17 Aralık 2016 Cumartesi

nem kaldı...

nem kaldı senden geriye
kapısı aralık bir ev,
kokun banyoya sinmiş,
az önce duş almışsın
güzelce kurulanmadan çıkmasaydın...

nem kaldı senden geriye
terliklerin
aralık kapının ağzında
yarısı boşalmış bir gardolap
izin, yatağın diğer tarafında
çıkmadan hemen önce
örtmüşsün üzerimi
dokunuşun
çarşafın her yerinde...

nem kaldı senden geriye
dün gece demlediğin çay,
dudak izlerin bardağın kenarında
keşke şekeri de sevseydin
çay kaşığını da saklardım sen dokundun diye...

nem kaldı senden geriye
yürürken kaldırımda
boş kalan sol yanım
bir yer de oturduğumda
masanın diğer yanı
tavla oynayamamak kaldı bir de
tek başıma...

nem kaldı senden geriye
taradığın saçlarının telleri düşmüş masaya
sessizliğin odaların iliklerinde
iki kişilik koca bir ev
iki kişilik oturma takımları
iki kişilik yemek masası
iki kişilik yatak
iki kişilik hayat
tek başına yaşamak...

nem kaldı gözlerimde
yanımdan usulca kalkışın
açılan sırtımı örtüşün
öpecek gibi eğilip yanağıma
vazgeçişin
yutkunuşun
banyonun kapısını açıp içeri girişin
güzel tenine çarpan suyun sesi
havluya sarınışın
yanıma geldiğinde ıslak teninin kokusu
havluyu sıyırıp üzerinden
yatağın kenarına bırakışın
üzerini giyerken
aynadaki yansımanla gözgöze gelişin
dolabı açıp giysilerini  çantana doldururken
içini çekişin
çantanın fermuarını kapatırken
öyle yavaşça
öyle sessiz
dişliler birbirine sarılırken
sarılmayı içinden geçirişin
montunu bir eline
çantanı diğer eline alıp
odadan çıkarken son bir defa
bana bakmak isteyişin
bakmadan gidişin
uyanmıyayım diye kapının kapanma sesine
aralık bırakışın
ah be sevgili
keşke ben uyurken gitseydin...




7 Aralık 2016 Çarşamba

ben...

bir söz bırakıyorum geceye
sabahında inkar kaldırmaz
ne yaşıyorsam bundan sonraya
yeni bir hayat barındırmaz
alışkanlıkların da bir anlamı olmalı albayım!
insan bunca acıya
bağışık kalmaz
albayım bari sen söyle!
nasıl tamam olur bir insan?
yarım bırakılmış hayalle...
ne kadar gerçek?
uyandığında geçtiyse...
nasıl bir tezahürat
trübünler küfür kıyamet
duymadık diye bitiş düdüğünü
devam ettiysek soluk soluğa
seviştiysek sevgiliyle
sen söyle albayım!
bu da gol değil diye...
ulan buda mı değil....
buda değilmiş işte
sonra uyanamıyor insan
aslında uyanıyor da
1453 senesinden beri
başka zafer kazanmamış gibi hissediyor ya
ne işe yararsın başka?
kalksan da yemek yesen de sokağa çıksan da
sevsen bile üstelik
bir istanbul fethetsen bile
uyanamıyorsun işte
geceye sarkıyor çaresizliğin
bir kadeh daha albayım?
pardon siz kullanmıyordunuz?
sırrı nedir bunun?
hayata ayık kafayla katlanmanın sırrı nedir albayım?
susmakla geçmeyenleri
mesela ne söylerek geçiştiriyorsunuz?
bu insanlar nasıl
hissetmeden, düşünmeden, sevmeden gerçekten
gerçekten nasıl yaşayabiliyor
anlamıyorum albayım...
mesela nasıl kızabiliyor insan
önüne başka bir araba direksiyon kırdığında
nasıl inip küfür edebiliyor
nasıl bir kızı görünce başka bir adam
gidip sevdim seni lan benim olacaksın!
diyebiliyor
anlamıyorum albayım
geçmiyor işte
zaman geçiyor
yıllar geçiyor
hesaplıyorum
kırk yıl olmuş çıkıyor
nasıl ben çocuk kalmışım
aklım ermiyor
çocuksam zaten aklımın ermemesi normal değil mi albayım?
neden tüm bu insanlar
bana adammışım gibi davranıyor...
yoruldum be albayım
nasıl bir iç'se benimki
atıyorum dolmuyor,
ama ağır geliyor işte
belki pamuk değildir o
bir kilo demirdir ağır gelen
içime attıkça
beni dibe çeken
kolleksiyon yapıyorum artık
kırdığım kalplerin
bazen parçaları elime batıyor
bazen kalbime
sonra uyanıyorum
üşümek
üşümek albayım,
sarılsan kendine geçmez ya
öyle işte
sabah olur
uyanmak istemezsin
öyle geçer zaman
geçen yıllardır
sen çocuk kalmak istersin...

29 Kasım 2016 Salı

söyle...

valizimde küçük kağıt parçaları
uyarılarım dikkate alındığından beri
kimse konuşmuyor benimle
gömülmüşüm bir bodrum katına
yanıma gelmek isterse biri
aşağı iniyor
aşağılık biriymişim gibi...

uyarıları dikkate alıp
toplum hassasiyetini gözeten sözler yazıyorum
canı sıkılsa okuduğunda
sanki yaralamışım göğsünden
mahkemeye alacaklar beni
oysa yazmak
okunmazsa
neye yarayacak ki?
ve bir onur değilmidir ki fikrimin
düşünemeyenleri etkilemesi....

valizimi kapatırken
hep bir 'neyi unuttum' şüphesi
gidecek yerim belli
geldiğimde geri
bulabilecek miyim?
bıraktığım kelimeleri
ya şiirlerim?
neresine sıkıştırdım hayatımın
yıllar sonra yeniden yazmak istesem
silinmeyecek mi?
katlandıkları yerde...

nasıl da yazarken şimdi
doğuma hazırlanan gebe
ne kadar canı yansa
elini tutan adam anlayabilir mi?
ya kadın?
uyurken göğsünde elleri
tutarmı şairin yerini
rüyasında yanına gittiği ressam...
şimdi tutulup hırsıma ağlasam
başını koyduğun omzu anlatsam
içimdeki koyuluk
ressamın paletinde hangi rengi?

kelimelerimle boyalarına saldırıyorum!
gördüklerimiz aynı
kadın
sana bakarken
beni seviyor...
beni severken
seni görüyor...
hayalini yazıyorum
gerçeği sende
tutulup kalıyorum sonra
yapamadıklarımla
yapabileceklerin arasında....

nasıl sever bilmiyorsun,
nasıl dokunur aklın bile almaz
nasıl bekler seni
düşünür gözlerin daldığında
sesin kısılsa anlar
yükselse bekler
nasıl dinler seni
hiçbir fikrin yok
senin hayalini kuramadıklarını
yazıyorum ben
yaşadıklarım bir fazla
belki hayalin kırılıyor
belki
vazgeçiyorsun bazen
fırçanı boyalarına daha sert bandırırken
kızıyorsun
ama
senin çizdiğin
benim yazdığım
kadın
kafiyemde yaşadığım
öptüğüm
sevdiğim kadın
gerçeği sende
ütopyası bende...

27 Kasım 2016 Pazar

kelebek mezarlığı...

hayalim
kelebek mezarlığı...
ne çoklar
rengarenk mezar taşları
şiirleri yok
yaşadıkları
bir satıra sığar
gördükleri
tarihin sayfaları
nasılda uçmuşlar...
ölmeyecek gibi.
sevmişler mi?
başka güzel kanatlıyı...
sevişmişler mi?
yarın ölecekmiş gibi...
hiç düşünmemeşler mi?
kanat çıpışlarının etkisini
dünyanın diğer yanını
yoksa
çiçeklerin büyüsüne kapılıp
varsa diye daha güzeli,
yoluna düşüp sevdanın
o yolda düşmüşler mi...

hayalim
kelebek mezarlığı...
nerden bilsinler
konmadan dudağına
aşkın şiddetini...

22 Kasım 2016 Salı

Bencillik...

sıradanlık bürünüyor zamanla
o çok olsaydı'lar
olabilirdi'ler birbirine karışıyor
gölgesi düşüyor
başka gövdelerin
aklına
direnmek hiç bu kadar zor olmamıştı
bilmiyorken varlığını
gidebilmelerin
uyanmak kadar yakın olduğunda
klientalist toplulukların
girmesi gibi koynuna
kendi yarattıkları augustinus'ların
subliminal sözlerimin
çağların gerisinde kalması
ve inanılası zor
katlanılası güç
sevmesi karışıyorken
rakı şişesine sarılan gazete kağıdı kıvamında inceliği
kırılmamak imkansız
ne zaman düşsen
dizlerinin üzerine
hangi ressam çizecek?
bulutlanmış gözlerini...
ve karışıyorken
gerçeğine buz gibi hayatın
hangi terzi biçecek?
bacaklarını saran diz üstü eteğini...
her gece üzerine ekliyorken
söylemediklerini
devlet memuru resmiyeti bürünüyor
sabah mesaisi başlamış
rutin kabullenmeler arasına sıkıştırıyor birisi
'bizim için hallet'lerini...
akşam oluyor sonra
hadi kalk gidelim telaşı
eskimiş çiçek pasajı
şimdi gitsen
kapısında seni tutup kolundan
içeri atmak için bekleyen
ağzındaki yavşaklık
hareketlerinde ki içtensizlik
içi geçmiştir belki
önyargımızı kapının dışarısında çıkaralım lütfen
çıkarken alırsınız yeniden
o kadar içtikten sonra
hala istiyorsanız eğer....

ne söylüyordum,
sıradanlık diyordum...
kuantum fiziği bilmeye gerek yok değil mi?
davranışlarımızı açıklamak için...
az sonra kıvrılıp kollarının arasına
kokunu içime çekerken
bazen diyorum
dünyanın tüm bağımlıları
bilseydi kokunun etkisini
kurtulurdu kötülüklerden...
iyi ki bilmiyorlar diyorum
bencillikten....

güzel ülkemin uzak baharları...

Annesiyle babasını dans ederken gören çocukların sayısı,
kavga ederken görenlerden fazla olmadıkça,
kızlarına çiçek alan babaların sayısı,
dövenlerden fazla olmadıkça,
bu ülkeye ne bahar gelir bir daha,
ne güzellikler uğrar...

iki yüzü var kadının,
Taksim Cumhuriyet anıtında,
biri başını kaldırmış gülümser,
diğeri ne düşünür?
peçesinin altında...
en çok zoruma giden de bu sanırım,
Cumhuriyet kadını
kendi elleriyle teslim etmek ister
doksan yıl önce kazandığı haklarını...

öylesine içi dışına çıkarılmış kavramların,
ne doğrusu kalmış aydınların,
ne kıblesi hala Kabe,
sözde din hocalarının...
savrulup duruyoruz,
birbirimize çarpıp kırılıncaya dek,
ne Mevlana'yı anlamışız,
ne Yunus'a saygımız kalmış,
bu toprakları değil miydi?
onları doğuran...
nereye gitti o Ana'dolu diyarlar?
kızlarını öpmeye kıyamayan,
yiğit babalar...

güzel dostum,
çocuklarını sev,
koru onları karanlıklardan,
geceleri aralık bırak odasının kapısını,
başucuna bir masal kitabı,
yüreğine huzur bırak...
oğluna kadını sevmesini öğret,
oyuncak tabanca vermek yerine,
kızına şiirler oku,
korkun girmesin içine...
belki sen görmeyeceksin ama,
onların çocukları yaşayacak en güzel baharı
en güzel yarınları
bu ülkede...

20 Kasım 2016 Pazar

resim...

o kadar ihtiyarlamış ki gözlerim,
yorgunluğunu ıskalıyorum sana bakarken
eğer çizebilseydim elime alıp kara kalemi
şiir yazmak yerine
mutsuzluğunu çizerdim
beni her düşündüğünde...
dört duvar duymaz
alnında biriken ter damlaları
üşüsen yanarken
seni benden başka kimse
anlamaz...

uyursun
sarılmış bir yorganın altında
uyanmak
hepsi herşey düşündüğün gibi
ahh bir koşsan
ve atlasan
deniz alsa seni
balık öpse
ve koklasa
karşımda öylece duruyorken
sus pus olmuşum
ne desem kırılacaksın sanki
sussam
deniz alacak seni
bu kadar istiyordum oysa
bencilliğimi bağışla
kaçırdığım uçağa
bomba ihbarı yapmışım gibi
sen gitmemişsin
kaldığın bir başka...
yakalanmışım
inkarlarım sen
inanmıyorlar ya
sen inansan yeter
en fazla dört yıl yatar çıkarım
başka resimlere tutulup beni unutmazsan eğer...
gökyüzü dökülür
uyanırsın
başka işin yok
beni düşünmeknten başka
yağmurda yürüdüğün her yol
nasıl ıslanmışsın
soyunsan yanımda
öpsem seni diyorum
gökyüzü dökülürken
yağmur damlaları değerken tenine
bundan büyük huzur
bundan güzel koku yok
ıslanmış
işim yok
sen bir yerlerdesin
aklım fikrim sende
senin
bir resimde
yazmaya çalışmışım
olmamış
çizememişim o resmi
yetmemiş
kafiyesine sığınırken bir şiirin
bir kara kalem kadar olamamış
boyayamamışım düşlerini...

17 Kasım 2016 Perşembe

kimse bilmez, benden başka...

kurutup sakladığın çiçeklerin
akşam sefaların,
dokunduğun boyası solmuş bankların
yanından geçerken sarıldığın ağaçların
koynuna aldığın sokak kedilerinin
parmak uçlarında yaşattığın hayallerin
kaç sigara daha söndüreceksin
olmayacaklar için?
sokak çocuklarına merhametin
kalan son paranla alıp verdiğin
çikolatalar karşılığında
aldığın gülümsemelerin
unutmuş gibi yarım paket sigaranı orada burada
bulacak kişi nasıl sevindi
içinden oyuncak çıkan yumurtaların
çocukluğunu anımsatıyor diye
nasıl da heyecanla
meraklanmaların
yapraklarını sevdiğin ağaçların
koparmak yerine düşmüşleri avuçlarına alıp
dokunarak can vermelerin
sırf kokusunu,
başka bir insanın dokunuşunu seviyorsun diye
eski kitapları arayışların
bissürü biriktirip durduğun anıların
kabuslarından kurtulmak için
uyumadan hemen önce
en sevdiklerini hatırlayıp
kendine sokulmaların
konuşmak ne güzeldi oysa
bilseydiler keşke anlamını susmalarının
kime yaklaşsan gidiyor işte
keşkelerin bitecek bir gün
geçecek bir süre sonra
dizlerini kollarını toplayıp bir adamın koynunda
sabahında uyanacaksın
inanamayıp belki de
bir kez daha dokunup sakallarına
belki utanıp gülümsemenden
yüzünü yeniden koynuna saklayacaksın...

16 Kasım 2016 Çarşamba

Ağrı...

kırılır nefsi
ne çok istemiş oysa
inkar etmiş tanrısını
kalmış geriye
sadece bir kalp ağrısı

düşünden düşmüş
uyanmış
inanmamış
inansa yara olur
inanmasa izi kalır
sonra anımsar
sonra sen olur
en beteri
sensiz olur...

karnı burnunda birliktelikti bizimkisi
sancılı bir doğumun ardından
ikimizde kaldık
doğum masasında
sen gözlerini yumdun
ben açtığımda...

şimdi taşıdıkılarım
ne zormuş
sen kaçıp giderken
bana kalmış....
baba olma ağrısı

Bilinç'ötemden yansımalar-14

elinde fotoğraf makinesi,
gördüğünü her zaman çekebilir mi insan?
sığdırabilir mi küçük kahverengi,
şeffaf negatiflere...

insan sustuğunda mı daha suçlu?
konuşamadığında mı?
tamam dersen eğer bir gün,
kabullenmişlikle suçlanacaksın!
demediğin her an
bir tsunami yaklaştıkça üzerine
çıkacak daha yüksek bir arayacaksın...

evsizlerin istilasına uğramış,
duvarlarındaki boyası döküldüğü için
gri sıvaları altından tuğlaları
çürümüş dişleri ortaya çıkmış sırıttığında
oturduğu sandalyede bir zamanlar üzerine tam gelen
artık saklayamadığı göbeğinin üzerine toplanmış
atletiyle
bedeni orantısız gelişmiş
dudağının ucundan ayrılmayan sigaranın dumanı
zaman zaman gözüne girdiği için
koluna silmiş gözyaşlarını
yoksa ağlamak
indeksinde bile yer almıyor arka sayfalarında ki
kalın etli parmaklarıyla yazmaya çalıştıkça
incecik zarif kadının ayrıntılarını
öksürüğüyle kesilmiş rüya
açık alnını kapatsın diye gereğinden fazla uzattığı
kır düşmüş saçları
ne yana tarasa inadına sanki
ya yatmaz
ya kalkmaz
koca kalcalarıyla ezdiği sandalyesinden kalkmadan
eğilip yerde duran biradan
bir yudum daha almış
evsizlerin istilasını anlatacakmış oysa
bedenine yerleşen ruhsuzluğu
benzetecek daha iyi bir yalan
uyduramamış...

neyi nasıl anlatacağımı kestiremiyorum
kelimeler beynimin içinde sağa sola çarpıp duruyor
tutunamıyor gibi hissediyorum
oysa ki bir sekilde alaya alırdım
ya da görmezden gelirdim
ya da bırakırdım kendimi
düşsem bile ayaga kalkardım diye
hep rahattım
ama şimdi sanki hiçbiri olmuyor
yerçekimsiz ortamda gibiyim
sanki söylediklerim havada kalacak
kırk yaşında ki yüreğime
yirmisinde sıktığım kurşunla ölüyormuş gibiyim
belki de çoktan öldüm ben
kabul etmek istemiyorum...

susuzluktan çatlamış dudağımdan kan sızıyor,
ölüler kanar mı?
kanamaz...
nedir peki bu ruh hali?
halsizliği...
her güzel şeyden önce, sonra ızdırap vardır!
güzel neredeydi?
sonrası olacak mı?
uçmaya alışmış insana boşluklar koymamalı!
şaşkınlığım neden?
kanatlarını kullanmadığın için korkuyorsun, düşmekten...
oysa ben oturup bir kaldırım kenarına
soluklanmak istiyordum sadece...
bazen, dedi kadın,
keşke dediklerin başkasına,
onların maalesefi sana kalır...
olur öyle...
affetmek mi yok saymak mı?
seç birini, dedi kadın...
hiçbiri! dedim...
kendini affetmekle başla
dedi kadın
kendimi affetmek demek
bir daha tekrar etmemek demek hataları
böyle yükümlülüker altına sokmak istemiyorum kendimi!
doğru düzgün aklı başında uslu bir adam olmayacağım ben!
dedim
olma
dedi kadın...
ne yapayım peki?
dedim
sevişelim dedi,
gömleğinin düğmelerini açarken yukarıdan aşağıya
kadın...
alt tarafı hayat işte,
öyle bir noktaya getirir ki seni
sevdiklerinle savaşırken
nefret ettiklerinle sevişirken bulursun kendini...
dedi kadın gömleğinin son düğmesini açarken.
örtüleri kaldırdıkça gözlerimin önünden
daha da parlıyor bu ışıklar
kalakalıyorum
teninin kıvrımlarında
seçilmiyor ayrıntılar bir yerden sonra
dokunulası hayaller sarıyor aklımı
ayrıntıyı görmekle uğraşma artık!
diyor kadın
şikayet etmeyi bırak ve yaşa artık!
elimi tutup
sıcacık göğsünün üzerine götürürken...

27 Ekim 2016 Perşembe

umut...

kaldırım taşlarını sayardı yürürken.
tek sayı çıkarsa eğer,
görecekti onu...
çıft olursa geri döner
yeniden sayar.
aklı kabul etse de
içine sığmazdı bazen
başına gelecekler.
onunla karşılaşamama düşüncesi
midesiyle ciğerleri arasına
baskı yapar
nefes aldıkça yakardı canını.
yeniden başlardı oyuna,
her yenildikten sonra
bu sayılmaz! bir daha oynayalım!
diyen çocuklar gibi
zaman geçer,
o kırmızı tramvay aynı kırmızı
o gidip geldiği yolda ki raylar
hala kar yağdığında buz gibi
tam üzerinde dengede yürümek sanki marifetmiş gibi
yürürdü
olurda dengesi bozulup sonraki adımı
yan tarafına basarsa
cezalandırırdı tanrı onu
o gün karşılaşamazlardı...
düşecek gibi olurdu
yavaşlar adımları
aksilik bu ya
o kırmızısı değişmeyen tramvayın
yazın bile soğuk olacağına karar verdiği
rayların üzerinden ona geldiğini duyar
kenara çekilse
onunla o gün karşılaşamaz
çekilmese
kırmızı tramvayın içindeki yolculardan küfür yiyecek
neyse derdi içini çekerek
ilerideki simitçinin yanına kadar yürüsem
yetecek
parmaklarının ucunda hızlanırdı
son an da atardı kendini yan tarafa
göz göze gelirken
tramvayın cam kanarında oturanlardan bir kaçıyla
elini kaldırır
'pardon' der gibi
demez ama
daha önemli dertleri vardır onun
o gün onunla karşılaşamama gibi...

bazen yanında yürüyenlerle yarışırdı
ama çaktırmadan...
bir kaç metre ilerisinde yürüyen birini gözüne kestirip
trafik ışıklarına ondan önce gelirsem eğer
gelebilirsem
onunla bugün karşılaşabilirim!
hızlanırdı adımları
önündekine yaklaştıkça mesafe kısalır
emin olamaz
kaybedecek belki
bir heyecan, damarlarında adrenalin,
ne kadarda hızlı yürüyormuş adam
yakınmaları uğuldar içinde
ama yine de yaklaştıkça
umutlanır
biraz daha zorlar kendini
onu görecek ya sonunda
son an da
son adımında geçer önündeki ni
soluk soluğa
tamamdır artık
madalyada gözü yok
gönlündekini görecek ya
nasıl mağrur
mutlu
geçtiği adam ters ters bakmış
belli ki o da kazanmak istemiş
belki o da biriyle karşılaşmak için
yarışmış onunla
neyse
istediği kadar kızsın
daha hızlı olsaymış!

o gün tüm sınavlarını başarıyla tamamlamış
sonra geçip karşısına
dış cephe boyası açık mavi renkli
ama ne kadar boyasalar
altmışından sonra makyajı ne kadar saklarsa kadının
ihtiyarlığını
öyle eskimiş binanın
kaldırımına oturmuş
o gün karşılaşmayı haketmiş onunla
sıkılmış beklemekten zaman zaman
ama bu da bir sınavdı belki de
sıkıntısını belli etmezse
onunla karşılaşana dek
karşılaşabilirmiş
beklemiş
yolun diğer tarafındaki kaldırım taşlarını saymaya çalışmış
net göremeyince sayıyı karıştırmış
yakından bakayım diyecek olmuş
ya olduğu yerden ayrılınca
karşılaşamazsa onunla
ayrılmamış
saymayı da becerememiş
batırdım demiş herşeyi
gelmeyecek
o gün yarıştığı adamı görmüş karşı kaldırımda yürürken
ondan rica edeyim de
saysın benim yerine
ne de olsa bir hukuku var artık
bir yarışa girmişler
centilmen iki sporcu gibi tamam kaybetmiş
ama önemli olan yarışmak değil miydi?
seslenecek gibi olmuş
adam hızlı adımlarla uzaklaşmış oradan
belli ki antrenman yapıyor
yarın geçmek için beni
diyerek çıkarmamış sesini

beklemiş
kararmış hava
sokak lambaları yandığında
özellikle mi yakıyorlar bu lambaları?
benim gibi yalnız bekleyenleri
ifşa etmek için belki diye
söylenmiş
doğrulmuş oturduğu yerden
açık mavi renkli dış cephe boyasıyla ihtiyar binanın
gözleri açılıyor gibi
odalarına yanmaya başlayan ışıkları
sonra
kapanan göz kapakları gibi
çekilen perdeleri
görmezden gelinmek böyle bir şey mi?
kimin umurunda?
Sana diyorum ey ihtiyar,
orasını burasını boyamış
köhne bina!!!
görmezden gelsen de beni
karşılaşacağım onunla!
arkasından geçen bir ihtiyar
ters ters bakmış
demek ki, demiş kendi kendine
görmezden gelinmeyecek bir adam değilmişim ben...
gurur duymuş kendisiyle
onunla karşılaşmaya hazırmış artık

ihtiyar binanın kapısı her açıldığında
sanki ona birşeyler söyleyecekmiş gibi
dikkatle dinlemiş
birileri girmiş içine
birileri çıkmış dışına
ondan başka herkes girip çıkıyor
ne kadar fahişesin sen biliyorsun değil mi?
neden onu bana vermiyorsun?
bugün bütün istediklerini yapmadım mı?
ne bekliyorsun!
yükselince sesi
yeniden açılmış köhne binanın ağzı
sanki küfür eder gibi
bir adam
ve ardından köpeği
kusmuş dışarı...
adam neyse de
köpeğin o alaycı bakışları
canını sıkmış
çömelmiş olduğu yere
karşıda ki kaldırım taşlarını sayamadım diye mi şimdi bu tavrın?
artık hiç sayamazmış
kabullenmeye çalışmış
onunla karşılaşamayacak bugün de
bundan önce ki
on dört senede
karşılaşamadığı gibi...

Günün Burç Yorumu...

Gazetelerde ki fal köşesi yazarları çok önemli bir hizmeti gerçekleştiriyorlar aslında toplum için. Kendini artık çaresiz ve güçsüz hisseden insanlara umut dağıtıyorlar. Bugün burcunuz güneşin etkisinde olduğu için eski bir sevdiğinizden haber alacaksınız diye yazdıklarında, okuyanlar eski sıfatının pekiştirmesiyle hala sevdikleri, bazen hayatın karmaşası içinde akıllarından çıkan ama bir vapur sireni çığlığıyla gözlerinin önüne gelen o kişiyi anımsıyorlar. Belki sabah evden çıktıklarında, kalabalık bir otobüse bindiklerinde, pazar yerine gidip alışveriş yaparken, yıllar önce mezun oldukları okulların önlerinden geçerken, binaya bakıp ikinci katın ortalarına doğru, şu sınıfın arkadan bir önceki camın kenarında otururdum derken, o sevdiği de o an oralardan geçiyor olabilirdi. Çünkü güneşin etkisindeydi burcu. Böyle karşılaşılması zor tesadüfler, o kadar da zor olamazdı.

Her burcun bir 'en'i vardı; insanlar okuduğunda kendisiyle gurur duymasını sağlayan. Belki o bahsedilen 'en' genel de yoktu insanın içinde ama falcı söylüyorsa bir gün, bir ara hissedilmiştir. Ve falcı diyorsa bu iyi bir şey değil midir? Hangi falda hangi burç için olumsuz bir tanım yapılmıştır? Her zaman kafamı karıştırmıştır bu durum. Mesela en duygusal burç şu burç, en cömert olan bu, en lider vasıflarına sahip insanlar şu tarihler arasında doğmuş. Bu tarihler arasından doğanlar sanatçı oluyormuş hatta bir kaç ünlü sanatçı ismi verilip, bakın bunlar da o tarihlerde doğmuş. Siz de aynı günlerde doğduysanız sizinde sanata yeteneğiniz vardır. Her gün düzenli olarak bunu öğle saatlerinde yemeğini yerken okuyan garson kız umudunu kaybetmez. Hangimiz böyle bir olasılıkla karşılaşınca geçmişimize bakıp, yıllar önce yazdığımız platonik sevda yüklü satırları yazmaya devam etseydik belki bizim de kitaplarımız vardı şimdi diye aklımızdan geçirmeyiz ki? Ya da okulun el işi derslerinde kibritleri kartonların üzerine yapıştırıp ev inşa ettiğimizi anımsayıp, üstelik öğretmen yüksek not vermişse belki de görmüştü bizim içimizde ki mimari yeteneği, diyerek yıllar sonra geldiği yeri düşününce neden olmadı diye düşünmeyiz ki. Belki hala geç değildir, çünkü garson kız sanatçı olabilme olasılığını okuduğu o andan bir kaç gün önce aynı köşe de burcuyla alakalı şöyle bir yorum okumuştu:

Yıllar önce çok yapmak isteyipte yapamadıklarınızı gerçekleştirmek için önünüze çok önemli bir fırsat gelecek...

Bu burçların 'en'lerini okudukça içimde ki gerçekçi karamsar yanım çenesine hakim olamaz. 'Madem', der çok bilmiş tavırla. 'Bütün bu burçlarda anlatılan insanlar bu kadar iyi bu kadar güzel bu kadar aşk ve sevgi doluysa aramızda ki onca kötü insan hangi tarihte doğmuş ve hangi burca ait?' Yani insan Da Vinci ya da ne bileyim Mozart'la aynı günler de dünyaya geldiğinde kendisinin de sanatçı olabileceğine inanıyorsa, Hitler ya da benzeri dünyayı kana boğmuş diktatörlerle ya da seri katillerle benzer günlerde doğmuş olabileceğini düşünmez? İşte bunun nedeni fal yorumlarını yapan yazarlardan kaynaklanıyor. belki onlar gerçekten biliyorlar kimlerin kötü olduğunu ama bunları açıkça söylerlerse kimse okumaz hatta aleyhlerinde dava açılır zor durumda kalırlar. Buradan hareketle insanın zaaflarından birini ortaya çıkarmış olmuyor muyuz? Kimse yanlışlarının kötü yanlarının söylenmesinden hoşlanmıyor. Peki bu bizi daha iyi bir insan mı yapıyor? Bilmiyorum ama fal köşelerini yazanların bir çeşit noel baba hizmeti verdiklerini düşünüyorum. Belki gecenin yarısı bacamızdan girip bize hediyeler getirmiyorlar ama gözlerimizin içinden girip aklımızın bir köşesine umut dolu hediye kutuları bırakıyorlar bu kesin.

İnsan olmanın tuhaflıklarını belki de en iyi onlar biliyor ve çözmüşler bunu. Yoksa bu kadar iyi umut dağıtacak sözleri nereden uydursunlar? Böyle deyince yine içimdeki o çok bilmiş karamsar gerçekçi ses 'ya' diyor.... 'O fal yorumunu yazan kişinin burcu hangisi?' Mesela kendi burcunun yorumunu yazarken, kendi yazdığına kendisi de inanıyor mu? Böyle fal işlerine meraklı bir arkadaşım, şöyle demişti:
'Fal yorumlandığı gibi çıkar...' Tüm o, kaderini insan belirler, hayır yaratıcısı belirler gibi felsefi buhranlara girmeden ki, arkadaşımın söylediği bizzat böyle buhranlara kapılıp aklımızın sınırlarına kadar gitmemize neden olmuştu, en basit haliyle şu sonuca varmıştık. Falı yorumlarken mümkün olduğunca muğlak ifadeler kullanırsan, insan yaşadıklarını bu yoruma bağlayıp kendini falın gerçekliği konusunda inandırabilir. Eminim Freud bu konuda da bazı açıklamalar yapmıştır. Yine böyle ağır mevzulara girmeden lafı getirmek istediğim yer, ya fal yazarı kendi burcunun yorumuna torpil yapıyorsa? Bugün benim burcumda olanlar çok mutlu olacaklar, ummadıkları yerlerden güzel haberler alacaklar, sevdiklerine kavuşacaklar vs... Arkadaşımın söylediği sözü doğru olarak kabul edersek ki doğru demiyorum, bir fal yorumcusunun tüm hayatının çok güzel geçtiğini düşünmemiz gerekecektir. Hayatım boyunca gazete köşelerine burç yorumlayan bir insanı tanımadım. Ama yine düz mantıkla hareket edecek olursak en azından kendi adıma konuşabilirim bu konuda, kendi hayatımı o kadar güzel yaşıyor olsaydım, tirajının ne olduğu önemli değil, bir gazetenin köşesine burç yorumları yazarak geçirmezdim. O güzel hayatımın her anını tadını çıkararak dolu dolu yaşardım.

Bu vardığım son sonuç burç yorumları yazanların hayatlarının kötü olduğu değil. Bunu böyle düşünmeyin lütfen. En başında belirttiğim gibi, bu yazarlar çok önemli bir hizmette bulunuyorlar. Bir kaç satır yazarak milyonlarca insanın umut taşımasına yardım ediyorlar. Peki ama tuhaf değil mi? Milyonlarca insan bir kaç satır okuyarak umuda kapılabiliyorsa yani bu bu kadar kolaysa, neden bu insanlar umutsuzluğa kapıldıkları hayatlarında elle tutulur, gözle görülür bir eylem de bulunmuyorlar? Bu kadar hayalperest insanın gerçek hayatlarında mutlu olmasını beklemek ne kadar saçmaysa, bir o kadar da falları okuyup mutlu olacakları bir geleceği düşünmeleri de saçma değil mi?
Değil... İnsanı insan yapan tuhaflıkların başında da bu ikilem geliyor. Yoksa ruhsuz makinalardan farkımız kalmazdı...

22 Ekim 2016 Cumartesi

otobüs durağı hikayesi...

Ağlayan bir adam gördüm. Bu zamanlarda ağlayan bir adam görmek, zümrüdü anka kuşu görmek gibi birşeydi. Yanına gidip oturdum. Görmezden gelmeye çalışsam da bir adamın gözyaşları, akıp giden bir nehir yatağında bütün gün elinde çelik telden yapılma bir ağla bekleyip, mütemadiyen o eleği çamura batırıp çıkarak sabrederek, sonunda küçük bir parça elmas bulmak gibiydi. Ne kadar derinlerden geliyorsa o kadar değerliydi. Bir söz söylemek istediysem de, sesim boğazımda takıldı. Yutkunamazsın ya bazen, dilinin ucuna da getiremezsin. Öyle bir hal...Dosdoğru karşıya bakıyor ve yanına oturduğumu farketmiyordu. Kapalı ağzının içinde dişlerini sıktığını göremiyordum belki ama biliyordum. Gözlerinden anlaşılıyordu. Sakallarında ve şakaklarındaki tek tük beyazlar, yoruldum diyordu. Önümüzden insanlar geçip gidiyordu. Kısa etekli liseli kızlar, uzun sakallı yakasız gömlek giyen adamlar, üşümüş montunun içine saklamaya çalışan boynunu işten yeni çıkmış kadınlar, annesinin eline sıkı sıkı sarılmış ama fırsatını bulsa kaçıp gidecek afacan çocuklar. Bir hayat akıp gidiyor ve adam o hayatın kıyısında oturmuş gözlerinden akan yaşlarla vazgeçtiğini itiraf ediyordu. Nelerden vazgeçiyorsun? diye sormak istedim. Ona baktığımı hissedince toparladı kendini. Oturuşunu düzeltti. Burnunu çekip gözlerini kırpıştırdı bir kaç defa. Buğusu kalsa da gözyaşlarından eser yoktu artık. Ve ben eleğimde ki tek değerli elmas parçasını parmaklarımın arasından düşürmüş gibi hissettim kendimi. Bir kaç saniye önce tüm çıplaklığıyla bir adam, hayatın kıyısına park etmiş, etrafını izlerken, izlendiğini farkedip torpidosunun gözünden maskesini alıp suratına takmıştı. Rahatsız olmuştu belki de bir yabancı tarafından görünmekten. Neler yaşamıştı? Neler geçiyordu o an aklından? tahmin bile edemiyordum. Sakince yüzünü bana çevirip:
-Adam akıllı üzülemiyoruz bile... Öyle değil mi dostum? deyiverdi...
Yanımdan kalkıp yürüyüp uzaklaştı. Hüznünü kalktığı yere bırakıp. Yanımda bir hüzün, önümden geçip giden insanlar, hayatın kıyısında, beklerken buldum kendimi...

30 Eylül 2016 Cuma

Yedi yıl sonra



Sessizlik, bu kadar huzur dolu olmasaydı, belki hayat bu kadar yaşanılır olmazdı diye aklından geçirdi, diğer tarafına döndüğünde yatağında. Ne bir araba motoru sesi ne de seyyar satıcıların akortsuz çığlığı. Tüm gün uyuyabilirdi. Uyanıp sokağa çıkınca dünden farklı ne olacaktı ki? Yatağın şefkatli kolları arasına bıraktı kendini iyice. Camları kırık penceresine çektiği naylondan sızan güneş ışığının sıcaklığını hissedince üzerinde, yorganını biraz daha aşağıya indirdi. Uyuya bilirdi ama çoktan bilinci yerine gelmiş, aklında onlarca düşüncenin ateşini yakmıştı bile. Biraz daha uyuması gerekiyordu. Eskiden seviştiği kadınları anımsamaya çalıştı, sevişme ihtimali olan kadınları… Kalp atışları hızlanıp bedeninin alt kısmına kan pompalamaya başlamasıyla rahatladığını hisseti. Bir ironiydi bu. Heyecanlanırken uykuya dalmak…  Ama daha iyi bir fikir gelmiyordu aklına o an… Birazdan uykuya daldı.

Yeniden uyandığında saatin kaç olduğundan emin değildi.  Ayağa kalkmak için zorladı kendini.  İliklerine işlemiş bir ağrı hissetti o an. Doktora gidip film çektirmesi gerektiğini düşündüyse de ne doktor vardı artık, ne de randevu almak için arayacağı telefon numarası.  Ağrıların şiddetine rağmen zorlukla doğruldu yatağın üzerinde. Çıplak ayakları üşümüştü. El yordamıyla uyumadan önce yere attığı çorapları bulup ayağına geçirdi. Odaya sızan gün ışığı solmaya başlamıştı. Akşam oluyordu.  Kalkıp karnını doyurması gerekiyordu.  Bir gün daha yaşamak için geçerli mazeretler aradı kendi kendine. Belki biri vardı sokakta, belki bir ses, belki bir gölge, aydınlıklardan saklanan. Belki… Bedenin zorlayarak çıktı yataktan. Odanın içinde bir süre önce sönmüş olan odun sobasının sıcaklığı vardı. Çok sıcak değildi belki ama o an üşümüyordu. Kalkıp sobanın küllerini temizleyip yeniden yakmak için doldurması gerekiyordu . Gece titreyerek uyumamak için mecburdu bunu yapmaya, bu iyi bir mazeretti. Ayaklarını  parke döşeli zemine bastı. Terliğini parmak uçlarında hissedince ayağına geçirdi. Diğer tekini aradı bir süre bulamayınca yere doğru eğilmek zorunda kaldı. Yatağın alt tarafına doğru diğer tekini de görünce çıplak ayağını uzatıp onu da giydi. Ayağa kalktı. Odun sobasının yanına gidecekken naylonla kaplanmış penceresinden dışarıya bakmayı aklından geçirince bir an duraksadı. Neden bakacaktı ki ? Üşüdüğünü hissedince sobanın yanına gitmek daha mantıklı geldi. Alt kapağını açınca sobanın dibine çökmüş olan küller dışarıya doğru boşalıverdi. Sağ tarafındaki metal kolu birkaç kez ileri geri oynatınca sobanın içi tamamen boşalmış, yeniden doldurulup yakılmaya hazır hale gelmişti. Alt kapağı kapatıp, sobanın yanında duran kovadaki ince kesilmiş odun parcalarını özenli bir şekilde alt tarafa yerleştirdi. Sonra daha kalın olanları onların üzerine koydu. Yarısına kadar doldurunca, alt taraftaki kapağı açıp ince parcaları tutuşturmak için çakmağını çakıp alev almasını bekledi bir süre.  Parçalar tutuşmaya başlayınca hafifçe üfleyip üzerine ateşin canlanmasını sağladı. Bir dakika sonra alevlerin sesi yükselmişti. Sobanın üzerinde duran çaydanlığı kontrol etti. Yeterince su vardı içinde. Alt kapağı kapatıp mutfağa doğru yürümeye başladı.

Uzun zamandır elektrik olmadığı için sadece bozulma sürecini yavaşlatır umuduyla koyduğu yiyecekleri sakladığı dolabın kapağını açtı. Telkin insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyordu ama yiyeceklerin bozulma süresini uzatmıyordu. Çok uzun zaman önce anlamıştı bunu ama hala yapmaktan kendini alıkoyamıyordu. Bir tabağın içinde duran peyniri burnuna yaklaştırıp koklayınca, aldığı kötü koku yüzünden suratını buruşturdu. Tabağı mutfak tezgahını n üzerine koyup, Henüz açılmamış olan kutudaki peyniri dışarı çıkardı. Onunda bozulup bozulmadığından emin değildi. Buzluk bölmesini  açıp naylon poşet içindeki ekmeğide dışarı çıkardı.
Genelde uykudan uyandığı zaman peynir ekmekle karnını doyururken gece uyumadan önce son öğününde elinde kalan son konservelerden birini açıp, sobanın üzerinde ısıtıp yiyordu. Kabaca bir hesapla bir haftalık yiyeceği kalmıştı elinde ve yeniden sokağa çıkıp yiyecek araması gerektiğini biliyordu.  Kutusunu yeni açtığı peynirin kokusu da pek hoşuna gitmemişti ama yenilebilir durumdaydı. Daha önce çok daha kötü kokanları yemiş, bir süre karın ağrısı çekmiş ama başka bir yan etkisini görmemişti.  Ekmek ve peyniri alıp odanın köşesinde duran masaya geçti. Masanın bir köşesinde duran kağıt yığınının en üstünde duran sayfayı önüne çekip incelemeye başladı yemeğini yerken. Resim çizmekten hiç anlamazdı ama yakın çevredeki sokakları, sokaklardaki binaların yerlerini bu kağıtlara çizmeye çok uzun zaman önce başlamıştı. Böylece dışarı çıkmak zorunda kaldığında nereye gideceğini, gittiğinde hangi evlere gireceğini ya da girmeyeceğini biliyordu. Kurumuş ekmekten bir parça koparıp ağzına attı. Hemen ardından biraz peynir. Masanın ortasında duran cam sürahiden bir bardak su doldurup, bir yudum içti. Başka türlü çiğnenecek hali yoktu ne ekmeğin ne de peynirin.  Önündeki sayfayı incelerken, sayfanın üst kısmına yazdığı sayıya dikkat etti.  ‘352’ Bir an aklının karıştığını hissetti. Uzanıp kağıt yığınında en üstte duran sayfalardan bir kaçını alıp diğer sayıları kontrol etti. ‘351, 350, 349,353…’ Hissettiği tuhaf duyguyu açıklamaya çalıştı. Genelde sayfa sayıları sırayla olurdu. En üstte en son gezdiği sokağın krokisi.  O an içindeki şüphenin, toprağı yarıp kendini yukarıya atan, filizlenen bir bitki gibi büyüdüğünü hissetti. Aslında ne bitkiler o kadar hızlı büyürdü, ne de o şüphe… Sadece yıllardır içinde tuttuğu, çoğu zaman bastırdığı her düşünce olasılık bir anda beynine hücum etmişti. Bir yudum daha su içip, bu şüpheleri yutkundu. İştahı kaçmıştı.

En son ne zaman bu sayfalara göz attığını hatırlamaya çalıştı. İki gün? Üç gün? Çok gerekmedikçe sokağa çıkmıyordu çünkü uyumak, rüyalar görmek ona yaşadığını hissettiriyordu. Yedi yıldır yaşadıkları, çaresizliği, yalnızlığı, korkuları ancak uyuduğu zaman rahat bırakıyordu yakasını. Dünyanın kendisini kapatması gibi kapatmıştı kendini.  Sayfaları yeniden kontrol edip  353 numaralı olanı önüne çekip diğerlerini sırasına uygun şekilde kağıt yığınının üzerine geri bıraktı. Uzun zamandır yaptığı gibi, sadece yaşamasına yetecek kadar çaba harcaması ve zamanının bitmesini beklemesi gerekiyordu. Yine öyle yaparak, şüphelerden ve komplo teorisi yüklü düşüncelerden uzaklaştırdı kendini. Bir parça daha ekmek ve peynir atarak ağzına, bardakta kalan suyu bir dikişti bitirdi. Alevlerin odun parçalarını sararken çıkarmaya başladığı sesi duydu. Ve sıcaklık yayılıyordu odanın içinde. Şimdi biraz daha uzanıp uyuyabilirdi. Tüm kaslarının gevşemeye başladığını hissetti. Tek yapması gereken bu rahatlığa teslim olmaktı.

Dışarıda esen rüzgarın, pencereye gerilmiş olan muşambaya çarpmasıyla bir an irkildi oturduğu yerde. Dikkatini yeniden önündeki kağıda verdi. Sayfada krokisi çizilmiş sokağa gitmesi yaklaşık yirmi dakikasını alacaktı. Yarım saat terk edilmiş evleri araştırsa, geri dönmek için yirmi dakika daha.  Kaba taslak bir buçuk saat dışarıda kalma düşüncesi çok cazip gelmedi o an. Güneşin batmasına ne kadar kaldığını bilmiyordu ama bir saatten az olmalıydı. Vakit kaybetmenin alemi yok  diye düşünüp yatağının yanındaki sandalyenin üzerinde duran pantalonu ve paltosunu giyip, kağıt parçasını katlayıp cebine koyup kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıktığında rüzgarı sakallarının arasında hissetti. Düşündüğü kadar soğuk değildi hava. Bu bile iyi bir işaret olabilirdi. Kaldırımlardaki taşların arasından, isyankarlıkla büyüyen yemyeşil otlar, griliği örtmeye başlamıştı. Ayağını bastığı zemin yumuşak ve kaygandı. Sokağın sonuna geldiğinde cebindeki kağıdı açıp hangi yöne gittiğinden emin olmak bir kez daha baktı. Sonra başını kaldırıp sağ ve sol tarafa uzanan sokaklardaki terk edilmiş binaları inceledi bir süre. Bir gariplik var mı diye kontrol ediyordu. Gariplik: Yağmur ve kar sularının, asfalttan kalkıp cama yapışan tozları, çamur haline getirip, iyice kirletmesiyle artık güneş ışığını yansıtamaz hale getirmesi normaldi. Akşamın son ışıklarının camlardan yansıyıp yansımadığına, diğerlerinden daha parlak olup olmadığını inceledi.  Yıllardır temizlenmeyen pencereler, ağır bir hüzünle kasvete bürünmüş gibi , sanki içlerindeki dışarıdan görünmesin, ne çektikleri bilinmesin diye kapatmışlardı gözlerini.  Hala kapalıydı gözler. Emin olduktan sonra gitmesi gereken yola dönüp yürümeye devam etti.

Bir caminin önünden geçerken, kapısının aralık olduğunu fark etti. Cebindeki kağıdı çıkarıp, o caminin olduğu yeri buldu. Üzeri işaretlenmişti. Yani daha önce girmişti o camiye. Ne zamandı anımsamıyordu. Belki namaz kılmak içindi. Artık ne dinlerin, ne de din çatışmalarının bir önemi yoktu. Çünkü insan kalmamıştı. Din adına cinayet işleyenleri anımsadı. İnsanları öldürerek din yoluna çevirmeye çalışmaktan mantıksız ne olabilirdi? Ve işte herkes öldü. Din de öldü… Hiçbir zaman inançlı biri olmamıştı, ama bazen, yani genelde en zor anlarında sığındığı bir tanrısı vardı. O’da mı ölmüştü?

Adımlarını hızlandırdı. Kaldırımdan inip yolun ortasından yürümeye başladı. Yağmur ve kar sularının zamanla bazı yerlerini çökerttiği asfaltın büyük kısmı hala düzdü ve yürümesi daha kolaydı. Yol boyunca elinde kağıdı tutup, kontrol etmediği bir bina kalmış mı diye ara ara kontrol ediyordu. Biraz ileriden havlayan köpeklerin sesini duyunda duraksadı. Hayvanların zamanıydı bu. Yiyecek bulmak onlar için daha kolay olmuştu zamanla. Sayıları her geçen gün artmış ve daha yabani hale gelmişlerdi. İnsanlardan korkmuyorlardı çünkü yıllardır insan görmüyorlardı. Daha önceki karşılaşmaları onun için pek hoş olmamıştı. Bu yüzden ne zaman yolunun üzerinde köpekleri görse ani hareketler yapmadan hemen başka bir yol buluyordu kendine.  Fazla zamanı kalmamıştı. Havlama sesleri gittikçe ona doğru geliyordu. Başını sağ tarafına çevirdiği zaman, bir zamanlar çocukların gülüp eğlendiği bir park gördü. Parkın içinde iyice boy atmış ağaçlar vardı. Köpekler yanından geçip gidinceye kadar bir tanesinin üzerine çıkıp bekleyebilirdi. Ama kokusunu alırlarsa gitmeyeceklerdi biliyordu. Besin zincirinin en üstündeki yerini kaybetmişti insan. Birkaç köpek için ziyafetten ibaretti artık. Parka yönelip diğerlerine göre nispeten daha kısa bir ağacın yanına gitti. Ağaca tırmanıp, yeni olgunlaşmaya başlamış dallarından birini tüm gücüyle kendine doğru çekip kopardı. Tırmandığı şekilde aşağıya inmek yerine, kendini boşluğa bıraktı. Ayak tabanları olanca şiddetiyle yere çarpınca dizinin arka tarafında bir ağrı hissetti.  Ağrıyla birlikte ne kadar uzun zamandır çok fazla hareket etmediğini anımsayıp kendine kızdı. Bir süre ağrının geçmesin bekleyerek diğer ayağının üzerinde durup bekledi.  Ağrı tam olarak geçmemişti ama havlamalar çok yakındı. Onun bulunduğu sokağın sonundan geliyordu. Parktan dışarı çıkmayıp ağacın altında beklemeye devam etti. Dört tane kalın tüyleri iyice uzamış, iri köpek parkın giriş kapısının önünden koşarak geçip gitti. Gittiklerinden emin olmak için bir süre daha bekledi. Elinde tuttuğu ağaç parçasına daha sıkı sarılarak.

Onu fark etmemişlerdi. Belki de fark etmişlerdi ama nesli tükenmesin diye koruma altına almışlardı. Bir zamanlar insanların, bazı hayvan türlerini koruma altına alması gibi. Düşüncesizce onca hayvanı öldürdükten sonra kalan son birkaç taneyi koruma altına almak, hayatla dalga geçmek gibiydi. Bir de bu yaptıklarını sanki çok değerli bir işmiş gibi reklam etmeleri her zaman midesini bulandırmıştı. Önce öldür, sonra koruma altına al! Belki de Tanrı da tam olarak bunu yapmıştı. Bütün insanları öldürüp kalan son insanı koruma altına almıştı…

Köpeklerin gittiğinden emin olduğunda yürümeye başladı. Dizinin arkasındaki ağrı her adım attığında hala orada olduğunu söylüyordu ona. Geri dönmeli miyim diye aklından geçirdi o an. Belki ertesi gün daha erken bir saatte, bu ağrı olmadan çıkmalıydı dışarıya.Parktan dışarı çıkınca köpeklerin dönüş yolu üzerinde, sokağın başında toplandığını görünce bu fikrinden uzaklaştı.  Diğer tarafa doğru yürümeye devam etti. Kağıda çizdiği krokide, daha önce geldiği ama kontrol etmediği binaların olduğu yere geldi. Bir binanın altında, genelde kurutulmuş sebzeler ve baharatlar satan bir dükkan gördü. 

Dükkanın dış cephesi parmaklıklı demirle kapatılmıştı. Bir süre inceleyip içeriye girmenin yolunu aradı. Camı kırabilirdi ama demir parmaklıkların arasından geçemezdi. Vitrinde sergilenen yiyeceklere baktı. Belki bir kolunu uzatıp erişebilme mesafesindeyseler, camı kırınca biraz yiyecek alabilirdi. Camdan içeriye dikkatlice bakınca vitrinin hemen arkasında sadece resimler gördü. Demir parmaklıkların alt kısmında kalın bir kilit vardı.  Bir süre onu inceledi. Belki demir testeresiyle kesip açabilirdi. Demir testeresini nereden bulacaktı? Cebindeki kağıdı çıkarıp inceledi. Yakınlarda bir nalbur olabilirdi ama öyle bir not düşmemişti krokinin hiçbir yerine. Eve dönüp diğer kağıtları incelemek aklına geldi. Mutlaka birinde nalburu işaretlemişti. O an kağıt yığınındaki sayfaların karışmasının nedeni şimşek gibi aklında çaktı. Birkaç gün önce belki de yine böyle bir yer aramak için kağıtları alıp incelemiş sonra dikkatsizce geri koymuştu. Evden çıkmadan önce hissettiği, evden çıkabilmek için bastırdığı şüpheler ve düşüncelerden ancak o an sıyrılmıştı. Tüm yol boyunca ürkekçe etrafını incelemesine neden olan da buydu. Evet, gerçekten kendinden başka kimse yoktu. Olsaydı bile neden onun evine girip sadece o sayfaların sırasını karıştırsınlardı ki? Gülümsemesine engel olamadı.  Bunca yıl yalnız yaşamak insanı paranoyak yapıyordu.  Bunun farkındaydı ama yine de aklının onu terk etmeyeceğine güveniyordu. Yedi yıl önce o büyük felakete tanık olup, tek hayatta kalan olduğunu fark ettiğinde nasıl onu yarı yolda bırakmadıysa, bundan sonra hiç bırakmazdı…
Şimdi eve geri dönmeli, yarın demir testeresiyle geri gelmeliydi. Eğildiği yerden doğrulunca, dizinin arkasındaki ağrı şiddetlendi. İstemsizce elini dizinin arkasına götürüp ağrıyan yere dokundu. Sanki dokunuşunun iyileştirici etkisi varmış gibi. İyileştirmedi. Arkasını dönüp dükkandan uzaklaşırken gözüne bir ışık yansıması çarptı. Önce hayal gördüğünü sandı. Aslında korktu. Görmezden gelmeye çalıştı. Başını öne eğip, adımlarını hızlandırdı. Dizinin arkasındaki ağrı onu zorluyordu ama duramazdı. Biraz daha hızlandı. Yolun sonunda huysuzca hareket eden köpekleri gördü ama duramazdı. Neredeyse koşar adımlarla oradan kaçması gerektiğini hissediyordu. Köpekler kendilerine doğru hızlı adımlarla gören bu adamı görünce bir an duraksayıp kulaklarını diktiler. Adam durmuyor onlara yaklaşıyordu. Şaşırdılar, bir köpek ne kadar şaşırırsa o kadar şaşırdılar. İki tanesi sağ tarafa iki tanesi sol tarafa yönelip sanki yol açtılar adama. Adam onları görmüyor gibiydi. Aralarından geçip gitti.  Köpekler bir süre adamın arkasından bakıp uzaklaştılar oradan. Adam nefes nefese kalmıştı. Üzerindeki paltonun içinde terlediğini hissediyordu. Sıcaklık boğazından yüzüne doğru yayılıyordu. Bir iki adım daha attıktan sonra bedeni durmak için zorladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Ellerini dizlerini üzerine koyup öne doğru eğildi. Ayakta zor duruyordu. Az önce gördüğü yansımanın gerçek olmadığını biliyordu. Neden kaçıyordu o zaman? Derin derin nefes alarak doğruldu. Nereye kaçacaktı? Ertesi gün yeniden gelmek zorundaydı buraya. Yavaşça arkasını dönüp, ışık yansımasının gelmesi muhtemel yerlere bakmaya başladı. Bir şey göremiyordu. Yeniden dükkanın olduğu yere doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla. Her adımda biraz daha dikkatli bakıyordu yolun iki tarafında dizilmiş, terk edilmiş binalara. Hava kararıyordu. Bir yansıma vardıysa bile bir süre sonra kaybolacaktı. Dükkanın önüne geldiğinde, daha önce yaptığı gibi kilidin üzerine eğilip, aynı hareketleri tekrar etmeye çalışarak doğruldu ve arkasını döndü. Evet… Aynı yansıma gözüne çarptığı anda dona kaldı. Biraz ileride çaprazda duran binanın en üst katındaki pencerenin camından yansıyordu ışık. Diğer pencereleri inceledi. Hepsi koyu gri, kirli ve şeffaflığını yitirmişlerdi. Sadece o pencere sanki yeni temizlenmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu akşamın son aydınlığında. Cebindeki kağıdı çıkarıp bu pencereyle ilgili bir not alıp almadığını kontrol etti. Hayır, bu bina daha önce girilmeyen binalardan biriydi. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu ağaç parçasını hatırladı o an. Keşke bir silahım olsaydı diye aklından geçirdi. Kendini koruma içgüdüsünün ağır basmasıyla birlikte, sorularda beynine üşüştü. Arı kovanı gibiydi kafasının içi. Başka bir insanla karşılaşma olasılığı aklına ilk geldiği anda neden korunma gereği hissediyordu? Bu kadar mı uzaklaşmıştı insan olmaktan?

adam sanmışım kendimi...

ne çok sevildim...
hala bekler beni
gittiğim yerde
gelecekmişim sanki
gelsem
öpecek
nasıl gittiysem
dokunduğum her yeri
ışıl ışıl yanıyor sanki
nasıl utanmaz
nasıl arsızıyım sevginin
ne çok sevilsem de
doymuyor
avutuyorum
ne büyük adam oldum
çok kadın sevdi
cok kadın
siktir etti!!!

ve duruldu sular
yakamozları kayboldu ışığında
kayboldum
yok oldu
bir kız çocuğunun umutları arasında...
özlenmek böyle bir şey mi?
beklerken uyuya kalmış
kapı gıcırtısına kurulmuş saatleri
soyunup girsem koynuna
ne çok kızmış
ama
yine de
ister beni...

vapur iskelesinde
beklese saatlerce
gelmesem
ne farkeder?
beklemek bile
mutlu ederken
bir stadyum cığlığında
sesim kısılır
ondan esirgediğim
yine de
yatarken boş bırakır sol yanını yatağının
gelirsem gecenin yarısından sonra
sarılayım diye
koynuna girdiğimde...

nasıl kızıyor bana
nasıl özlüyor
gelmiyorum
gelsem
bahar olur
gelmediğimde
üşür ayakları
kimin sırtına yaslar yokluğumda
kim tutar ellerini
oysa nasılda sıraya girmişler
o beni beklerken...

özlemiş beni
nasıl da hosuma gidiyor simdi
özlenmek
beklenmek
yıllardır istediğim
istenmemek
ağzıma sıçmış
şimdi nasıl da hazırmışım
kırmaya
sanki kırıldığım zamanları
unutmuş gibi
nasıl da okşanıyor gururum
sanki
koynuna almış
öpmüş beni...

olamaz mı?

aşkın garip hali
susmuş
söylese kırılır
onarılması yıllar sürer
dokunsa vazgeçer
başka kadınlara kayar aklı
sonrası
sevmek nedir?
kim tutar ellerini?
vazgeçtiğinde
ağlar sonra
dayanamadığın yerden gelir üzerine
alışmak
aşkın yorulduğu yerden sev beni
öyle işte
uyu şimdi
uyanmak
avutuyor mu seni?
sandıklarımın ötesinde
hayal kurdum diye suçlama beni...

aşkın olmaz hali
ha yağdı ha yağacak
öyle gri öyle yorgun yüzüm
ha geçti ha geçecek
sustuklarımla yargılama beni
nereseinden sevsem
sevmediklerim nöbet tutar gibi
mesaisi bitmiş
yine de çıkamamış işinden
öyle öfkeli
hangimiz sınanıyor?
hangimiz çalışmamış?
oysa herkez hazır değil miydi?

aşkın kaçmış belki
tutulmuş bin yılda bir olur ya
ilahi bir yanı yok bunun
sıradan bir adamı sevdin sen
sıradan adamların hayalleri
çoktan sevmeli....
tutulmayı da bilirler oysa
tutunsalardı
sıradan bir sevişmeye
inlerken kollarında
o kadın sevgilisi olurdu belki...

aşkın büyük gelmiş
bir küçük adam sanki
çok özlemiş
dokunmasın diye başka kadına
ceplerinde saklamış ellerini
öyle başı önünde
öyle korkmuş
sonra
güzel bir sevgili
olmaz ya
olmuşta inanmamış
hep bir kırılganlık
hep bir mahcubiyet
öpmek istemiş
ne haddine!
sevilmek tanrıların insafında
ne çok korkmuş
ilk öpüldüğünde...

Bilinç'Ötemden yansımalar-13

üç tarafı denizlerle çevrili bir şehirde yaşayıp, denize kıyısı olmayan tek adam olmakta kolay iş değil... Bir türlü kendine gelemeyenin başka birine gidebilmesi ne kadar imkan dahilinde? Elimizde ki seçenekler her türlü yanlış. Belki soru yanlış olduğu içindir. Doğru soruları kimlere soruyorlar? Onlar da yanlış cevap verince bu kadar bedel ödüyorlar mı merak ediyorum....

bizim gibileri ne yapıyorlar onu da cok merak ediyorum? Böyle kendi halimizde bırakıp, kendi kendimizi imha etmemizi mi bekliyorlar? Mantıklı aslında. En azından bizimle uğraşarak harcayacakları enerjiyi daha faydalı işlerde kullanıyor olabilirler. İki kere ikinin sonucu konusunda şüpheye düşüyor olmamıza bir tek ben mi hayret ediyorum? Nasıl bir alacakaranlık kuşağına denk geldiysek, üç kişiden ikisi yanlışa doğru dese, üçüncü kişi kafayı yemek zorunda kalıyor.

çocuk sahibi olmadığım ve ileride torunlarıma bu günleri anlatmak zorunda kalmayacağım için kendimi şanslı hissediyorum. bahsettiğim delilik değil. Saf aptallık! Eğer tanrı ve cenneti varsa benim gibileri bu çağda yaşadı diye sorgusuz cennetine almalı. Kolay değil çünkü bu kadar sabırlı olup, bu kadar güçlü olup aklını kaçırmamak...

ve kırılıyor yazarın kalemi. Sokaktaki cocuklar evlerine gidiyor oysa daha saat erkendi. Bilmiyorlar çünkü karanlıkta saklambaç oynamanın tadını. Yan bahçede ki meyva ağaçlarına çıkamayacaklar mesela hicbir zaman. Plastik top peşinde akşama kadar sıcak asfalt üzerinde koşturup yorulmayacaklar. Acıktıklarında bir dilim ekmeğin üzerine yağ sürüp vermeyecek anneleri. onların kürtçe konuşan arkadaşları olmayacak. alevi arkadasları olmayacak cunku uzak tutacaklar insanlardan. kin ve nefretle büyürken, kendilerini küçücük odalarına kapatıp, çocukça hayaller kurmak yerine, darbeyi önleme saçmalıklarıyla uğraşacaklar. Dijital dünyaları olacak ve organik beslenmek için babalarının parasına güvenecekler. Çünkü hiçbirinin evinin bahçesi olmayacak...

bizi yöneten dünya liderimize, 'herkese kanacak kadar aptal olma!' diyemediğimiz için, yetmiş milyon insanımıza darbelere karşı direnmeyi öğretiyoruz ve bu kimseye saçma gelmiyor... Oysa insanlarımıza insan gibi yaşamayı, insan gibi davranmayı, insan olmayı öğretmemiz gerekmiyor muydu bizim? İşte tam da bu yüzden bir tanrı ve cenneti varsa eğer, bu saçmalığı görüp bununla yaşamak zorunda olanları sorgusuz cennetine almalı. Kolay değil, bunca aptal arasında aklına sahip çıkabilmek...

28 Eylül 2016 Çarşamba

Bilinç'ötemden Yansımalar-12

bir bavula sığmayacak kadar çoktu anımsadıklarım. Belki de o yüzden artık tatile çıkmak istemiyordum. Havaalanlarına girerken geçmek zorunda olduğunuz kapılardan geçmemek için. Çünkü açıklayamayacaklarımı biriktiriyorum sürekli. Biri bavulu aç dese, ne içindekileri izah edebilirim ne de yeniden doldurabilirim, ilk seferde ki gibi. Sığmaz çünkü. Pandoranın kutusunun açılması bu yüzden yasaklanmış olmalı. Tüm kötülükleri sığdırmışlar içine ve bir defa dağılırsa yeniden sığmayacak. Bu yüzden tanrı da tatile çıkmıyor olabilir benim gibi.

Yaşadığım yeni talihsizlikleri keşfetmeyi bıraktığımdan beri hayatım eğlencesini kaybetti. Ve sanırım tanrı da benimle uğraşmaktan sıkıldı. İsyan etmeyen bir kulun eğlenceli olacağını sanmıyorum. Düşünsenize, başına ne bela gelirse gelsin, ne kadar şanssız olursa olsun hep şükrediyor. Hiç bağırıp çağırmıyor. Hiç farklı yollara yeltenmiyor sadece kendisine yazılanı kabul ediyor. Hatta başına gelenlerin neden geldiğini düşünmüyor bile. Sadece yaşıyorsam haketmişimdir deyip yenisini bekliyor. Ben tanrı olsam en çok bu kullara sinir olurdum. Heyecan yok, macera yok, hep beklenildiği gibi itaat ediyor. Git diyor gidiyorlar, gel diyor geliyorlar. Peki onlara aklı, mantığı ve seçebilme imkanını neden verdi ki? Yeni hep onun istediğini seçecekse zaten bu kulun iradesi olmuyor. Tuhaf. Bunu anlayamıyorum ve sanırım bu yüzden ben tanrı değilim...

sırtını dayama yerleri kahverengi olan bir koltuk gibi sıkıcıyım artık. Eskimiş ve üzerini kaplayan kumaşın yıprandığı yerler rengini kaybedip ağarmaya başlamış. Binlerce defa oturulmuş üzerine. Milyonlarca düşünce tasıyan insanları taşımış bir defa bile şikayet etmemiş. Bazen merak ediyorum. Hayatıma giren eşyalar hiç önemseyip beni üzerime kafa yormuş mudur? Mesela benim için üzülmüş ya da sevinmişler midir? Mesela gecelerce üzerinde uyuduğum yatak, rüyalarımı merak etmiş midir? Peki ya üzerinde bir kadınla sevişirken, o da zevk almış mıdır?  Ben kendimi, sırtını dayama yerleri kahverengi olan bir koltuk gibi hissedebiliyorsam eğer, sanırım onlar da benim gibi hissedebilirler...

akşam üzeri kaldırımda yürürken yanından geçtiğim insanları izliyorum başım önümde. Başım önümde çünkü onları izlediğimi farkedince kötü kötü bakıyorlar bana. Ki bu zamanda insanlara bakmak cinayet sebebi sayılabiliyor ve 'bana tip tip baktı' ceza indiriminden faydalanıp hapse bile girmeyebiliyorlar. Eskiden mantıksızlıklar dizboyuydu güzel ülkemde. Şimdi boğazımıza kadar batmışız ve bunu normal karşılıyoruz. O yüzden mümkün olduğunca sokakta yürürken başımı yerden pardon bakışlarımı yerden kaldırmıyorum. Gündemden uzak kalmaya çalışıyorum. Hayaletli şeytanlı filmler izliyorum ki inanın, çok daha mantıklı yaşadıklarımdan. Bir filmde tanrı görevini bırakıp ortadan kayboldu diyordu adam. Sanırım ben tanrı olsam dünyanın şu anki halini görünce ben de bırakıp giderdim. Hak veriyorum yani kendisine ve destekliyorum.

su samuru olasım geldi birden. Nasıl yasıyorlar, mutlumudurlar üzgünmüdürler hiç bir fikrim yok. Aniden beliriyor böyle tuhaf isteklerim. Sonra bir süre bekliyorum kendiliğinden geçiyor. Geçmeyenleri görmezden geliyorum. Fazla ilgilenmeyince sıkılıp gidiyorlar. Yani her türlü kendime kalıyorum. İnsan kendine kalır mı? İnsan bir matematik işlemi mi işin içinden çıkamayınca kendimize kalıyoruz? hadi kaldık diyelim sonra? Başka kalanlara sarkıyoruz durmadan. Eksik ya da fazla. Her türlü eşitlenmeyen denklemleri yaşıyoruz. Oysa ki her iki tarafı da sıfırla çarparsak geriye birşey kalmayacak. İnatla direniyoruz. Sanki kendine kalınca işe yarayacakmışız gibi...

sonra, sanki şu an yeterince yaşanabilmiş gibi hep bir sonra'yı anlatma çabası. Nasıl sıkıldıysam artık. Hep bir sonra endişesi, hep bir sonra'ya kaçış... Bundan önce çok iyimiş sanki, şimdiden sonra'ya iltica etme çabaları... Ne yaparsan yap, her zaman şimdiyi yaşayacaksın. Ve sonra dediğin sadece kurgudan ibaret. Tanrı bunu bildiği için sıkılıyordur. Kimbilir, bu filmleri kaç defa izlemek zorunda kaldı...


sonra...

birden üstüne geliyor aklımın
uzağında tutmak istediğim ne varsa.
sonra
kaçış başlıyor.
mütemadiyen ertelenen sonlara
yenisi ekleniyor
arkası yarınlar
duvarların ardında
rutubetten boyası dökülmüş
kirli yeşil rengiyle
hastalıklı bir yüz gibi bakıyorlar
aynalarla gözgöze gelmemeye çalışsam da
iliklerime işlemiş yorgunluk
şimdi ne kadar kolay olabilir ki
yeniden ayağa kalkmak
kendimi gömdüğüm
bu karamsarlık
bu sabah olsa geçer'lerden değil
akşam olunca
ardına saklanacak duvar kalmayacak
birer birer hisseden yerlerini törpülüyorum ruhumun
acı geçmez demişti doktor
alışırsın sadece
geçti sanarsın
belki bir süre daha aldatırsın kendini
sonra
yüzleşme başlıyor.
bahanelerin ardına çöküyorsun
hak veriyor insanlar
sanki hak
verilen birşeymiş gibi...
öyleyse bile
sanırım sıranın sonuna geçmeliyim
elimdeki numara
çoktan geçmiş
yeni bir numara alıp
yenilerini eklemeliyim
arkası yarınlara...

artık yaşayabileceğin mutlulukları
kaybettiğini görmek bile
yakmıyor canını...
doktor haklı sanırım.
alışıyor insan
kanındaki alkole
ruhundaki karanlığa
isyan etmek bile
gelmiyor içinden...
sonra
kabullenme başlıyor.
sırasını bekleyen bir ihtiyar gibi
huysuzluktan vazgeçip
söylenmeyi bırakıyorsun
o otobüs geç geliyor
yanından geçen adam omzuyla çarpıyor
ayağın taşa takılıyor
yağmur başlıyor
ıslanıyorsun
üstelik üzerinde ince ceketin
derken
otobüs geliyor
binemiyorsun
yoruluyorsun beklemekten
bitsin diyorsun
yeniden başlıyor
yine de söylenmiyorsun
ayakkabıların su çekiyor
ıslak saçların yüzüne yapışıyor
elindeki bastona yaslanırken
dengeni kaybediyorsun
düşüyorsun
bir araba geçerken
çamurlu suların altında bırakıyor seni
zorlukla dogrulup
oturuyorsun kaldırıma
sonra
bir başka araba
sonra
bir başkası
doğrulmaya çalışıyorsun
başka bir adam
geç kalmış yetişmek için vapura
bir omuz daha atıyor sana
yeniden yerdesin
sonra
bıraktın ya huysuzluğu
söylenmiyorsun
bekliyorsun
sıranın gelmesini...

25 Eylül 2016 Pazar

evden cıkarken unutulmuş gibi...

ben
kendi yolumda savruluyorken
ve seçiyorken olmayacakları
kime bu nefret
vazgecmek
hala tekelimde değil mi?
yok olmayı isterken
tam ortasına düşüyorum
varlığımın
inadına sesim cıkıyor sanki
fısıldarken
inadına
tutuluyorum sana
vazgecmek isterken
başka bir şey bilmiyorum
senin yanında olmak dışında
nasıl da boynumu eğmişim
bir köpek gibi
medet umuyorum
olacaklardan
nasıl da teslimiyetim
geçecek değil mi?
bu kötü günler...
aslı astarı yok karanlıkların
uyusan
geçecek değil mi?
gecenin bilmem kaçı
yazarsan hafifletecek mi?
söylesen dinecek mi?
sığındığın liman
bu fırtınaya
dayanacak değil mi?
yıkıldığın zaman
o gelecek?

nasıl da avutuyorsun kendini
gömdükten sonra içini bir kac kadeh rakıya
bakışların dağılmış
aklın inatla sarılırken ona
uyansan simdi
ya da sabah
yanıda değilsen
zamanın ne önemi var?
teras katında yabancı bir şehrin
sevişsen şimdi
geceye inat
içinde boşaldıgın
hangi kadın?

eksik birşey mi var?
kokusu
teninin tadı
nane kokusu
özlersin ya
uyumuştur şimdi
seslensen
duyar belki
duymasın
bölünmesin uykusu
nasıl olsa
uyumayız artık
bari o
uyku sersemi
endişe etmesin
sabah olunca
hicbirsey olmamış gibi
sevmeye devam etsin beni...

kaçış...

tam ortasında
iki kadının arasında
düşün kırıldığı yerde
uyanırsın ya
yeniden başlamak
hayal kurmaya
kırılmamış gibi
uyanmışsın
yüzün gözün uyku kokar ya
öyle kokuyorsun
yüzüm
boynunda
sarılsam sana
bu yoksunluk
hangi umuda yarar?

sevsen beni
yaralarım
açık kalmış
sözlerim
avuturken seni
bana kalan
kafiyeleri
yoruldum
tut beni
sensiz kaldığım ilk günden beri
uyanası gelmiyor insanın
geçecek diyorlar
geçiyor belki
kırılıyor direnci ruhumun
bu son savaş mı?
dizlerimin üzerinde
yenilsem şimdi
ayıplarlar mı?
ya kaçsam
vazgectim desem
ağlarlar mı?
senin kadar...

21 Eylül 2016 Çarşamba

ıslak...

Kokusundan tanımış. yağmur yağmış az önce, ıslak giysileri üzerinde. Islak giysi nasıl kokarsa bir insan üzerinde, öyle kokuyordu işte. Umursamıyor gibi ıslak olduğunu, rahat ve kendinden emin oturdu, pencerenin yan tarafında duvara dayanmış sandalyeye. Alnına düşen ıslak siyah saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Belki de alnından yanaklarına doğru akan damlalardan sıkılmıştı. Saçlarına dokununca ıslanan parmaklarını pantalonunda kuralamaya çalıştıysa da, bu yaptığı ıslak bir havluya ellerini silmek gibiydi. Sadece bacağının daha fazla ıslanmasına neden oldu. Yine de bozuntuya vermedi.

Yorgun ve sıkılmış gözlerle etrafına bakındı bir süre. Gözleri pencerede takılı kaldı. Sanki dışarıda tanıdık bir silüet arar gibiydi. Belki de O'na baktığımı hissettiği için, gözlerini pencereden dışarıya kaçırmak istemişti. Başarılı bir hareketti o. Belki de onu daha iyi izlemem için farketmemiş gibi yapıyordu. Üzerinde ki ıslak gömleğin tenine yapıştığını görebiliyordum. Esmer teni, beyaz gömleğin altında ve sütyeninin kıvrımları... Bir an gömleğini düzeltecek gibi bir hareket yaptıysa da, belki de rahatsız olmuştu; bakışlarımdan değil de, ıslak gömleğin teninde bıraktığı histen. Bir elinin parmaklarıyla gömleğinin yakasından tutup biraz uzaklaştırdı teninden. Sonra bıraktı. Gömlek sanki hiç dokunulmamış gibi esmer tenin üzerine yapışıp şeffaf bir hal almıştı yeniden. Tüm bu süreç boyunca iri siyah gözleri hala pencereden dışarıda firardaydı. Bir an nefes alıp almadığından emin olamadım. Daha dikkatli baktım göğsüne. Hiç bir hareket yoktu. Sonra siyah iri gözbebeklerine dikkat ettim. Onlar da hareket etmiyordu. Az önce elini hareket ettirmemiş olsaydı, balmumundan yapılmış, gerçeğine çok benzeyen ama ıslak bir heykel olduğuna inandırabilirdim kendimi. Kendimi inandırma becerime her zaman hayran olmuşumdur. Bu konuda da beni yarı yolda bırakacağını sanmıyorum.

Oturduğu sandalyede bacakları kapalı, gözleri pencereden dışarıda, ıslak siyah saçları omuzlarında, ıslak beyaz gömleği teninin üzerinde şeffaf... İnce sayılamayacak kalınlıkta dudakları hafif aralık. İnce ve kalın dudak arasındaki ayrımı tam olarak neye göre yapıyoruz emin değilim. Yani bunun santimetre olarak bir ölçüsü var mı? Yoksa sadece öpünce mi anlaşılıyor? Ve hangi dudak kime göre ince ya da kalın? Üşümüş olmalı. Dudaklarının mat rengi yağmur öncesi denizlerin grisi gibi... Ve sinir bozucu bir umursamazlık var tavrında. Sanki ben o an o odada değilmişim gibi. Varlığımdan haberdar etme isteği içimde büyürken, bu büyülü izleme anından vazgeçmeme dürtüsü arasında tıkanıp kaldım. Hangisi daha baskın gelecek bilmiyorum. Ve ilk hangi saçma davranışla bu ilahi savaşa son vereceğim?

Yapmamalıyım. Durmalıyım. O'nun gibi, varlığımdan habersizmiş duruşunu taklit etmeliyim. Ne kadar? Evet ne kadar onu bu denli özümserken, her kıvrımını incelerken ve tutulurken bu sanat eserine, ne kadar, dokunma içgüdüme karşı koyabilirim? En azından şimdilik durabiliyorum ve içimdeki bu kime ait olduğunu bilmediğim ama benim olmadığından emin olduğum iradeye teslim oluyorum.

Bakışlarını kaçırdığı o pencere hızlanan yağmurla saydamlığını kaybetmeye başladı. Artık bakışlarını kaçıramaz. Burada bu tek eşyası duvara dayalı sandalye olan boş odada benimle birlikte olduğunu kabullenmek zorunda kalacak. Yine de vazgeçmedi. Kafesin kapısından çıkmaya çalışırken son anda yakalanmış bir kanarya gibi çırpındı bakışları. Ama yine de bozuntuya vermeden sadece kapattı kendini. O an dudaklarının arasından verdiği nefesi hissettim. Aynı anda göğüs kafesi küçüldü sanki. Ne zamandır tutuyordu nefesini?

Geriye doğru parmaklarıyla taradığı saçlarının dibinde kalan bir su damlası yanağına damladı. İnce dudaklarına doğru akıyordu ve her anını görebiliyordum. İnce dudak meselesini az önce halletmişiz olarak kabullendim aklımda. Üst dudağına gelince duraksadı damla. O an dilinin ucunun dudaklarının arasından çıkıp o su damlasına dokunacağını hayal ettim/düşündüm/bekledim... Hiç biri olmadı. Damla üst dudağın ucundan alt dudağa bıraktı kendini. O an öpmek istedim. Daha önce de çok defa öpmek istedim O'nu ama o an çok istedim. Daha önce de çok istedim ama o an başka birşeydi. Sanki çok özlemişim aylardır görmüyorum, yeni gelmiş odama, yeni gelmiş yanıma, sanki daha önce hiç öpmemişim gibi ama çok hayal etmişim aynı an da hep fırsat kollamışım ama hep korkmuşum da o an doğru zamanmış gibi... Yani başka bir şey gibiydi o su damlası alt dudağına bıraktığında kendini, kendimi nasıl tuttum bilmiyorum...

Sonra, oturduğu yerden kalkarken bakışlarını boş odanın parke döşeli zeminine sabitledi sanki. Sağ omzundaki saçları önüne düştü. Islak gömleğinin yapıştığı sağ göğsünü örten sütyeninin üzerini kapattı. Islak saçların birbirine bu denli bağlı olması ve birlikte hareket etmesi o an tuhaf geldiyse de, belki de gidiyor olma ihtimalini düşünmek korkusu yüzünden bu ayrıntıya bu kadar takılı kalmıştım. Gidiyor olma düşüncesi... Gerçekten gidiyor muydu? Gitmese neden ayağa kalksın? Yok hayır, tamam yani her ayağa kalkan gider diye bir tabumuz yok ama ayağa kalkan biri neden gözlerini boş bir odanın parke döşeli zeminine gözlerini sabitlesin kalkarken? Bir saniye durdu ayakta ya da bana bir saniye gibi geldi o karşımda dimdik dururken başı önünde. Zaman kavramını yitireli ne kadar oldu emin değilim? Ne zaman yanıma gelmişti? Ne kadar süre orada durdu? Bunun bir ölçü birimi olduğuna inanmıyorum. Ama kalkmıştı işte ve evet ama gidiyordu işte....

Açıldığında onu bana getiren kapı şimdi onu götürmek için açılmıştı sanki. ne tuhaf! İnsanın mutluluk nedenleri, üzülmesini de sağlayabiliyormuş. Oysa görecelilik kuramının şu an ki konumuzla bir ilgisi olmaması gerekiyordu. Başkasına göre yaşadıklarımın ne ifade ettiğinin canı cehenneme! benim canımı yakan başkasına zevk veriyormuş? Alsınlar bir taraflarına soksunlar o zaman bunu! Görecelilik kavramıyla beraber....

Sanki üzerindeki ıslak giysiler umurunda değilmiş gibi rahat bir tavırla yürüyordu. Her adımında kendinden emin, her adımında git... O an farkettim... Geldiğinde gitmişti zaten... Bunu en başından beri biliyordum. Kapıdan girdiği an da, o sandalyeye oturduğu an da, bakışlarını pencereden dışarıya gönderdiği an da, o tek damla yüzünden aşağı süzülürken... Her anında biliyordum. Gitmişti...

Islak beyaz gömlek, sırtının üzerinde şeffaf bir hal almıştı. Sırtının tüm esmer kıvrımlarını görebiliyordum. İnce beline doğru bollaşıyordu gömlek ama yine de o ince beli biliyordum... Islak siyah pantalonu katılaşmış gibi bacaklarını saklıyordu ama bacaklarının kıvrımlarını da biliyordum. Üşüyordu o an, bunu da biliyordum... Bu bildiklerim bir halta yaramıyordu. Sanırım en kötüsü, bunu da biliyordum...

18 Eylül 2016 Pazar

rüşvet...

koşmak isterken
topal kalmış
ayakta durmak isterken
dizlerinin üzerinde
ne çok dualara sığınmış
saklanmış iyiliklerinin ardına
ne çok kötülük
omuzlarında
ne yana dönse
başka bir yüzleşme
ne yana baksa
yüz çevrilmiş
kendi günahlarında boğulurmuş insan
bir çok doğrunun
bir yanlışa kurban edildiği yıllarmış
kimse geçmişi hatırlamamış...

gel zaman gitmemiş...
sonsuz bir şimdiye tutulmuş
uyanmış her sabah
her sabah yeniden
eski bir hesaplaşma başlamış...

büyümüş oysa
ne ayakkabılar olmuş ayağına
eskiden alınan
ne pantalonlara sığmış...
büyümüş
elleri gibi umutlarda
ayakları gibi
yollar da
gelmiş zaman
kimse aldırmamış
büyümedim yalanına...

düşlerinde kalmış
bir sahil kasabası
tuz kokusu
denizin
yüzüne çarpan serinlik
üşümüş
uzağına düşmüş
yakınında tutmak istediklerinin
kime seslense
görmezden gelinmiş
belki de
görünmek
eskisi kadar kolay değilmiş....

dolmuşta taşmış gibi
hayıflanmış bir kadın
nasıl unuttum diye
kendine kızmış
unutulacak adam mıyım ben?
hatıralarımda
mavi ceketinin sol cebinde
yarım bırakılan
yalanmış...

derin bir nefes alıp
yeniden başlamış
aynı hataların üzerinden geçerken
doğru
en güzel yanlışa kurbanmış....