımız sıkıştığında isyana başvurduk. çünkü kısa vadede karşılık görmeyeceğimizi bilir ağzımıza geleni söylerdik. böyle böyle ertelenirdi yüzleşmelerimiz. biz hep ezilen, hakkı yenen, hor görülen ve kaybedendik. bir süre sonra öyle alıştık ki bu duruma, gurur duymaya başladık. çünkü başımıza gelenlerin sorumluluğunu üstlenecek kadar güçlü olmadık hiç bir zaman... kim bilir belki de bu yüzden Tanrı'yı biz uydurmuşuzdur... her kabus dolu gecenin sabahında uyanıp yeniden başlamak için, kendimize bir sus payı bırakabilmek için.

ne çok sustuk değil mi? ne çok günah, ne çok yanlış, ne çok kötülük geçti içimizden... bilerek, yaşayamazdık ama yeterince iyi yalan söyleyebilirsek kendimize bir şey olmamış gibi yapabilirdik. kimimiz bunu beceremediği için ölümü seçiyordu. sanki ölmekle çözülebiliyormuş gibi her şey... çözülüyor mudur gerçekten? bilmiyorum...

hep bir boşlık doldurma çabası içndeyiz. derin yarıklar açıyoruz ruhumuzda... imkansız aşklar tahayyül ediyoruz. ulaşılamayacak mevkiler paralar hayal ediyoruz sıradan hayatlarımızda, sonra ulaşamayınca içimizdeki boşlukları alkolle, sigarayla, uyuşturucuyla dolduruyoruz. yaptığımız tüm saçmalıkların temelinde bu yatıyor aslında...elindekiyle yetinemeyip başlarına daha büyük belalar alan insanlar haline geliyoruz. bu rahatsızlık bulaşıcı sanki. çok okuyup çok öğrenip çok düşünüyoruz yan etkilerini hesaplamadan. sonra öğrendiklerimizin bize ne kadar uzak olduğunu farkedince mutsuz ve umutsuz insanlar haline dönüşüyoruz. belki de bu yüzden en çok zombi filmlerini seviyorumdur kimbilir. tek isteği ve amacı açlığını gidermek olan tuhaf ve beyinsiz yaratıkların hikayeleri...

neyse...
daha çok alkol, daha çok sigara ve daha çok kelime... ben yazdıkça, sen okudukca değişen tek şey içimizdeki boşluğun hacmi... oysa bir sahil kasabasında ihtiyar bir kitapçı olarak ölmek istiyorum ben... büyük bir şehrin kaosunda, tanınmayan bir şair olarak değil...
ve umarım sen o ihtiyarın genç sevgilisi olarak devam edersin hayatına. tanınmayan şairin okunmayacak şiirlerinin gizli öznesi olarak değil...

3. tekil şahsın yalnızlığı!

bana demiştin ki artık O bitti!
O yok demiştin...
ben de sana demiştim ki,
sana ilk geldiğinde bütün yelkenlerin suya inecek.
yine aynı,
yine aynı olacak,
hep olacak!
baksana,
yıkılmışsın sen görmüyor musun?

kendine yalanlar söyleyebilirsin,
ama bana söyleme!
bana bahaneler uydurmak zorunda değilsin.
beni kandırmak zorunda değilsin.
seni, senden iyi tanıyorum.
çünkü sen de tüm diğer kadınlar gibisin!
bunu sana milyon defa söyledim
ama bana inanmadın...
o herif sana yıllar sonra gelse,
sen yine ona gidersin.
bütün kadınlar aynısınız..
benim gibi salakları kullanırsınız,
sonra bir umuda deüişirsiniz.

şimdi yıkılmışsın.
bana ihtiyacın olmalı.
sarıl bana,
öp beni,
işin bitince,
gitmeden üstümü ört ne olur,
çok üşüyorum yalnızlığımda...
hala çok yalnızım...
hep yalnızdım,
çünkü her kadın,
senin gibi, biraz daha eskitti beni...
her kadın senin gibi,
beni biraz kullandı
sonra,
meşgule düstü telefonları...
ardından aradığım numaraya ulaşamamaya başladım.
sonra her zamanki gibi,
O adam kadını terketti
ve kadının telefonları yine açıldı...

ben O`ydum!
haklısın O'nun yokluğunda
O'nun boşluğunu doldurabilecek,
en iyi bendim...
adım gibi biliyordum ki,
ispatladın!
bir umuda değiştin beni...
her zaman değişeceksin.
O'nun bir anlık hayaline,
satacaksın kalbimi...

sonra kalkmış bana soruyorsun,
kim olduğunu...
sonra kalkmış benden hesap istiyorsun,
sana karşı ne hissettiğimi...
adım gibi biliyordum.
o gelince, bırakıp gideceğini...
oldu işte,
bir umuda değiştin beni.
şimdi yıkılmışsın,
yüzün gözün ıpıslak!
sarıl bana,
öp beni,
canımı al...
zaten bunu icin var.
hadi rahat ol,
sana sunuyorum,
al beni,
ne yaparsan yap!

daha acımasızım değil mi?
onun yanında...
belki de benim canımı,
O'nun canını yaktığından,
daha çok yakıyorsundur,
farkında mısın?
daha geçen gün söylediklerini hatırlamıyor musun?
sana soylediklerimi hatırlamıyormusun?
bana bitti demedin mi?
ben de sana asla bitmez demedim mi?

sana nasıl güvenirim?
Allah aşkına söyler misin?
her dakika gideceğini beklerken,
sana nasıl bağlanırım?
ne zaman telefonun çalacak?
ne zaman onu göreceksin?
ne zaman aklına düşecek diye düşünürken,
al işte,
ispatladın...

ben, sadece önemsediğim zaman kadınım derim.
daha önce duymadın benden bunu.
çünkü hep içimde şüpheyi taşıdım ben.
hep gideceğini bildim,
hep gittiniz çünkü!
hep yıkılacağımı bildim ben,
her fırsatta yıktınız çünkü...

söylesene,
O Allah'ın belası herif yarın gelse sana olmaz diyemezsin.
O Allh'ın belası gelip alsa seni,
gitmem diyemezsin!
beni kullandın,
ama bunun farkında bile değilsin.
hala içinde taşıyorsun umudunu.
sen hala O'nun aramasını bekliyorsun,
hala O'na yazmaktan bahsediyorsun.
bir adam böyle silinmez!
bir adamı böyle yok edemezsin.
kafanda büyütürsün sadece.
sen hala onu yapacağım,
bunu diyeceğim,
öyle olacak diyorsun.
yalan!
sen hala umut besliyorsun içinde görmüyor musun?
ne yazacaksın adama, ne söyleyeceksin?
neden söyleyeceksin?
neden ona bir şey anlatacaksın, neden?
sana karşılık versin diye mi?
seni anlasın diye mi?
sen bu adamı sileceksen,
ne gerek var bunlara?
basitsiniz işte!
düşündüklerinizi uygulayamıyorsunuz, işinize gelmiyor...
her kadın, vazgeçemediği adam için,
senin yaptığını yapıyor.
sen hala O'na gidiyorsun,
O'nu düşlüyorsun,
O'na yazıyorsun,
benimle sevişirken bile,
ona dokunuyorsun sen!
ötesi yok...

O adam iki ay evvel de kaldıysa,
şimdi kim yıktı seni?
söylesene, simdi sen kiminle konuşmak istiyorsun?
iki ay önceyle mi konuşacaksın?
yalan!
oynama bana.
sen hala öluyorsun onun için,
ben yokluğuna sarıyorum ruhumu...
ağlamıyorum artık.
dökülen yaşlar yüzümü yakıyor,
dokunan ellerin içimi...
sus!
yalan bunlar...
senin ağladığın bir başkası,
ağdalı yalanlarını söylediğin benim...
senin iç çektiğin bir hayalin kurgusu,
elinde ki bıçağı sapladığın sırt benim!!!

iki kazazede

koskoca bir açık denizde çarpışma ihtmali neyse iki küçük sandalın,
bizim de o kadar ihtimalimiz vardı.
bir mutluluğu paylaşabilmek için...

oldu işte...
şimdi iki kazazede,
koskoca açık denizin ortasında,
birbirine sarılarak dibe çekiyor...
bu kadar mı çok seviyorduk birbirimizi?
diğerimiz batmasın diye,
onu hep üstümüzde tutmaya çalışıyorduk...
koskoca bir açık denizin ortasında,
koskoca bir dakika boyunca...
sonrası hiç.

kurtarma ekipleri birbirine sıkı sıkı sarılmış cesetleri bulunca,
birbirmizi ne kadar çok sevdigimizi mi,
yoksa ölümden,
ne kadar çok korktuğumuzu mu düşünecekler?

ikimizde, diğerimiz için ölümü göze almıştık...
çünkü daha zordu taşımak,
tek başına yaşamanın ağırlığını...

3 Mart 2014 Pazartesi

kayıp mektuplar-2

geçmiş dediğimiz, anımsadıklarımızdan ibarettir.

çok mu zaman geçti? çok mu yorduk kendimizi? tuhaf hesaplaşmalar içinde kestiremedik olacakları. Şimdi dönüp geriye baktığımızda en çok canımızı yakanlar, en unutamadıklarımız. Tuhaf, sanki daha önce de yaşamış gibiyim bunları. Aynı seçenekler karşıma çıktığında, aynı yanlışları seçmiş gibiyim. Ruhum kızıyor mudur bazen merak ediyorum. Bu denli hor kullanılmaktan yorulmuş olmalı. Hafızasını yitiren bir kazazede olmak isterdim aslında. Tüm günahlarımdan arınmış gibi yeni bir hayata başlamak. bir suçlu, işlediği suçu hatırlamıyorsa eğer, yine de sorumlu tutulabilir mi? Eğer öyleyse neden akli dengesi yerinde olmayanların cezai ehliyeti yok? Öyle sarhoş olsam ki diyorum, beynimdeki milyarlarca hücreyi kurban versem, Tanrı'm kabul eder mi?

öyle olmuyormuş işte. vicdan denen gestapo subayı her dakika tetikte. bir boş anımı yakalamaya görsün, bir çift yanlış bakışımı, çıplak etimin başka bir çıplak ete değmesini vurur yüzüme. Günah! oysa çıplak doğmadık mı biz? başka bir insan bedeninden yaratılmadık mı? şimdi neyin sorgusuna takılıp, günah adı verilen her hareketimizden sonra toplama kamplarına gütürülme korkusu yaşayan bir yahudi gibi hissediyoruz kendimizi?

kırdığım her kalbin parçaları içime batıyor. Sonra bakıyorum o kırdığım o kadar da parçalanmamış oysa. Ben niye büyütüyorum bu acıyı bilmiyorum. Böyle mi yetiştirildim? Böyle mi öğrettiler bana? keşke mayama biraz yüzsüzlük serpseymişler belki daha kolay olurdu yaşamak...

bir insanın değer verdiklerine pamuk ipliğiyle bağlı yaşaması ne acı! bir fren sesi, bir emniyet kemeri, bir dalgınlık anı... ve bilmek bunu her dakika farkında olarak yaşamak... bir yerden sonra kaldıramıyorsun daha fazla. olacaksa olur diyorsun. her şeyi kontrol etmeye çalıştıkça bir bakıyorsun hiç bir şey senin elinde değil. bir kukla gibi ipin ucunda debelenip duruyorsun. Kolunu kaldırmak istediğinde değil, ipi elinde tutan istediğinde kaldırıyorsun. Sonra yoruluyorsun bu mücadeleden, biriken suları bırakıyorsun kapaklarını açıp. Rahatlamak... onca ağırlığı üzerinden bırakmak için içiyorumdur belki her gece... sanki ayılınca yeniden toplamıyormuşum gibi. aldanmışlığın hazzıyla tazeliyorum ruhumu. çok yoruldum, çok düşündüm, çok düştüm bu uçurumlardan, yüzüm gözüm yara içinde... kanamıyorum artık. her doğruya inanmıyorum. çok susuyorum belki ama bu duymuyorum demek olmuyor çoğu zaman.

ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp toprak üzerinde yürümek istiyorum çokça zamandır. rüzgarı çıplak etimde hissetmek. bir sahil kasabasında yaşamak gibi ütopik hayallere dalsam da  çabuk kendime geliyorum. hala akli dengem yerinde ve bununla gurur duymuyorum. bir hata yapsam hesabını vermek zorunda olmak değil canımı sıkan. hesabı vermek zorunda olduğumu hissetmek...

sesi sesime karışıyor bu şehrin. hangimiz diğerini daha çok zehirliyor emin değilim. yani bir şişe daha açılıyor sonra karanlığa. daha çok sarhoş olmak için değil, daha çabuk uyuyup, düşünmemek için ışıkları kapatıp başımı yastığa koyduğumda. tüm bu olan biten saçmalığı...

2 Mart 2014 Pazar

şairin hayatı!

içim,
için,
içiyorum...

hangi iç`mek kapatır?
içindeki açık kalmış yaraları...
hangi iç`mek geri getirir?
zamansız iç`çekişlerini...
belki de iç`mek için açık bırakılır,
sadece kelimelerle ulaşılan yaralar.

bir şairin,
şiir yazma yeteneğini kaybetmemek için,
en güzel yerinde bitirmesi gibi,
sevdasını...
sevdam için yazıyordum.
şimdi yazmak için,
seviyorum...

bana biraz sen nakli...

ne çok kanamışsın sen kendi içinde...
bir karanlık deniz gibisin.
içinde kelimelerimi yıkadığım.
ruhumun telaşlı kaçışları arasına farketmişliği sığdırabilseydim eğer,
önce gözyaşlarını hissetmek isterdim,
sonra içinde ki karanlık denizinde
ruhumu yıkamak...

öyle kanamışsın ki sen,
gözlerin bir çift kırmızı çığlık gibi bakıyor.
 cüzzamlı bir hastayı ameliyata etmeye çalışan cerrah gibisin,
durmadan bir eliyle kendi yaralarını kapayan...
öyle inkar etmişsin ki hastalığını,
tanrısı bile durmadan acısına ağlayan...

cevapsız sorular girdabı...

intihar ne kadarını öldürebilir kendimizin?

hangi yemin,
zehriyle yetinir?

kaç bedende hayat bulur insan?
hangisinde asılı kalır?
nasıl kurtulur bu ironik hastalıktan?
pis kanı akıtmak icin jilet kesikleri çok mu dar gelir tenime..?
hangi falcının vaat ettiğiydin sen?
hangi kalabalığın içinde ki günahtın?
beni mi buldun yeniden dünyaya gelmek için?
beni mi aldın kendine beden diye?
söylesene kaç bedende yaşar insan?
ve bir intihar ne kadarını öldurebilir kendimizin?
ya da içimizde ki, o üstünü örtemediğimizin...

1 Mart 2014 Cumartesi

kayıp mektuplar-1

sevgilim...
bu kelimeyi hiç bir zaman duyacağın kadar yüksek sesle söylemedim. Belki de korktum, söylersem eğer, yanlış bir şeyler olduğunu düşünmenden. oysa yazarken nasıl da rahatım. yazarken... konuşmak ne kadar zormuş, hala zor mu bilmiyorum. Son kullanma tarihi geçmiş midir? sevgi sözlerinin... bir tarihi olabilir mi. seni seviyorum demenin? olurmuş. Bunca zamandan sonra, sığmıyormuş insanın içine söyleyemedikleri. Şimdi yazarak yükümü hafifletmeye çalışıyorum, biliyorum. Ama hafiflemiyor işte.

geceleri üşüyüp uyuyamadığında, ayaklarını sırtıma yaslardın. Ben fazla sıcaktım sen çok soğuk. Ayak parmaklarını tenimde hisseder, uyanırdım uykumdan. Önce sinirlenir, sonra 'uyuyamıyorum' dediğini duyar, içimdeki kızgın demirlere soğuk sular dökerdim. Nasılda şekilden şekile girerdin ısınmak için. 'nasıl bu kadar sıcaksın' diye sorardın anlamsız bakışlarla... 'yanındayım, yetmez mi?' diyemez, zamanında söylenmemiş sözlere yenisini eklerdim.

yeni bir elbise alıp denediğinde fikrimi sorardın ya, 'güzel duruyor' der geçerdim. Oysa bilirdim nasıl heyecanlandığını, sana nasıl yakıştığını... küçük bir kız çocuğu gibi dakikalarca aynanın karşısında dönüp dururdun kendi etrafında, ben görmezden gelirdim ve bir yenisini daha eklerdim, zamanında görülmesi gerektiği halde göremediklerime...

beni affet. istediğin gibi bir adam olamayacağıma kendimi inandırdım. Bu yüzden hiçbir zaman ne senin beklediğin, ne de benim söylemek istediklerimi söylemedim sana. Şimdi yazma telaşına düşmüş, sanki çok vakti kalmış gibi, sanki herşeye yetişmişte son vapur kaçmasın diye koşuşturan insanlar gibi, su birikintilerine basıp üzerimi kirletmeyi önemsemeden, aklıma geleni sana yazıp bir budala gibi görünmeyi önemsemeden sana yazıyorum....

sevgilim...
duyabileceğin kadar yüksek sesle söyleyebilseydim bunu, yanlış birşeyler olduğunu düşünürmüydün bilmiyorum. yeni bir başlangıç olmayacak artık. Çünkü birikte geçirdiğimiz her dakika başka insanlar olduk biz.Hazır değildik belki bu değişime. Belki kestiremedik olabileceklerimizi. Gereğinden fazla yakındık belki, birbirimizi taşırız sandık. Kendimize güvendiğimiz kadar yanıldık aslında. Önce tahammül sınırlarımız daraldı. Ardından duymazdan gelmeye başladık, duyuyorduk oysa içimizden gelen çığlıkları. Yaklaşıyordu yıkım, uyarılar alıyorduk ama ciddiye almıyorduk. Farkına vardığımızda öyle geçti ki... yeniden başlamak için... Birbirimizin içinde açtığımız yaraları sarmaya bile tenezzül etmedik. Öyleyece bıraktık kendimizi. iki yaralı ruh, kendi acılarımıza sarıldık. Kendi dünyalarımıza hapsettik içimizdeki çocukları. Kazananı yoktu bu savaşın ve biz hasar tesbiti yapmaktan, yeni yıkımlara hazırlıksız yakalandık. Olmadı. ikimizde birlikte olmayı başaramadık. tek başımıza taşırız sandıkça yanıldık. Taşıyamadık. Bir süre sonra zamanında söyleyemediğimiz her sözün altında kaldık.

bir cevabım yok tüm bu olanlar için. Bir mazeretim yok. şimdi durdurup bir tuşuna basıp tüm hayatı, nefes almak istiyorum. Beni boğan sen değildin. Beni boğan bendim, çok düşünüp, çok inceleyip mükemmeli ararken, kendim olmayı bırakmıştım. Senin aşık olduğun ben olmayı. Oysa öyle basitti ki. Öyle kolaydı ki oynamadan rol kesmeden, kendimiz olmak. Ama hep başka bir şeyler aradık, ne zaman yoluna girecek olsa yaşanılanlar bir bit yeniği aradık. Bulamayınca bit yeniği yarattık! rahat duramadık biz. 'biz' sadece sorun çıkması gerektiğinde 'biz' olduk. kavga etmek gerektiğinde biz kavga ettik. can yakmak istediğimizde birbirimizin canını yaktık. Sevişirken biz seviştik. Bir süre sonra farkettik ki iyi rol yapan iki yabancıdan başka bir şey değildik biz!

sevgilim...
bir çağrı, bir özlem ya da bir istek değil bu...
belki mükemmel değildik ama,
sevmiştik biz... sadece bil istedim...

iki kaçak

ne çok okumamışım aslında ben seni.
ne çok yokmuşum.
ne çok korktuk biz aslında düşmekten.
ayağa kalkamıyorduk dizlerimizin üzerinden.
ne çok kaçtık biz düşlerimizden.
sen bir mucizeyi yaşıyordun,
ben yeni bir çaresizlikten yakınıyordum...
ne çok ağladık farkında olmadan,
aldırmadan tuhaf karamsarlıklara...
adımızı karanlığın ardına gizliyorduk.
ötelenmiş tutkuların perdelerini aralayıp bakamadık.
ne çok sessiz kaldık biz,
konuşmak günahtı, tanrılarımızın mirası.
nefesini içime çekerken bile,
inkar ettim varlığını...
tanrımın bana ettirdiği yemin gibi,
ne çok inkar ettik kendimizi.
yalanladık öpüşlerimizin verdiği hazları.
bakamadık, duyamadık...
iç çekişlerimizin,
içimize çekemediklerimizin ağırlığı altında ezildik.
kuramadığımız cümleler, anlatamadığımız karın ağrıları,
ertelediğimiz aşk dakikalarını,
bileklerimizde ki zincirlere halka yaptık...

ve ne çok yalnızız aslında d`mi..?
birbirine sıkı sıkı sarılmış iki yabancı gibi...

Yalnızım çünkü sen varsın


"gel" desen gelirdim
gittiğin uzakta bendim
dağ gibi bir ihanetten düştüm
bu kendime son gelişim

yorgun Haliç e biraz inat
biraz ihanet bırakıyorum
ellerinden bir tedirginliği bir tehdidi avuçluyorum
aklıma düşüyorsun
düşüyorum
düşünce
üşüyorum
azgın hüzünlerle körlüğüme göçüyorum
ayrılığın saati kaç geçiyor bilmiyorum
yalanlarımla bir hiçlikteyim
beni içinden kaç

gün düşlerime dönüşlerimde
bakışın içiyor beni gözlerimden
gövdemi düşürüyorum güz yavrusu duraklara
uzaklığına uzanıyorum
sevdiğin sonbahar geçiyor üstümden
ama artık hiçbir göğü içmiyorsun dudaklarımdan
yıkılıyorum şarkılara
"kimseler biliyor"
yalnızlık dostumdu
şimdi korkum oluyor
oysa "gel" desen gelecektim

her sabah akşam oluyorsun
alnından ellerine damlıyorsun
yüzündeki yağmurla iniyorsun kente
içine dert oluyorsun kentin
dışına yağmur
yüreğinde dağılıyor kristal şehirler
duvarların kan öksürüyor
ve sen
başkalarının gözlerini
yüzümde aramamayı öğreniyorsun
beni bir durağa yaslıyorsun
beni bir kente
gidiyorsun
oysa "gel" desen gelecektim

gizlilikten ölmek üzere olan bir akrep sızıyor içime
can kaybından ölüyorum
cenazemde namaz kılacağım
zan altındayım
yalanıma inanıyorum

yarısı yanık bir aşkın küllerini taşıyorum
dişlerindeki nikotin tadı terkimde
sirenler ve ateş hatları içip
sesini peydahlıyorum kendimden ve kentimden
ıslak ceplerimi buluyorum el yordamıyla
yasadışıyım
tutukla beni gözlerimden

çok davullu bir senfoni sürçüyor
dikiş tutmaz ayrılığımda
kirpiğinden yapılma bir darağacına
geceyi asıyorum
yoksun
bu yağmurlar ıslatmıyor beni
bir durağa yaslanıyorum sensiz
gidişinin en sessiz harfinden yırtılıyorum
"gel" desen gelecektim oysa

çöz gözlerimi senden hadi
ücranda yak bakışımı
gözlerine bekçi sevdam
dünden ve senden kalmayım

herkes kendi gördüğüne bakar
peki hayatın rüzgarında kime yelkeniz
kıpırdamadan duramayız bir aşk boyu
hadi en kanadığımız yerden susalım
"gel" desen gelirdim
"git" dedin ve gittin


-yalnızlığıma tanık olan kadının, avuçlarıma bıraktığı bir şiirdi bu...
ben yazmadım, ben söylemedim.
ben dudaklarımı aralasam `gel` diyecektim...
dudaklarımı aralayacak kadar cesur değildim.
belki de bu yüzden,
o gün bugün çok yalnızım...