30 Haziran 2016 Perşembe

er mektubu görülmüştür!

uyanınca unuttuğum rüyalar görüyorum,
eski tarihli yazılarda anımsamak gibi
yaşamak
gömülmüş beynimin kıvrımlarına
ne zaman yakalayacak beni,
ne zaman sarsarak uyandıracak uykumdan
bilmiyorum...

eski dostluklar biriktirmişim çekmecemde
ya aşklar
eskir mi?
tozunu aldığın gibi
kalın kapaklı defterlerin
anımsamak
yeniden hissetmeye
yeter mi?

intihar notu iliştirilmiş
yapılacaklar listesine
geçmiş zaman
suratına çarpan şimdi
verdiğin sözler,
alan bile unutmuş,
yeniden yazsan,
yazıldığı yerde kalacak
bunu anımsayan
on yedi yılın ardından
sessizce sayfayı kapatacak
hiç okumamış gibi...

hatırladıklarından yorgun,
unutamadığı için
bir ayağı çukurda
bir yanı
koşmak isterken
düşmüş
dizleri yara içinde
ve işin kötü tarafı
kaldıracak kimsesi yokmuş
büyümüş çünkü
kendi kendine de ayağa kalkabilirmiş
demişler
küçükken yanına gelip
hadi kalk, birşey olmadı diyenler...

susmuş
çünkü
büyümüş artık
ağlamak çocukluğunda kalmış
o gün bugün konuşmaz
yutkunurken başını başka yere çevirir,
göz göze gelse biriyle
gülümsermiş
çünkü ağlamak
kısa pantalon giymek gibi
kırkından sonra hiçbir adamın üzerinde
iyi durmayacak...

27 Haziran 2016 Pazartesi

Bilinç'ötemden yansımalar-9

Sanki susmak ister gibi konuşuyorsun...Oysa ben zamanı durdurmak isterken, her geçen günün aleyhimde kanıt olarak kullanılacağını bildiğim için, henüz suçluluğum ispat edilmemişken, bu an'ların tadını çıkarmak istiyordum. İçinde sen olduğun anların. Benden uzak durmak istiyorsan ve bunun sorumluluğunu taşıyamayacağına inanmıyorsan sadece susman yeterliydi sorularım karşısında. Bir süre yalnız kalmak istediğimi söyler ve bu benim seçimim olurdu. İleride bir gün hatırladığında, 'evet, o istemedi' diyebilrsin mesela. sorun değil...

zaman karşısındaki güçsüzlüğüm canımı sıkıyor. mesela ihtiyarlamak istiyorum olmuyor. Biliyorum genç kalmak istersem o da olmayacak...İstediklerimizin bağımlısı olmuşuz. Bir yerden sonra, yaşamak için değil de, sanki istemek için yaşıyoruz. sanki istediğimiz birşey kalmayınca yaşamakta çok mantıklı gelmeyecek gibi. İstek duymayı engelleyemiyorsak bizi 'herkes'ten ayıran nedir? İstediklerimizin kölesi olmamak mı? Bu ayrıcalıklı mı yapacak bizi? Nefsimizin karşısındaki dik duruşumuz kimi mutlu edecek? İstediklerimiz doğrultusunda yaşamıyoruz kabul. Peki istemediklerimiz doğrultusunda yaşamak bunu ne kadar bizim hayatımız yapıyor? Oysa tek istediğimiz insan gibi yaşamaktı bizim...

Gerilimler ve hoşnutsuzluk tabanı üzerine inşa edilen hayallerimiz vardı bizim çoğu zaman. Heyecanlı olduğu kadar, kaybetme korkusuyla daha çekici bir hal alırken her kurgumuzda kendimizden uzaklaştık. Benzemek istemediklerimizden uzaklaşırken, onlar gibi olmamak adına kendimize kurallar koyarken, hayatımızı onlara göre biçimlendirmiş olma ironisinin soğuk şakasına maruz kaldık. Oysa tek bir kuralı vardı hayatımızın. Doğrularımız bize aittir. Başkasının yanlışlarını baz alarak kendi yanlışlarımızdan vazgeçersek başka biri oluyoruz.

asıl sorun,bu kadar dibine indikten sonra düşüncelerin, hayalimize kavuştuktan sonra sahip olacağımız huzur bizi rahatsız etmeyecek mi? sorguladıklarımız, yargıladıklarımız, mantığımıza sığdırmaya çalıştığımız ne varsa, onların üzerine bu kadar hoyratça gittikten sonra, bulacağımız huzuru bu kadar kolay kabullenecek miyiz? yoksa aynı öfkeyle ve şiddetle kendi huzurumuzun üzerine gidip, bir kısırdöngü içinde, amaçsız ve beklentisiz varlıklar haline mi döneceğiz...

zamanı durdurmak istiyorum. Belki bir süre sonra o çok aradığım özlemle beklediğim iç huzura kavuşacağım ama sonrasında ne olacağını bilmiyorum. Belirsizlik karşısında, asgari mutluluklar dolu bu an'ı kabul etmek istiyorum. Herkesleşmek istemiyor olabilirim ama bu durum herkesin sahip olduğu bilinçsiz mutluluğa imrenmiyorum demek değil. Tamamının kurgu olduğu ve figuranlar tarafından oynanan televizyondaki gösteri programlarını izleyip, sanki gerceklermiş gibi hayret etmeyi, bu hayret duyguları içerisinde 'vayyy beee...' demeyi istiyorum bende. Hatta programlar hakkında söyleyecek bir iki sözüm bile olabilirse ne mutlu bana.

amacını itibarsızlaştıran bir insan olarak görülmeyi istemiyorum ama bana başka bir seçenek bırakmayan bu dünyanın perde arkasındaki rolünü göremiyorsanız, zaten bir önemi yok. Oysa herhangi bir sahil kasabasında, tek göz evde, kalan ömrümü seninle yaşasam bana yetecekti. Belki de bu yüzden hayat olabildiğince düğüm atıyor beni bağlayan sorunların üzerine...

23 Haziran 2016 Perşembe

sakat

açılır bir sayfa daha
zihnin karanlık köşelerine
yolculuk başlar.
gözleri bağlanmış
kulaklarından Beethoven ezgileri
günahkarlık dizboyuna gelmiş
sahil kenarında bir kayanın üzerinde
karanlık denize bakarken
ne çok gemi geçmiş
tek bir iz yok suyun yüzünde
hiç mi ihtiyarlamazsın sen?
koca Marmara!

alınır bir kız çocuğu
sevgilisi susmuş
gidiyorum dediğinde
kapının eşiğinde durmuş
beklemek çok yazar mı?
çok ağlamış
isimleri farklı
nedenleri aynı
kurtulabilir oysa insan
bir inanabilse
yalanlara...

kısılır sesi
ağır gelir kelimeler
tek celsede bitecek davaların
ileri tarihlere ertelenmesi
kalem kırılması gibi umutlarına
ve inkar
boğazına yapışır
teslim olmak
geçen zamana
düzgün kaynamayacak bu kırıklar bilirsin
hep bir yanın sakat
bir yanın
başka bahara...

22 Haziran 2016 Çarşamba

acı'mak

acı geçmez aslında.
insan alışır
yeni aldığı ayakkabısının,
zamanla açılacağına inandığı gibi,
bir süre canı yanar.
sonra alışır...
acılarımızı yarıştırıyoruz artık.
kimse bir diğerinin mutluluğunu yüceltmiyor.
en derin yarası olanın,
söyleyeceği çok olurmuş.
dinler gibi yapıp,
içten içe
rahatlıyoruz
tahammülsüzlüğünü en iyi gizleyen
en iyi arkadaş rolü için
ödüllere aday oluyor.
kasvetini üzerinde en iyi taşıyan,
uzak durulması gerekenlerin başında geliyor.

acı geçmez aslında
geçmiş gibi yaşarsın
onun parfümünü kullanan biri oturur yanına dolmuşta,
dağılırsın...

acı geçmez aslında.
sonra ki her sabah
yine uyanırsın.
yataktan kalktığında ayağına batar tokası
canın yanar
lanet tokanın yerde ne işi olduğuna değil de,
sahibinin geri gelmeyeceğine...

acı geçmez aslında
karnın acıkır mesela
demlikte çay yapmak yerine,
tek kişilik poşet kullandığında
iştahın kaçar
bir sigara daha yakarsın

acı geçmez
insanlar mutlu görür seni
selam verir hatta
birgün biri ona selam söyler
yutkunursun,
alamazsın...

acımıyor dersin
gece bu saatler olur
bir kadeh daha doldurursun
bilirsin kolay değildir artık
çift kişilik yatağa
tek başına girmek...

acı geçmez aslında
yıllar geçer,
ömür geçer,
yollar geçer,
araya başkaları girer,
yeni acılar çeker,
yine de o acı geçmez!

şehirler arası...

nasıl bir duygu?
en önden tanık olmak kopan fırtınalara?
içinde hissetmek o kaosu,
o karmaşayı, koşuşturmayı,
kayalıklara çarparken çıkan seslere teslim olmak
yıkılmak, yenilmek, tuzlu su saçlarının arasında
sen yukarı çıkmak istedikçe dibe batmak
nasıl bir duygu?
ayaklarını basacak bir yer bulamamak
bu düşme duygusu
arkanda seni tutmak için biri olmayacak
merdivenden inerken bile
ayağın boşlupa savrulunca
için ürperir ya
öyle bir his işte düşünsene
yaşamak ömrün boyunca
hiç geçmeyecek mi?
belki...

nasıl bir duygu?
tam karşısında durup,
hatalar yapan birine,
içinde fırtınalar koparken,
söyleyeceklerin,
kaybolacak rüzgarında
yine de söylemek,
ve okumak,
kapılıp gitmek onunla birlikte
nereye kadar?

anlaşılmazlığın duvarını aşamamak,
her teşebbüsünde,
duvara çarpıp kırılması umutlarının,
yine de dizlerinin üzerine çöküp,
toplarken parçaları,
ellerine vurulması,
nasıl bir duygu?

dinlenme tesislerinde duran,
bir otobüs kadar sessiz içim şimdi.
bir anons verilse de kurtulsam diyorum,
bu karanlıkların arasından
bu insanların bu saatte burada işi ne?
hangi şehri sevmemişler ki,
göze almışlar savrulmayı...
gitmekle olsaydı eğer,
hiç oturup şiir yazar mıydı?
yaşlı başlı şairler...

Bilinç'ötemden Yansımalar-8

En sevdiğim renk gri. Büyük harfle başlama alışkanlığımı kaybettiğimden beri cümlelerime, mutlaka bir freud meraklısı bunun nedenini kendimi küçümsemek olarak algılayacaktır. Davulcunun gürültüsünü bastırmak için kulaklığımı takıp müziğin sesini sonuna kadar açabilirdim ama kulaklık kullanma engellesi olduğumdan dolayı satırlarımı eşsiz davul melodileri eşliğinde yazıyorum. Bu gece bir eksiklik var aslında. Otomatik silahlarıyla birileri çıkıp etrafa ateş etmiyor mesela... Bu arada davul çalan arkadaşın davula küfür ettirmeyi başarmasına saygı duymaya başladığımı itiraf ediyorum.

paragraf başları iki parmak içeriden yazılmalı. Öyle öğretilmişti ilkokulda ki dilbilgisi derslerinde. Eminim bu yazdıkları okuyacak olsa öğretmenim tüm emeklerinin boşa gitmiş olduğunu görüp içlenirdi. Ramazan ayıyla ilgili bi sorunum yok aslında, sadece sırf gürültü yapmak için çalınmasaydı sahur davulları daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Neyse konumuzun bununla bir ilgisi yok değil mi? 

şekilcilik toplumumuzun yaşam tarzı haline geldiğinden beridir, etrafıma bakmayı bıraktım. gördüklerimin mantıklı açıklamaları yok aslında herşey olamayacak kadar basit. Artık hayatta olmayan büyük yazar ve şairler iyi ki bugünlerimizi görmemişler diyorum bazen kendime. Çünkü anlatmaya kalkacak olurlarsa kendi yazdıklarından iğrenebilirlerdi. Benim gibi geçiş dönemine denk gelen ve kısmen de olsa değişime uğrayanların doğal bir bağışıklığı var artık. Bu yüzden hala yazabiliyorum sanırım. Ama bu bağışıklık aklımın zarar görmesine daha ne kadar süre engel olabilecek ben de bilmiyorum.

en sevdiğim renk gri değil aslında. ben siyah ve beyazın sorululuğunu taşımak zorunda olmamak için griyi seçiyorum. Çünkü grinin kirlenmeme derdi yoktur. Çünkü grinin keskin, net bir sınırda durma zorunluluğu yoktur siyah gibi. Her ortamda bulunabilir gri, ve kimse onu farketmez. Diğer renkleri ayırtedersiniz. Mavi elbiseli kadın, yeşil gözlü adam, sarı saçlı küçük çocuk, siyah tüylü köpek, kırmızı güller köşedeki çiçek satıcısı çingenenin kaldırıma koyduklarının en önünde... Mesela odanın duvarları buz mavisi olur, çatılar kırmızı... Neden kiremitleri kırmızı renkte yapmışlar ki? Neden mavi değil? mesela Gri vapur görmedim ben hayatımda... Gördüm mü yoksa? İŞte tam da anlatmak istediğim buydu...

ingilizce şarkılar dinleyip, yarımdan daha az bildiğim kadarıyla aradan bazı sözcükleri yakalayıp, anlamlar yüklemeye çalışıyorum. Aslında müzik ve şarkıcının ses tonu yetiyor, benim Türkçe'ye çevirmeye çalıştığım sözleri değil, o şarkının söylenirken ki ifadesi. Yazıyor olmanın konuşuyor olmaya göre en güzel yanı da bu değil mi zaten? Bir cümleye başladığında sonuna gelene kadar on tane farklı düşünceyi aklından geçirip, anlatmak istediğine en iyi hizmet edecek kelimeleri daha rahat seçip değişiklik yapabiliyorsun. Oysa konuşurken, söylediklerinin farklı anlamlara da gelebileceğini ancak söyledikten sonra görebiliyorsun. İş işten geçtikten sonra, bu anlam karmaşasını düzeltmek için on tane daha cümle konuşman gerekiyor. yanlızlık zor zanaat adaşım, iki sıfır geriden başlıyorsun her sohbete ki kötü yanı, o iki golü de kendi kalene atıyorsun. Sonra uğraş ki çıkarabilesin...

kalbi aşk geçirmez dedikleri benimki gibi mi? sessizce toprağa verir gibi yazıyorum sevdiklerimi. Yazınca geçiyor... bazen anımsadıklarım örtbas edilemez gibi olunca, çığrımdan çıkıyorum, 84 parça yemek takımı küçücük koliye nasıl doldurulur biliyor musun? Bir defa boşalttıktan sonra asla yerleştiremezsin. Hep bazı parçalar dışarıda kalır, zorlarsın o kutu kapanmaz, biraz daha zorlarsan kırılır. İşte bu anımsama, bu çığrından çıkma halleri hep böyle. Zamanında nasıl yaşanıp, anı'ya dönüştürülmüş bilemezsin, sonra dan hatırlayıp yeniden unutmaya çalıştığında...

en sevdiğim renk gri... Maviciler var bir de siyah hastaları... Kırmızı ve pembe meraklıları, sarı ve yeşil fanatikleri var... Ama kimse griyi sevmez. Kirlidir çünkü... Kırma bir renktir. Çok ciddi görünür, ağır bir havası vardır. Hiç eğlendirici değildir mesela. Kimse gri bir gökyüzü hayal etmez ya da gri deniz... Fırtınalar sever griyi. Mesela insanlar yağmuru sever de, yağmuru taşıyan gri bulutlardan nefret ederler. Mesela en güzel, güneşli havalarda yapılacak hayallerini hep gri kasvetli havalar altında kurarlar... belki de okurken bayıldıkları o çok güzel şiirler, hikayeler, romanlar hep o gri havalarda yazılmıştır, kimse önemsemez bunu. Onlar maviyi sever, siyahı, beyazı, yeşili, sarıyı... Gri hiç umursamaz bu sevgisizliği, işine bakar sadece... Olması gerektiği gibi...  

21 Haziran 2016 Salı

kız çocuğu hayali...

ne yaşamış olabilirsin ki?
bu kadar koyverecek kadar...
hangi kelimeleri duyunca vazgeçtin,
hayaller kurmaktan...
anlık heyecanlar yetmiyor artık biliyorum.
içindeki ateş yaktıkça tenini,
göze aldıkların,
sınırlarının ötesine geçiyor.
geri dönememek umurunda değil,
döndüğünde bulacağın sen,
artık hoşuna gitmiyor...

oysa bir sabah uyanmak vardı aklında
dudaklarından kocaman bir gülümseme,
perdenin köşesinden sızmış güneş
teninde sıcacık
ne kadar saçma yatılırsa bir yatakta,
öyle mantıksız uzanmak...
ve uyanmak,
gündelik korkularını sokmadan güzel aklına
belki güzel bir kahvaltı,
hazırlayıp bırakmıştır biri mutfakta...
çıplak ayaklarla basmak soğuk ahşapa,
saçların dağılmış,
acemice toplamak isterken,
offf bırak kalsın öyle!
çay hala sıcak olmalı
nasıl da acıkmışsın,
kızarmış ekmeklerin üzeri örtülmüş,
dokunuyorsun
çıtır çıtır...
bandırıp bir ucunu reçele
dişlerinin arasına aldığında
dilin dayanamıyor daha fazla
hazzın doruklarına çıkarken bırakıyorsun kendini
gözlerin kapalı çiğnerken ekmeği
huzur dağılıyor ağzında
çay artık kimin umurun da?

bu kadar basitken mutluluk,
karmaşasında hayatın savrulmak
hangi duymak istediğin
söylenmedi sana?
zaten sonra kim konuşsa,
hep aynı tekrar
kimlere paylaştırıyorsun kendini?
bitecek mi?
ya bitmeyenleri?
arkası yarınlar olmayacak
kime tutunsan elinde kalacak bundan sonra
biliyorsun...
bilmek,
içindeki boşluğa dolmayacak
sevmek!
bir zarfa konulup mühürlenmiş,
kullanılmayan çekmecenin arkasına itilmiş
yanlışlıkla bile olsa asla
karşına çıkmayacak...

20 Haziran 2016 Pazartesi

baba, geldin mi?

baba!
geldin mi?
elinden tutup,
çocukluğumu da getirdin mi?
yağmurları dindi İstanbulumun,
yine de sen
botlarımı getirdin mi?

hala hayattayım bak,
başka istanbul yok diye yazmıyor artık afişlerde,
aşkı serbest bırakmışlar
üzüldüğümde umursamıyorlar,
sevindiğimde dönüp bakmıyorlar
herkes kendi derdinde,
pencereden boşaltsam kül tablasını,
kimse küfür etmeyecek mesela...

baba,
geldin mi?
neler yaşıyordun çocukken,
neler gördün anlatsana biraz...
güneşli günlerim arttı benim,
ama çatık kaşlı insanların yerini
umursamaz bakışlar aldı
artık neredeyim biliyorum
çocukluk korkularımın yerini
büyük yalnızlığım kapladı

sevgilim bekle demişti ya,
sormuştum sana
bir sevgili ne kadar beklenir?
öğrendim baba...
sevdiğin kadarmış,
kalbim büyüdü ama,
beklemek yalanmış...

baba!
aşık olmuşsun sen,
neden benden sakladın?
bende olmuştum.
yollarımı kaybettim onu ararken
inandığım insanları
onu gördüğüm zaman
bir uçurumdan atlayıp uçmak isterdim ya,
neden gelip tutmadın beni?

baba!
neden tutmadın hiç oğlunun elinden?
yalnız yürümek önemsenmiyor artık,
ve kimse ağlayan bir çocuğa neden diye sormuyor
sen hiç ağlamadın mı?

baba!
neden 'seni seviyorum' demedin kimseye?
bu kadar mı zordu söylemek?
bu kadar mı korkuyordun?
'seni seviyorum' dememden...
babanda söylememiş sana,
annem de bana...
kimden esirgedik?
söylemediklerimizi taşıyoruz yıllardır.
susmayı senden öğrendim ben,
şimdi  elini öpmek için
elimi uzattığımda şaşırıyorsun ya,
korkma,
seni seviyorum demeyeceğim!

tek kişilik...

çok kül tablası doldurur bu aşk.
çok gece ekler üzerine
gündüz ayılamazsın
bekle diyorsun ya
kimi kandırıyoruz?
geçmeyecekleri görmezden gelip
gülüyormuş gibi yaptıklarımızı
hangi kafayla unutacağız?

sana hissetirmeden,
içinden alabilmek beni mümkün mü?
nasıl uyanacaksın bir sabah,
ben yokmuşum gibi
o gün üzerine ne giyeceğini
kendine mi soracaksın?

sıradan hırslara kapılıp
avutup kendimizi evlilik programlarıyla
dedikodularımı anlatacağız artık
içimize sığmayanları
geceleri tek başımıza kaldığımızda
ve uykusuzluk kemirirken beynimizi
huzur çoktan içkiye vermiş kendini
beynimin içinde davullar
saçma sapan bir kına gecesi tertiplemiş
ter içinde bedenler
yapışmış giysilere
neyin eğlencesinde bu insanlar?
birileri kurtarıyor ülkeyi ekran karşısında
birileri aşkı ilk keşfetmiş
okuyor sanki kendi yazmış gibi
bir kadının suya değiyor ayakları
şehvet ayıplanıyor
sanki aldırmış gibi cinsel organlarını
ne çok seviyor şu insanlar!
başkası yapmasın,
ben yapsam kimse bilmesinleri
ve kandırılmayı...
anlamaktan yoruldum...
anlatmak hafifletmiyor sancısını
aklımı kaçirmadan önce
kaçıp gidebilirsem eğer
kart atacağım size
denize sıfır
yuzyıllık bir ağacın dibinden...

gerçek olamayacak kadar büyük hayaller kuruyoruz ya durmadan
belki de bu yüzden
her yenilgimiz
daha çok batıyor içimize
her iç çekişimiz
garip geliyor insanlara

inanabiliyor musun?

içine kapalı
içince açılıyor
içmezse yakışmış insan içinde olmak,
kapanmış,
kimlerden saklanıyor.
yüzgöz olmaya gerek yok diyor kendine
çok konuşmamalı yoksa
aleyhinde kullanılacak ki
çokça hüküm yemiş söylediklerinden
düşünce suçu yok aslında
dilediğini düşünebilirsin,
sustuğun sürece...
insan kendi düşüncelerinden kendini nasıl suçlu bulabilir?
hangi ceza kafi gelir?
ehlileştirilmemiş bir kısrak gibi
dört nala kaçıp giderken aklın,
hangi zincir tutacak?
hadi zincir tuttu diyelim,
o kısrak kaçmak için,
sanki bacaklarını kırmayı göze almayacak!

geceye sarılıyor her geçen gün...
bir motor sesine öfkelenmiş,
küfürleri ağzında,
çıkarıp başını penceresinden,
geçip giden arabanın arkasından bağıramıyor,
yutuyor yine söyleyeceklerini
biliyor çünkü,
söylemediğin sürece
düşüncelerin zararı yoktur
kendinden başkasına...
ya söylersen!

inanabiliyor musun?
sorun değil...
zaten ben de çok zamandır pek inanmıyorum.
diğer insanlar gibi yaşayamadığımı farkettiğimden beridir
istemeyi bıraktım.
hayatta peşimi...
oysa yapacak bir şeyler vardı hala
inanabiliyor musun!
evet ben de...

kimyasal gazların etkisine maruz bırakılmış bir çocukluğum vardı sanırım benim
böyle söyleyince,
çocukluk gibi durmuyor.
akli gelişimi beden gelişimine ayak uyduramamış insanlar var aramızda,
bel altı vurmuyorum.
benimde bedensel gelişimim aklımın gerisinde kalmış
hiç gocunuyor muyum?
onlar da gocunmasın...

17. yüzyıl edebiyat akımlarından akım beğeniyorum kendime
klasizm üzerimde iyi duruyor.
sıradan insanların yeri yok yazdıklarımda
belki de bu yüzden,
gizleniyorum satırlarımın arasına
bir Şİnasi daha çıkar mı merak ediyorum,
yazdıklarımı tercüme edecek.
yoksa zorunlu edebiyat derslerinde okutulan,
nefret ettirilen bir yazar olarak mı anımsanacağım?
kimin umurunda?
sanat sanat için var değil miydi?

bu akma olayının ruhum üzerindeki,
egomu okşayan tavrından hoşlanmadım.
oysa sürrealist yaklaşımlarla
her türlü ahlaksızlık ve kaygısızlık içinde
yazmıyor muyum?
ikinci yenicilerden kim kaldı?
ruh çağırma seanslarıyla
karakter seçiyorum kendime
oysa bir güzel sözüm yok,
kimi kandırıyorum?

suçluluk hissetmiyor olmam benim suçum mu?
sıkışıp kalmışım
sizin doğrularınızla,
benim yanlışlarım arasında
yorgunluk
bir otobüsün arka koltuğunda yakalıyor beni
penceremden akıp giden
hızlandırılmış sahneler gibi
dış cephe boyası solmuş gecekondu geçiyor yanımdan
zamansız ayaz vurmuş dallarına
çiçeklerini toprağa veriyor erik ağacı
dişleriyle kenelerini ayıklıyor köpek
yırtık pijamasıyla çingene çocuğu
agzı burnu sümük içinde
bir elinde yarısı yenmiş,
kalan yarısı kuru ekmek
kemiriyor ha kemiriyor
kahverengi çalılar ırzına geçmiş
boş toprak parçası
kibrit çakıp yaksan
daha çok yakışacak küllerin karası
yalnızlar oteli geçiyor yanımdan
bomboş otoparkı
gri kaldırımlar akıyor
durmuyor bu zaman aşımı
sıkılıyor izlemekten
bırakıyorum kendimi
yorgunluğa yakalandığım koltuğa
geçip gidiyor şehir yanımdan
aldırmıyorum
hayat tutup sarsıyor yakalarımdan
inanabiliyor musun?
ben de...

15 Haziran 2016 Çarşamba

Bilinç'ötemden yansımalar-7

Yeni bir güne uyanmak için, uyumak lazım şimdi.

Hayatın bana hazırladığı sürprizlerden habersiz, alsın o sürprizlerini bir tarafına soksun şimdi!

Daha talihsiz nasıl olabilirim sorumu hiçbir zaman yanıtsız bırakmadığın için teşekkür ederim...

Bazen hiç yorulmuyor musun diye düşündüğüm oluyor. Her defasında daha zinde karşıma çıkıp, düşüncelerimi bedenime eziyet etmek için kullandığın için de teşekkür ederim!

Bazen fazlasını kaybetsem de, en azından kazanmış olmak için, evet kaybettim ama biraz kazandım demek için kandırdım kendimi. Vazgeçmiyeyim diye, susuzluktan ölmek üzereyken dudaklarımı ıslattığın için minnetarım sana... Ölürsem eğlencen bitecek öyle değil mi?

Heyy Tanrım! Yüce Tanrım!
...
Yok bir şey efendim.. Sadece, sadece hala orada mısınız diye merak ettim de... Kusuruma bakmayın...

Lutfettiğin güzelliklerin nedeni, onları kaybettiğim zaman, düşünüp daha çok üzüleyim diye miydi? Tebrikler! Bunu da başardın...

Kaybetmek değil de, biliyor musun en çok ne koyuyor, biliyorsun tabi ki bu yüzden tanrı diyoruz sana. Kıl payıyla kaybettiğini bilmek koyuyor insana... Kabul ediyorum, diğer herşeydeki gibi bunda da çok iyisin...

çaresizliğimizi yüzümüze vurmana gerek yoktu. Zaten biliyorduk acizliğimizi. Anlayamadığım, neden? Öğrencisini yetiştirmek için kağısını penceresini sildiren, her türlü ameliliği yaptıran karate ustasından farklı bir yöntem kullanmanı beklerdim senden. Yanlış anlama temizlikten utanmam. Ama temizlediğim yerleri yeniden kirletmeseydin keşke...

öyle tuhaf bir durum ki bu, şimdi senin canın sıkılsa söylediklerim yüzümden, fişimi çekeceksin. Sonra yaptıklarımın cezasını vereceksin. Hiç bir şekilde seçme şansım olmadığı halde bunun adına özgür irade diyeceksin. Çoktan seçmeli cevapları olan sorular soruyorsun bana ama cevap şıklarının doğru olmaması çokta umurunda değil. Cevap vermesem yanlış kabul edeceksin. Ama bunların hepsi kurgu tabi ki. Hepsin de bir hayır vardı. Hayırsız olan bendim. Buna da kabul... Şimdi tek yapabileceğim eyvallah demek...
İroni değil mi? Eyvallah derken bile sana gelmem...

ne isterdim biliyor musun? Biliyorsun tabi ki... Diğer kullarına bahşettiğin gibi, sorgulamadan, düşünmeden inanabilmek... Keşke bana bunları düşünme, yoksa cehennemde yanarsın dediklerinde onlara inanıp düşünmeyi bıraksaydım. Kör bir mümin olmak isterdim. Senin korkunla ehlileşip, huzur bulmak...

her neyse... ne dersem diyeyim, sabah uyandığımda bıraktığımız yerden devam edeceğiz... benden daha önemli dertlerin olmalı, seni de anlıyorum aslında. 7 milyar yarattığın arasında, neler neler var. Ben kendi açımdan bakıyorum. Senin de işin zor... Hepsini mutlu etmek gibi bir zorunluluğun da yok.

şimdi bu mübarek gece de, sanki diğer geceler değilmiş gibi, senin için yapmadıklarımı sıralayıp vicdan azabı çekmem gerekiyor biliyorum. Bu konuda da haklısın ve bu haklılığın sinirimi bozuyor.

ve sabah uyandığımda şimdi yazdıklarım için pişman olacağım. Canını sıktığım için... Gercekten sıkıldı mı canın? O kadar önemsiyor musun beni? Sen önemsediklerine hep böyle mi davranırsın?

12 Haziran 2016 Pazar

Kırmızı ve yeşil...

Uzanıp torpidosunun kapağını açıp açılmamış sigara pakedini aldı. Ağzıyla pakedin üzerinde jelatini ısırıp tek eliyle açtıktan sonra, dudaklarının ucuyla bir sigarayı tutup çıkardı. O sırada ısınan çakmak dışarıya doğru çıktı. Kor halindeki metali sigaranın ucuna bastırarak bir kaç defa nefes alıp vererek yaktı sigarasını. Hız göstergesinin üzerindeki saati kontrol etti. Mesaisinin başlamasına iki dakika kalmıştı ve işe yerine ulaşması en iyi ihtimalle yarım saat sürecekti. Klimayı kapatıp sol tarafındaki pencreyi açmasıyla, sıcak havayla karışık motor sesleri arabanın içini doldurdu. Derin bir nefes çekip sigarasından dışarıya doğru üfledi. Sol kolunu açık pencereden dışarıya sarkıttı. Güneşin ısıttığı kapının metalindeki sıcaklığı hissetti. Trafik sıkışıklığı burada normaldi ama bu sabah başka bir sorun olmalı diye aklından geçirdi.

'İyi ki, yarım saat erken yola çıkmışım!' dedi kadın kendi kendine. Sol tarafında duran otobüsün cam tarafında oturan adamla gözgöze geldi bir an. Üzerindeki elbisenin askılarından tutup biraz daha yukarı çekti. Bir eliyle göğüslerinin örtüldüğünden emin olurcasına bastırdı. Ayaklarını pedallardan aşağı indirip eteğini düzeltti. Sonra vitesi takıp biraz daha yaklaştı öndeki arabaya, adamın görüş mesafesinden çıkmak için.Kanal değiştirmek için radyosunun düğmesine dokundu. Hareketli bir şarkı buluncaya dek istasyonlar arasında gezindikten sonra, eski bir şarkı bulunda durdu. Keyfi yerine gelmişti. Mırıldanmaya başlarken şarkıyı, dikiz aynasında kendisine göz attı. Dudaklarını önce içeriye sonra dışarıya doğru kıvırırarak rujunu kontrol etti. Trafiğin açılıp açılmayacağını görebilmek için oturuğunu düzeltip biraz daha ileriye bakmaya çalıştı. Trafik ışıklarından sonra yol açık gibi görünüyordu. Bir defa daha yeşil yanardı, sonra yeniden kırmızı ve sonra kurtulacaktı bu işkenceden. Gülümsedi kadın, radyonun sesini biraz daha açtı.

Altı saattir yoldaydı ve en kötü kısmına gelmişti artık. Sehirlerarasında saatlerce yol gidbilirdi. Ama şehir içinde yarım saat gitmeye bile tahammülü yoktu. Altındaki onaltı tekerlekli canavarın sıkıldığını hissediyordu. Beş buçuk saatte üçyüzelli kilometre yol yaptıktan sonra, yarım saatte sadece iki kilometre yol yapmak, yorgunluğunu katlamıştı adeta. Bir an önce çevre yoluna geçip kurtulmak istiyordu bu işkenceden. Bu da yetmezmiş gibi önündeki arabayı kullanan kadın dikiz aynasına bakıp makyajını kontrol ediyordu. Bir düğmeye basıp, normal kornasını kapatıp kamyonunun en gürültülü havalı kornasını açıp tüm gücüyle bastı. Trafik açılmadı belki ama o an rahatladığını hissetti.

Biten sigarasnın izmaritini orta ve baş parmağı arasına alarak uzağa fırlattı adam. Arkadan gelen korna sesiyle irkildi olduğu yerde. belli belirsiz bir küfür mırıldandı sol tarafındaki aynadan tır şöförüne bakıp.Yeşil ışığın yandığını görünce vitesi bire takıp hafifçe gaz pedalına bastı. Önündeki araba hareketlenince o da peşinden devam etti. Daha üç tane araba geçmişti ki yeniden kırmızı yandı. Önündeki araç daha seri olmadığı için sinirlenecek gibi oldu ama sadece tek bir araç kalmıştı. Bir dakika sonra yeniden yeşil yandığında bu sıkışıklıktan kurtulacaktı. İleride yol açıktı.  Hatta kırbeş saniye kalmıştı derken, otuz saniye... Nihayet yeşil yanmıştı. Yeniden vitesi bire takıp ayağını gaz pedalının üzerine götürdü. Biraz daha yaklaştı önünde duran araca.Biraz daha... Yeşil yanıyordu ve önündeki araç hala hareket etmemişti. Kornaya bastı. Sonra bir daha. hala hareket etmiyordu. Neredeyse kırmızı yanacaktı ve yine beklemek zorunda kalacaktı. Yeterince geç kalmıştı. tekrar bastı kornaya bu defa daha uzun. Arkada ki tırın da kornaya basmasıyla gürültü dayanılmaz olmuştu. Önünde duran aracın şöförünün arabadan indiğini görünce gözlerine inanamadı. Başını pencereden dışarı uzatıp seslendi: ' Bilader çeksene arabanı, neden yolun ortasında duruyorsun?' Adam saki duymuyormuş gibi arabadan asagı indi. Anahtarını kapının kilidine takıp kilitledi. Ve yolun diğer tarafına geçip uzaklaştı.Dalga mı geçiyordu? Sağ ve sol tarafı kontrol etti ama geçecek kadar mesafe yoktu. Bir kez daha tüm gücüyle kornaya basıp indi arabadan.

Kadın yeşil ışığın yanmasıyla biraz ilerleyip durmuştu. Yan tarafına yanaşan otobüsteki adamın bakışlarını üzerinde hissedince sinirlendi birden. Önünde duran arabaların sürücüleri araçlarından inince siniri katlandı. Ne yapıyordu bu adamlar? Arkasındaki tırın küfür eder gibi ikide birde korna çalması iyice çileden çıkartmıştı. Bir an önce kurtulmak istedi bu saçmalıktan.Sol tarafındaki aynaya bakınca arkasında tırın kendisine çok yaklaştığını farketti. Camı indirip başını dışarı çıkartıp arkaya doğru baktığı anda, çarpma sesini duydu.Kendini arabadan dısarı attıgı anda, arabasının öndeki arabaya doğru itildiğini farketti. Bir kaç saniye sonra metallerin sıkısması ve kırılmasını sesini duydu.Daha iki ay önce aldığı yeni arabası bir akerdeon gibi katlanıyordu. Düşünceleri donmuştu sanki. Sadece izliyordu.

Nİhayet yeşil ışık yanmıştı.Tam ilerlemeye başlarken önündeki araçların durmasıyla sertçe frene bastı. Koca tır sanki olduğu yerde yaylanıyormuş gibi yukarı aşağı hareket ederken tıslama sesleri çıkararak durdu. Işıkların tam altındaki araçtan şöförün indiğini gördü. Bir kaç saniye sonra arkasında duran aracın da şöförü dışarı çıkmış bir şeyler söylüyordu. Ensesinden sırtının ortasına doğru akan ter damlasını hissetti. Direksiyonu sımsıkı tutan parmaklarındaki kan dolaşımı durmuş, bembeyaz olmuşlardı. Dışarıda gördükleri her saniye içindeki ateşi körüklüyor gibiydi. Sıkmaktan dişlerinin ağrıdığını hissetti. Kan beynine sıçramıştı. Ağız dolusu küfürler etmeye başlayarak vitesi önce bire taktı sonra ikiye takıp tüm gücüyle gaz pedalına bastı. Önünde duran küçük araca çarptığı anda, kullanan kadının kapıyı açıp kendini dışarıya attığını gördü. Gaza daha fazla yüklendi. Önündeki araç sanki kağıttan yapılmış gibi koca tırın baskısıyla ezilmeye başlamıştı. Tırın ittirmesiyle katlanan araç önünde duran diğer araca çarpınca biraz daha ezildi. Tır bir canavar gibi küçük aracın üzerine çıkmak üzereydi. Altına aldığı aracın camları basınca dayanamayarak patladı. Ezilen camların çıtırtısı, tırın motorundan çıkan sesin arasında kayboldu. Tırın ön bölmesi aracın üzerine çıktığında büyük tekerlerinin baskısına daha fazla dayanamayn araç direnmeyi bırakmıştı. Tırın şöförü bu kargaşadan aldığı zevkle gaz pedalına biraz daha yüklenince motordan boğuk bir ses çıktı. Şimdi önde duran aracın üzerine çıkmak üzereydi.

Adam, aracını yolun ortasından bırakıp giden sürücünün arkasından bakarken geriden gelen çarpma sesiyle irkildi. Arkasına döndüğünde önce yla dşen kadını gördü. Ardından tırın küçük aracı adeta dişlerinin arasına alır gibi çiğnediğini. Donakalmıştı. Tırın durmadığını farkedince kendine geldi. İki elini havaya kaldırıp tırın sürücüsüne doğru bağırmaya başladı. Aynı anda yere düşen kadına doğru ilerliyordu. Kadın dehşet içinde kendini kenara atmya çalışırken tır aracın üzerine çıkmıştı bile. Patlayan camların parçaları kadının üzerine gelmişti. Kadının yanına geldiğinde tır şöförüyle gözgöze geldi. Delilikti bu. Kendini kaybeden insanların gözlerinde daha önce de görmüştü. Uzanıp kadını elinden tutup kaldırdı. Kırılan metal parcalarından korunmak için yolun diğer tarafına gectiler.Tır ağır ağır ama kararlılıkla ilerlemesine devam ediyordu. O an kadını bırakıp arabasına koşup kurtarmanın yollarını düşündü. Tam bir adım atacaktı ki artık çok geçti. Tırın baskısıyla arabası olduğu yerde yan dönmeye başlamıştı. Şöför koltuğunu olduğu taraf tırın burnunun ucundaydı ve her saniye biraz daha fazla eziliyordu. Sahibi ansızın kaçan araçla tır arasında kalan arabası adeta çığlık atıyordu. Tırın son tekerlekleri kadının arabasının üzerinden geçerken, yolundaki her türlü engeli ezip geçmekte kararlı olan tırın durduğunu gördü. Kadının sımsıkı tuttuğu elini bırakıp tıra doğru yürümeye başladı.

 
Kadın dehşet içinde donup kalmıştı. Sanki ortalığı sis kaplamış gibi dumandan başka bir ey göremiyordu. Sadece duman ve tırın motorundan çıkan korkunç gürültü. Avuclarını dayadığı asfaltın sıcaklığını hissetti. Başını havaya kaldırdığı anda tır bir canavar gibi tam karşısındaydı. Üzerine doğru sıçrayan camlardan korunmak için ani bir refleksle yüzünü kapattı elleriyle. O an başka bir el kolundan tutup onu kaldırmaya çalışıyordu. Kolundan tutup onu kaldıran güçten destek alarak ayağa kalkmaya çalıştığında dizlerinin titrediğini hissetti. Sanki damarlarındaki tüm güç çekilip alınmıştı. Titriyordu. hakim olamadığı bir titreme bütün bedenine yayılıyordu. Son defa derin bir nefes alıp doğruldu. Kendisine yardım eden adamla gözgöze geldiğinde kendisine birşeyler söylediğini anladı. Ama sesi öyle uzaktan geliyordu ki. Adam eliyle yaptığı işaretten oradan uzaklaşması gerektiğini anladı. Adama yaslanıp zorlukla bir kaç adım atabildi. O an bütün dünyanın durduğunu hissetti. Herkes durmuş arabalarının içinde dehşet ve şaşkınlıkla onları izliyor ama kimse hareket etmiyordu. Sadece o korkunç tır sanki oflayarak ve homurtular çıkararak küçük arabasını ezmeye devam ediyordu. O an sımsıkı tuttuğu elin gevşediğini hissetti. Adam yanından uzaklaşırken daha fazla ayakta duramayacağını anlayıp kendini yere bıraktı.

Bir böceği ezer gibi üzerinden geçtiği küçük araçtan sonra nispeten daha büyük olan ikinci araca ulaştığında aldığı zevki daha önce hiç hissetmemişti. Sahip olduğu muaazzam güçle dünyanın sahibi gibiydi. Gaz pedalına yüklendiğinde motorun boğulduğunu anladı cıkardığı sesten ve vitesi yükseltip daha fazla basmaya başladı. Bu araba diğeri gibi kolay lokma değildi. Baskının şiddeti artınca araba yan dönmüş önündeki diğer araca yaslanmıştı ama daha fazla duramazdı önünde. O an başını kaldırıp baktığında trafik ışığının kırmızı yandığını görünce ayağını gaz pedalından çekip durdurdu tırı. Dudaklarındaki gülümseme kahkahaya dönmüştü. Bir kaç dakika önce hissettiği o bezmişlik ve bıkkınlık duygusu yerini heyecana ve canlılığa bırakmıştı. Sanki yeniden onsekiz yaşındaymış gibi genc hissetti kendini. Arka tarafında bulunun mini buzdolabına uzanıp kapağını açtı. Soğuk bir şişe su alıp içmeye başladı. O anda sol tarafındaki aynada kendisine doğru yaklaşan adamı gördü. Önce ne olduğunu anlayamadı ama adam tırın kapısına doğru elini uzatıp açmaya çalıştığında anda kilitledi kapısını. Penceresini yukarıya kaldırdı. Sırıtarak baktı dışarıda duran öfkeli adama. Adam kapının kolunu zorlayıp yumruklamaya başlamıştı. Koltuğunun altında duran levyeye uzanıp eline aldı. Adam gösterip defolup gitmesini söyledi. Adam bir adım geri attı. Ama sonra yeniden kapıyı yumruklamaya başlamıştı. Trafik ışığını kontrol etti. Hala kırmızı yanıyordu. Tam kapıyı açıp dışarı çıkmayı düşünürken yeşil yandı. Elindeki levyeyi yandaki koltuğun üzerine bırakıp, tırı hareket ettirmek için vitesi taktı ve gaz pedalına bastı. Tırın hareket ettiğini gören dışarıdaki adam bir iki adım geri çekildi. Önünde iki araba olduğu halde tır ilerlemeye başladı. Direksiyonu sol tarafa doğru hafifçe kırıp önündeki arabaları yan tarafına aldı. Yol açılmıştı artık. Yolunu kesen arabaların engelinden kurtulan tırın motoru rahatladı. Yavaşça ama emin bir şekilde hızlanmaya başladı tır. Adam keyif içinde sol tarafındaki aynaya bakarak geride kalan adamın çaresiz çırpınışlarını izledi bir süre. Sonra dikkatini yola vererek ilerlemeye devam etti.


Tırın tam olarak neden durduğunu anlamamıştı ama çokta önemli değildi. Tüm gücünü toplayıp tırın yanına geldi. Kapısını açmaya çalıştığı anda kilitli olduğunu anladı. Öfkesi katlanmıştı. Hem kapıyı açmaya çalışıyor hemde tüm gücüyle yumrukluyordu. Tırın şöförü dalga geçer gibi ona bakıp sırıtıyordu. Bir an adam eğilmiş, yeniden göz göze geldiklerinde eline bir levye almıştı. İçinde durumun daha kötü olacağına dair bir his belirince istemsizce geriye doğu bir adım attı. Daha kötü ne olabilirdi ki? Kendisini toplayıp yeniden tırın kapısına yöneldi. Açamayacağını bilsede ısrarla kapının kolunu çekiştirmeye ve yumruklmaya başladı yeniden. Adamın tam kapıyı açacak gibi olduysa da duraksayıp trafik ışıklarına baktığını gördü. Sonra elindeki levyeyi bırakıp tırı yeniden hareket ettirince geriye doğru uzaklaştı. Metalerin çarpışma ve sürtünme sesleri tüm caddeyi doldurmuştu. Bir kaç saniye sonra tır sola doğru manevra yapıp önündeki engellerden kurtulup uzaklaşmaya başladı. Adam toz bulutu ve hurdaya dönmüş üç aracın içinde çaresizce kalmış, uzaklaşan tırın arsından bakıyordu. ne yapacağını, yaşadığı bu durumu kendisine nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Trafik ışıkları yeniden kırmızı yanmıştı. Öylece durdu.
 


11 Haziran 2016 Cumartesi

.Bilinç'ötemden Yansımalar-6

Kalıtsal rahatsızlıklarım yoktu benim. En fazla yaşarken edindiğim alışkanlıkların zamanla ruhumu terketmemek için direnmesi karşısında zayıflık gösterdiğimi itiraf edebilirim. Karakterlerim arasında otoriter ve başına buyruk olanlarını en çok sevdiğimi de itiraf edebilirim. Kaldı ki bugünlerde en çok ihtiyacım olanlar da bu özellikler değil miydi? İyi huylu, mülayim yanımın yaptıklarının bedelini sonraki yıllarda ödüyor olmaktan şikayet etsem de, dinlemeden edemiyorum. Başkası benim yaşadıklarımı bana kendisi yaşamış gibi anlatsa, nasıl bu kadar salak olabileceği konusunda mantığımla ciddi tartışmalara girebilecekken, bunları bizzat yaşıyor olmam, şaşırtıcı bile gelmiyor artık.

Kendimden her türlü davranışı ve tepkiyi bekler hale geldim. Bu etrafımdakiler için şaşırtıcı, beni tanıyanlar için endişe verici farkındayım. Tanımayanlar için sorun yok. Kafaları karışşsın istemem ama şu an bu satırları okuyorsanız, karışıklık için özür dilemem gerekiyor. Charles Dickens ile aramdaki benzerlikleri farkettikçe onun gibi bir dahi olmamanın ezikliğini hissetmeye başladım. Bu da başka bir itiraf ama yeni farkına vardım. Büyük bir yazar olma hayaliyle kendimi avuturken, kaybettiğim zamanın telafisi olmayacak. İçine düştüğüm bu kaos halini yaşamanın zorluğu yetmiyormuş gibi aklımdaki pandora kutusunu açıp, bütün hırslarımı ve kötülüğümü dünyaya yayıyorum. Kendi kendine konuşuyor olmaktan daha büyük dertler açıyorum başıma. Kimse bilmiyor. Kimsenin bilmemesinin rahatlığıyla belki de, bu kadar umarsız ve plansız yaşıyorum.

En son geleceğe dönük planlar yaptığımda başta herşey yolunda gidiyordu. Yola girmemekte inat eden ruhum ısrarla uyarsa da beni, bunu huysuzluk olarak nitelendirip görmezden gelmek de, mantığımın bana attığı en büyük kazıklardan biriydi. Şimdi düzenli olarak her çekilişe bir piyango bileti alarak, daha düzgün ifade edecek olursak, kalan son paramla yeni bir umut satın alarak, kaçınılmaz sonu erteliyorum, her defasıda on beş günlük vadelerle.

Başıma gelebilecek her türlü olumsuzluğu hesaplayıp, gardımı yukarıda tutmaktan yoruldum. İşin kötü yanı, her şeye hazırlıklı olurken, bazı olumsuzluklara kendim neden oluyorum. Sonra bunları düzeltmek için daha çok yoruluyorum. Diyebilirsiniz ki, bu kadar düşünme, ayrıntıya girme, bırak hayat olduğu gibi gelsin. İşte o zaman da düşünebileceğim ne kadar kötülük varsa yine başıma geliyor ve bu defa da neden düşünüp önlem almadım diye kendime kızıyorum. Sonuç olarak, kaçınılmazı yaşayacaksam, bunun nasıl olacağı değil, olduktan sonra ne hale geleceğim önemli. 'Umarım hiçbiriniz benim olduğum duruma düşmezsiniz' dersem, ne demek istediğimi anlamış olursunuz.

Tüm iç bunalımlarım, git gellerim, bu düşüşlerim, aklımın oyunları, kendimle sevişmelerim, nefretlerim, alaattinin lambasına yeterince şefkat göstermediğim için mi, içindeki cin çıkıp ortaya kurtarmıyor beni?  Yeterli basınç altında elmas'a dönen taş parcaları olurmuş ya... Ben neye dönüşeceğim? Bu düşünce de bir çeşit umut değil mi, aklımı kaçırmamam için... Ya çoktan kaçırdıysam? Kim ispat edebilir ki deliliğimi? Ya da eskisinden daha aklı başında olduğumu...