21 Haziran 2014 Cumartesi

oyun...

aklımın,
bana oynadığı  en güzel oyundun sen...
ve ben başlarken bu oyuna,
kaybetmeye yeminli,
tutamayacağımı bildiğim gibi,
ne seni ne kendimi,
koruyamazdım,
bu kadar çok isterken seni,
içimdeki canavardan...
umurumda bile değil şimdi,
nerede olduğun kim olduğun,
bana bunları yazdırabiliyorsan sen,
uğrunda tutuşup yanmaya değer...
geçmiyor bir türlü.
bana dur desende,
kaçıp gitsende,
senden uzağa bırakamıyorum kendimi.
aklımdan seni çıkarmaya çalıştıkça,
sensiz bir güne daha uyanamıyorum.
nasıl bir şeysin sen?
kelimelerim yetmiyor,
hayallerimdeki seni anlatmaya.
şehvetimden kendimi eritiyorum.
biliyorum kızacaksın bana,
ama seni istemek,
herşeye değer.
üstleniyorum tüm günahları,
tamam mızıkçıyım ben!
sen olmazsan eğer,
her oyunda kaybedenim ben.
aklım almıyor,
nasıl bir sevdaya tutunduk biz?
bu kadar birbirimize benzerken,
nasıl da hazırdık yenilmeye...
ben, sen üzülme diye kendimi tutarken,
sen karşımda durup,
benim nerede duracağımı beklerken,
duramadıkça,
kapıldın...
ben, seni kendi dünyamda kraliçe ilan ederken,
sen, tüm sana yüklediğim sıfatları bir yana bırakıp,
sadece kadınım olmayı seçerken...

19 Haziran 2014 Perşembe

akıl tutulması...

dizlerinin dibindeyim
ellerin saçlarımda
hala beni kendinden koruyorsun
belkide benden seni
seni seviyoum
görmediğim bilmediğim sözlerinden başka
beni sana bağlayan birşey yok
bedenlerden sıyrılıp
bir hayale tutunuyoruz belki
bir kadına bir erkeğe
olmayacak birşeyse
olmayacaksa neden?
sabah uyanınca aklıma ilk sen geliyorsun...
seni istiyorum ve bunu söylemek kesmiyor beni
korkuyorum yazdıklarımı okuyunca...
ben senin tadının hayaliyle
gerçeğimi inkar ediyorum...
aklımı başımdan alıyorsun
çünkü hala seni aklımın bir yerine koyamıyorum...

korkmak...

biliyorsun
inceden tutuluyorum sana farkındasın
ve özenle saklıyorsun kendini benden
hosuma gidiyor bu
beklemek seni mesela
durup durup saate bakmak
ha geldi ha gelecek belki gelmeyecek derken
gelmen
o an durup
sanki seni beklemiyormuş gibi yapıp
bir kaç dakika sessiz kalmak
küçük oyunlar belki bunlar
belki farkındasın burada olduğumun
ama yine de bilmek hoşuma gidiyor
bana seslenmen
'ben buradayım sana bakıyorum' demen
saatlerce konuşabilmek seninle,
evet belki hiçbir şey olmayacak
ama o an'lık mutluluğu seninle paylaşabilmek,
hiçbir yerine koyamamak seni içimdeki boşluğun...
seninle konuşurken
kendimi çözmek istiyorum
bu yüzden belki de
sana yazdığım her kelime de
kendimi anlatıyorum,
hani sürekli tutup beni yakalarımdan sarsıyorsun ya
durmam için,
ne kadar iyi gizlenmiş olursan ol
beni okuduğun ilk andan beri biliyorsun
her gece kendimizi izlemek için geliyoruz buraya,
kendimizi
diğerimizin içinde buluyoruz...

söylesene!
bilmediğimi mi sanıyorsun korkularını!
biliyorum tam karşında dururken
aklındaki gibi hayalindeki gibi
herşeyiyle tamamken ve tam zamanıyken
tutulmamak için
kendini geriye çekmeyi
biliyorum
herşeye rağmen
o kadar çok istemene rağmen
avuçlarının arasındayken üstelik
avuçlarını açmak nasıl birşey
biliyorum ben
üzgünüm seni anlıyorum
çünkü hayaller kurabiliriz
masallar yazabiliriz
ama gerçek olamayız...
...
bir sigara yak şimdi
olduramayacaklarımız için...

dyuvarların ardından birbiriyle konuşan iki yabancı...

her gece,
uzun yıllardır karşılaşmamışta,
sanki o an birbirini yeniden görmüş
iki dost gibi konuşmaya başlıyoruz...
özenle saklıyoruz geçmişimizden gelen yaralarımızı,
konuyu geçiştiriyoruz çokça,
bazen sadece susuyoruz.
yıllar önce yaşadığı aşkı
unutmamış
ama kabullenmiş böyle yaşamayı
kadar olgun iki insan gibi başlayıp,
ayrılık saati yaklaştıkça
iki yaramaz çocuk oluyoruz.
çünkü ikimizde,
bunca yılın ardından
unutmamışız,
dallarına tırmandğımız o ağaçların,
bize nasıl güzellikler yaşattığını...

korkuyoruz,
ikimizde diğerinin incinmesinden korkuyoruz.
tahminlerimiz var belki de bildiklerimiz,
diğerimizin bilmediklerinden korkuyoruz.
bazen elindeki o limonlu dondurma öyle tatlı gelirki,
bitirmemek için daha yavaş yersin,
erimeye başladığı anda geç olmuştur.
ikimizde aynı kalamayacağını biliyorduk
aramızdaki herneyse,
sen inadına tutuyordun beni,
ben  sana tutulmak için
kendi içimde savaşlara giriyordum.
ama biliyorduk işte,
yokmuşuz gibi davranmak için
geç kalmıştık...
beceremedik,
korkularımız büyüdükçe,
uzak durmak yerine
daha çok birbirimize sokulduk.

ne yapıyorduk biz?
kendi halinde sıradan bir hayatı yaşamaya alışmışken,
nereden girdik hayatlarımıza?
benim sende gördüğüm,
sende gördüğümü sana anlattığım anda,
belki de bir suç ortağı istemiştim,
seni istediğimi söylerken,
beni istediğini inkar etmedğin anda,
o an,
hangi hayatımdan kopup gelmiştin yanıma?
ya ben,
uzun zamandır beklemiyormuydun beni?
nasıl da şimdi
birbirimizin cümlelerini tamamlıyor,
cevapları sorulmadan veriyoruz...

her gece iki yetişkin insan gibi birbimize selam verip,
sevdalı iki çocuk gibi ayrılıyoruz...
tüm gün kendimizi toplayıp,
gecesinde diğerinin yanında şımarıp,
ortalığı dağıtıyoruz...
kimbilir,
iki mutsuz hayat bir araya geldiğinde,
bir mutluluk etmeyecek...
bunu bildiğimiz için,
kapılmamak için sarhoşluğumuza,
suskunluk duvarları örüyoruz aramıza,
sürekli hasar tespitlerinde bulunup,
ne zaman yıkılacaklarını görmeye çalışıyoruz,
öyle tuhaf ki
bu kadar çok isterken seni,
bana uzak durabilmen için
sana yardım etmeye çalışmak...





13 Haziran 2014 Cuma

Veda!

yaşaması pahalı
ölümü ucuz, ülkelerin vatandaşı olmaktan yoruldum...
yıllarca biriktirdiklerimin,
bir rüzgarın esmesiyle elimden gitmesinden yoruldum...
çok gündemi olan,
ama gündeme alınacak kadar değeri olmayan,
fikirlerle zehirlenmekten yoruldum...
bazılarının arabasında yaktıkların benzinin değerinin,
yarısını bile kazanamıyor olmaktan,
ve her gün daha azı için,
daha fazla çaba harcamaktan yoruldum...
yarım kalmışlıklarımı,
başkalarını yarım bırakarak,
tamamlamaya çalışmaktan yoruldum...
isimsiz mektuplar yazıp,
yanlış adreslere gönderip,
cevaplar beklemekten yoruldum...
kimseyle bir derdim yoktu,
durup durup kendime sorunlar çıkarmaktan yoruldum...
hayatım boyunca tek bir kadını bile mutlu edemeyip,
sanki hayatıma giren her kadını mutlu edebilecekmişim gibi,
iddialı sözler yazmaktan yoruldum...
kendimden başka kimsenin anlamayacağını bildiğim halde,
inadına bir dikkat çekme çabasıyla,
devrik cümleler kurmaktan,
devrilen her cümlemin,
altında kalmaktan yoruldum...
herkesin hayatına girip,
sanki hiç girmemişim gibi
istediğim zaman gidebileceğimi düşünüp,
her defasında daha çok yanılmaktan yoruldum...
taşıyamayacağımı bildiğim halde,
ağır sıfatlar üstlenmekten,
ve her yeni güne
dizlerimin üzerinde başlamaktan,
yoruldum...

her gece dibine kadar alkol alıp,
tanımadığım yabancılara içimi açıp,
sabahında pişman olmuş bir fahişe gibi
yaptığımdan utanmaktan yoruldum...

bitti işte...
kimsenin hakkı yok üzerimde,
kimsenin suçu yok...
ben seçtim tüm bunları,
biliyordum,
inceldiği yerden kopacaktı bir gün,
kalbimden inceldim...
bazen üzerini kapatsan da durmaz ya kanaması yaralarının,
içine kanarsın.
sen içine attıkça,
akıttıkça zehrini,
kendini aldanmışlığın hazıyla tazelerken,
hazırlarken daha büyük bir kayba,
yorulursan ya,
yoruldum...




11 Haziran 2014 Çarşamba

bir uçak kazasının ardından...

kötu adamların laneti bu.
alınınca üzerinden kadın kokusu,
ölümünü bekleyen bir ihtiyar kadar huysuz,
bağlandığı makinalardan müzdarip,
ne hayatı sevebiliyor artık,
ne de vazgeçebiliyor,
yaşadıklarını yoksayıp...

kötü adamların laneti bu.
ölüm kontenjana bakmıyor artık.
yaşadığın yılların bir hükmü yok.
ettiğin yeminlerin, verdiğin sözlerin...
zilin sesini duyarsın ve önünde açılan kapıdan geçip,
başlarsın koşmaya.
ne mesafen belli,
ne de uçuş mevkin.
küçük bir parça kağıtta ismin ve kimlik numaran.
sağsağlim yere inmenle kimse ilgilenmiyor artık.
haber değeri taşıyan,
parçalarının 15'km lik bir alana yayılmasıdır.
cüzdanındaki resimler değil,
senin bir kaç ay önce çektirdiğin vesikalıklar süsler gazete köşelerini...
cebimdeki mısraların küllerinden bir hikaye türetilebilirse eğer,
varış zamanı ve varış yerim,
anafikri olsun
ve hiçbir harfi çıkartılmasın hayatımdan,
adını oluşturan hecelerinin...
bütün geliri kazada ölenlerin yakınlarına bırakılmak üzere,
filme alınsın.
filme alınamayanları karton bir kutuya doldurup yaksınlar,
sevdiğim kadın izleyip ağlamasın diye...
yaş sınırları konsun,
başkası örnek almasın diye,
ilk gösterimden sonra,
çocukların erişemeyecegi yerde saklansın...

10 Haziran 2014 Salı

bul(uş)ma anı!

gelişine hazırlıyorum kendimi...
tabanını onarıp boyadığım ayakkabılarım,
dirseklerine kareli kumaşlardan yamalar yaptığım kahverengi ceketim,
uzadıkça kirli görünüyor diye subay traşı kestirdiğim saçlarım,
kısacık tırnaklarım ve kokuma karısan meyva aromaları...

gelişine hazırlıyorum kendimi...
ezberimde sevdanın sözleri,
kırmızı saçlarının kokusuna kapılıp,
zamansız açan ağaçlarım gibi,
erken gelen mevsiminden yorgun,
özleminden mutsuz,
gelişine hazır,
gitme ihtimallerinin şimdilik uzağında...
tutarsızlığım için özür dilerim.
bir süredir yoksun diye alışıyorum hayatıma.
kendi doğum günümün sürpriz partisine hazırlanıyor gibiyim.
ne olur sesini çıkarma,
duymıyayım...
ne olur haber verme,
bilmiyeyim...
kapıyı aralayınca kokunu duyayım,
bir çocuk gibi sevinip,
dizlerine kapanayım.
bir ömür diler gibi,
dizlerimin üstünde,
ibadet eder gibi,
aklımın ucunda,
özler gibi,
içimden kopup giden,
nefes gibi,
üzerime atılan,
toprak gibi,
şimdi durup dinlediğim,
sesinin yankısı,
penceremde duran rüzgar gibi...

aklımdaki sözlerin yemin gibi,
inanmak isteyipte kapılamadığım,
nehir gibi.
şimdi uyuduğun,
benim rüyalarım.
sabah kalkıp anımsadığın,
benim kokum.
ben yokum diye ağladığın,
benim varlığımdan yanan,
senin tenin.
içinde akıp giden,
karşılıksız kelimelerim.
hüznün, kabuğu gibi yaralarımın,
kanatmadan duramadığım.
gülümsemen papatya falı,
koparılan ikinci yaprakta kapanan dudakların,
varlığım,
varlığına armağan olsun!
üstü tanrımın.
elimde kalan kelimelerimi gamzelerine ektim gülüm,
gözyaşların büyütsün.
sevdanı kalbime gömdüm,
cesedim yakılıp,
küllerim rüzgarlarının estiği yerlere sürülsün...

8 Haziran 2014 Pazar

aşkın halleri...

ıslanan sokakları kurutma çabası mıdır?
rüzgarların durmadan esmeye çalışması.
yoksa bir yalnızlığın silinme gayreti midir?
geride bırakılan olmanın dayanılmaz ağırlığı...

aşkının şiddetinden korkup,
telefonumu kapadığım dogru.
ararsın diye,
konuşamam diye içime gömüp sesimi,
karşında ürkekçe susuşlarım.
yokluğunun her yeni gününde boş sokaklara bakıp,
gelmeyen trenlerin sesini,
rüzgar seslerine benzetme çabalarım.

bazen inanırsın ya kendi yalanlarına,
daha doğrusu inanmak işine gelir.
boş bir odaya kapanıp ağlayacağını düşünme gerçeğinin karşısında,
senin inanmaya razı olduğun,
yalanlarım...
benim bir türlü nefes veremediğim,
sevgi dolu mısralarım.
görüşeceğiz diye bir türlü yere göğe sığdıramadığım,
belki de ölesiye korktuğum,
gözlerinin hüzün dolu bakışları...
aşkının ötesinde bir köy bulamadım sana,
aşkından büyük bir sevda...
ne sözlerim yetiyor ne de düşünebiliyorum,
senin yıktığın tabuların,
beni, yerine koyduğun tanrının,
dilediğin afların,
bir bu kadar daha üstüne koyduğun,
sorumluluklarım...

küçük bir kız çocuğu gibi telaşlısın şimdi.
ilk kez görünecekmiş gibi sevdiği adama.
ilk kez kırmızı çantasını takıp koluna,
kırmızı ojeleri tırnaklarında,
içi icine sığmamış,
sığmadıkça telaşa kapılmış,
bir bakışın kıvılcımıyla alev almış,
bütün bunların hayal olduğunun farkına bile varamamış,
küçük, karanfil kokulu bir kız çocuğu...

küçük bir kız çocuğu gibi tuhafsın şimdi.
aklında sevdiğin adamın geniş zamanları.
ilk öpüşlerinin kokusu,
teninin yangınları...
bu, bir türlü Türkçe'ye çevrilemeyen karın ağrıları.
bu, aşkın e hali,
de ve den hali,
bu, geçmiş zamanın bir türlü geçmeyecekmiş gibi duran halleri...
ürkek masumluğun,
saf bir beyazın içinde,
aklımdaki yankıları...

küçük bir kız çocuğu gibi korkuyorsun şimdi.
dönüp durup yatağında uyuyamayışın.
bu, bir hasretin biterken,
belki de hasretken daha iyiydi kaygısı.
yüzünde düşlediğin nefesim.
dokunuşlarım kadar gerçek bir dünyanın,
hayalindeki cennetin ötesinde olma ihtimallerim.
zamana bıraktığın umutlarının hasat mevsimi.
üstüne koyamadıklarının itirafı.
yüzünün kızarmalarının hafifletici sebepleri
ve ben sevgilim,
sevgilim derken sesinin titrediği...
ses veremesemde mısralarıma,
en az senin kadar,
kücük bir çocuğum...
korkup karanlıktan,
başını yorganın altına gömen,
gözlerini kapatıp,
senin yüzünü
yüzüme süren...

masal...

aklına beni ekiyorum,
özlüyorum seni...
senin beni düşündüğün gibi,
bekleyeceğim.
masal bu ya,
inanmasakta bazen,
ilahi oyunlara,
biliyorsun,
seni istediğim gibi,
istiyorsun beni...

7 Haziran 2014 Cumartesi

normal insanlar gibi...

aldatılmayı da öğrendim ben.
ve yanılmayı.
sevilmek gibi bir beklentim yoktu.
ama yine de,
insan bekliyor işte,
başını koyduğu yastığı paylaştığı kadının,
yalan söylememesini...
ne zaman beklediğimiz oldu ki bizim?
hayallerimiz mutlu sonla bitsin.
ne zaman çok sevdiysek,
çok canımız yandı.
oysa bize öyle söylenmemişti.
çok mu saftık?
çabuk inandık.
şimdi hangi kadına dokunsam,
bir geri sayım başlıyor.
terkedilişe kuruluyor saatler.
önlenemeyen bir yıkım bu,
bana düşen en ön sıradan seyretmek...
tuhaf,
bazen normal insanlar gibi olmak istiyorum.
enkazımın altından çıktıktan sonra,
mutlu kalabilmek gibi...

geri dönmek...

yılları biriktirip geldim sana.
umutsuzluklarım azalmadı hiç.
kırgınlıklarım geçmedi.
görmezden geldiğim yaralar,
kangrene dönerken üstelik,
inkar etmedim.
hala inanmıyorum,
çünkü inanmak,
acıdan fazlasını yüklemedi ruhuma...
ben hala anlamı olması gerektiğine inanmıyorum.
hala,
çokta zorlamıyorum olasılıkları.
uzun zamandır yazmıyorum ya,
uzun zaman olmuş...
dört yılın ardından,
sokaklara çıkmışım,
direnmişim,
kendime rağmen,
ne çok kadınla sevişmişim...
tamamlayamadım yine de,
hep bir yanı eksik kaldı ruhumun.
ben sudan sebeplerle,
ertelenmişim...
unut şimdi bunları.
yıllar sonra evine dönen.
ama eskisi gibi kalamayan.
daha küfürbaz,
daha asi,
ve yorgun.
ve sözleri eski bir şairim artık.
hala susuyorum söylemek istediklerimi,
ve hala içime gömüyorum,
gördüklerimi.
oysa farklı olabilirdi.
seçimler bana ait.
bunun için suçlamıyorum kimseyi.
gördüğün gibi,
yaralarımın kabukleri sertleşti.
ama hala içim kanıyor.
bir türlü öğrenemedim yıllar geçsede,
susturmayı,
içimdeki serseriyi...

6 Haziran 2014 Cuma

söz bitti!

biliyorum,
ben ne kadar suskun kalsamda,
içime atsamda söyleyemediklerimi
ve sen giderken,
kal demesemde,
bir gün geri geleceksin...

belki teninde bir yabancının parmak izleriyle,
belki gözlerinde baska öpüşler,
aklında başkasının kafiyeleri,
dudaklarında büyük okyanusların tuzu,
elinde başkasının eli,
ama biliyorum,
bir gün mutlaka geleceksin...

hic vazgeçmeden,
unutmadan beni,
belki de o kadar isteyipte,
unutamadan,
yine bana gelip,
seni tutmamı bekleyeceksin.
aylardır yaptığın gibi.
sonraki aylarda,
yapacağın gibi...
başka sevdaların seyrinde olsan bile,
aklın benim gözlerimde.
gözlerim,
baktığın yerde
değilse eğer,
ben olmamın ne anlamı kalıyor?
özlediğin
ve aramasını beklediğin,
aramadığı için canının yandığı,
nefes alamadığın,
her gece yalnız başını yastığa koymaktan,
ben diye karanlığın içinde,
nefes nefese kaldığın,
ben değilim diye değil,
seni arıyamadım diye,
bana küfretmelerin...
belki de isyankarlığına en geçerli açıklamaların,
benim yokluğum.
varlığım azaldıkca içinde,
durmadan yüzüne kapattığın,
benim telefonlarım!

ne kadar basitti değil mi?
peynir ekmek gibi,
bir ses vermek,
biraz sevgi,
biraz özen,
biraz ben kokusu,
biraz, sensiz kalmanın acılı tortusu,
boğazıma takılan.
ne kadar basitti değil mi?
ucuz bir aşkı,
sıradan bir kaç saate paylaştırıp,
sonra elimize alıp patlamış mısır dolu tabakları,
karşısına geçip izlemek.
ve yaklaştığında seni öpme zamanı,
gözlerinin içine bakıp gülümsemek...
ve öperken seni,
başka tanrının çocukları gibi,
başka bir cennetin,
bahçesinde açmak gözleri...

dediğin gibi,
birbirimize yetemeycek kadar azdık biz.
ne sana yetiyordu nefesim,
ne de sen bana açabiliyordun bütün pencerelerini.
ve bitmeyecek kadar fazlaydı sabrımız.
baştan bir kayba meyilli,
mazeretlerden bağımsız,
söz biterken icimizdeki,
senin acıyan yüreğin,
benim kanamalarımın bir türlü durmayışı,
senin, hüznünden ısırıp dudaklarını,
içine saldığın gözyaşların,
benim, bir türlü ağlayamadığım için,
olur olmaz her şeye kahkahalarım...

söz bitti!
bu olan biten,
eski siyah beyaz bir filmi,
renklendirip üstüne ses ekleyip,
yeniden vizyona çıkarma çabalarım.
aslında dokunmak istediğim,
senin incecik dudakların.
iç çekip durduğum
dokunabilecek kadar uzun olmadığı için değil kollarım,
yeteri kadar kalmayan zamanım...

söz bitti!
aklımdan geçen,
pembe ojeleriyle salınıp duran bir kadının,
kollarında kapamak gözlerimi...
tadını çıkartıp,
biten bir ömrün umursamazlığının...

5 Haziran 2014 Perşembe

Dokun'ma...

pornografik hayallerin arasından kurtarabildiğim masum öpüşler.
romantizmin Türkçe'ye çevrilmiş haline aşk diyoruz bir süredir.
açıklayamadığımız,
belki de açıklamadığımız küçük sırlar,
gecenin karanlığının torpiliyle,
avuçlarımızın içine gömdüklerimiz...
pornografik hayallerin arasından kurtabildiğim,
küçük tebessümler...
camın buğusuna yazılan,
sonra okunmasın diye üstü avuç içiyle karalanan,
seni seviyorumlar...
ama neden?
dokunabildiğim için mi?
dokunulduğum için mi?
içimi durmadan çekip,
nefesini soluduğum için mi?
için için ağlarken sen,
zaferlerime bir aldatmaca daha eklememe izin vermen mi?

pornografik hayallerimin arasından beyaza boyadıklarım.
dokunamadım diye değil,
bazen,
dokunursam rengi solar diye uzaktan baktıklarım.
öptükçe seni,
çoğalan kırmızılıkların...
öpmedikçe,
içimde patlayan yanardağlardan süzülen
ateş sarısı lavlarım...
bu senden sonra bir türlü anlatamayışlarım,
seninle geçen bir kaç dakikayı yere göğe sığdıramayışım.
tanrımın kıskandığı,
benim sakındığım,
senin belki de
ne olduğunu bile anlamadığın,
bu pornografik düşlerimin arasından sıyırıp,
adınla başlayan şiirlere kullandığım,
kapat gözlerini ve sadece beni düşün!
gözlerini kapatmadan önce
görmek için umutla beklediğin...
Türkçe'ye bir türlü çeviremediğim teninin kıvrımları.
bir türlü beceremediğim, bu aşkın sevgililiği.
bu sana seni seviyorum diyememenin,
çaresizliği...
her sabah kokunu arayan bir bebek gibi,
aç uyanmalarım.
başka bir bedende doyamadığım için,
her gece kendi kanımda,
boğulma çabalarım.
pornografik silüetler arasında,
utanıp kendimden,
ettiğim her yemini,
senin teninde bozmak için,
tanrımla aramı bozmayı göze alışlarım...

4 Haziran 2014 Çarşamba

bırak gitsin!

nasılda büyütmüş bu sevda seni,
beni bırakıp gittiğinden beri...
sözlerindeki cesaret,
ufkundaki aydınlık.
dinlediğin şarkılara ihtiyacın olmadı hiç bir zaman.
göçe zorladığın hasret yüklü kavimlerin,
kalmasına razıydın.
belki de bu yüzden,
her bırakılan izin ardından
bir kova su dökmek yerine
gözyaşlarını salıverirdin...

isyankarlığını bağladığın aşkın,
benden kaçıp kendine sığınmaların.
ne buluyordun ki bu kadar kendinde?
dokunduğun ipekten gelinciklerin,
aldığın her yolun,
inandırması seni,
bensiz bir aşkın
düş dolu,
sahillerinde hayat olması gibi...

ardında bırakıp gittiğin bu harabeler,
aklımın yıkıntıları.
üzerimde işe koyulan tüm arkeologlardan müzdarip,
ne kırıklarım onarılıyor artık,
ne de
kırıklarım biliniyor...
batmamak için kendi ağırlıklarından kurtulurken,
belkide,
beni senden uzaklaştırırken öğrenmiştim.
ağır olanı bendim bu sevdanın
ve su alıyorken,
ilk kurtulunması gereken...

hayatının içindekiler sayfasındaki yerime güveniyordum belkide.
bu kadar fütursuzca silerken çizdiğin resimleri,
yazdığın şarkıları mırıldanırken,
duvarın önüne dizdiğim senin umutlarındı.
gururumun namlusuna soğuk mermileri sürerken,
hiç düşünmeden...

terkettiğin ölü hatıralar ülkesi değil.
öldürmek istediğin
hatıraların bir türlü iflah olmayan şairi...
ne yeşil gözlerimin bir anlamı var artık,
ne de buğusunda sektirdiğin çakıl taşlarının...
ne kadar çabuk büyüyen bir çocuktun sen,
hırsının yelesine yapışmış,
acelesi varmış gibi,
kırlangıçların peşinden koşturan...

sana ait olan ne varsa,
benim hayat diye ciğerlerime çektiğim,
senin bir uçurtmanın kuyruğuna asıp kurtulduğun,
benim acılarım.
beni taşımaktan yorgun düşen cümlelerin,
sarıldığın çocuk yürekli şarkıların,
dudağındaki ıslık kadar tutkunsun hala bana!
ne nefesin bitsin istiyorsun çalarken,
ne de
nefessiz kalıp boğulmak...
yaşamak için bırakıp gittiğinden beri beni,
ellerin cebinde, bana tutunmadan yürüyebilmeyi,
öğrendiklerin,
benim ilk gördüüümde seni,
sana dokunmaya kıyamadığım için,
kendime söylediğim yalanlardan ibaret...

bırakıp gittiğin 'ben'im!
gittiğin yer,
benim istediğim...