3 Aralık 2017 Pazar

bildiğin gibi...

canın sıkkın
ve bunun nedeni ben değilim...
...
aradan zaman geçer
yollar geçer
sessizlikler geçer
geçmez
sustuğu yerde kalır insan
simetrisine takılırsın kaldırım taşlarının
ne çizgilerine basmak
umurunda artık
ne basmamak
karanlıkta hepsi bir
soğuksa her yerde üşür insan
yalnızsa
bunun bir açıklaması yok
yalnızsın işte
kapanır bar ışıkları
kalabalık dağılır
sokaklar ıslak
bir ev var geri dönülecek
uyansan
yabancı
ama sıcak
hayatına aldığın adam
bildiğin yavşak
bile bile alıyorsan
kırıldığın yerde ara beni
girdiğin koynuna
sığmıyorsa aklıma
affet
ihmal ettiysem seni
affediyorum
kimle seviştiysen
benimle uyan
kiminle yorulduysan
bende soluklan
sonra yine git
bildiğin gibi
bekleyeceğimi...

25 Kasım 2017 Cumartesi

hastalıkta ve sağlıkta...

büyük puntolarla yazılıydı oysa
görmemek için ya kör
ya da gözlerini kapamak gerekirdi.
kapattım.
kör olmaya hazır hissetmiyordum kendimi.
zamanı gelince beyazlamadığı için mi saçlarım
kendimi çocuk hissetmem?
üzerime gelmeyin dediklerimin
beni umursamadıklarını hissettiğim zaman
yanlışlığın  soğuk şakasına takıldım
gülümsemeye zorladım kendimi
herkes kartopu oyunuyor diye
ceplerimden çıkarıp üşüyen ellerimi
pişman olacağımı bile bile
mazeretim vardı ya
herkes oynuyordu işte
oynadım
sonra ıslak ellerimi soktum
soğuk ceplerime
canım yandı
diğerlerinin de yanmış mıdır?

kına gecesinden dönen damat tarafının
yorguluğu var üzerimde
tüm bu hengame
eğleniyormuş gibi yapan insanlar
mutluymuş gibi etrafına sırıtanlar
küçük kağıt parçalarına sarılmış kınaları aldığı için
aldıkları kınayı neresine yakacaklar?
tüm bu hazırlıklar
hazırlıksız yakalanmayı engeller mi?
masaya oturduğunda sorulan
hastalıkta ve sağlıkta
yanında olacak mısın sorusuna?
yıllar sonra anlıyorsun
oluyorsun
yetmiyormuş
Yüce Türk Milleti Adına!
karar veren başka bir kadın
ayırıyormuş
kutsal müesseseyi sonlandırırken
hangi meleği kör taklidi yapmış tanrının?
birlikte girdiğin o kapıdan
ayrı ayrı çıkarken
verdiğin o sözler
geçirsizmiş
asıl yazı için süre geçmeliymiş
kanun önünde ayrılanlar
tanrı katında
ayrı mı yargılanırlar?
birlikte işledikleri günahlardan?

21 Kasım 2017 Salı

Bilinç'Ötemden Yansımalar-36

kalan son kurşununu kullanmak yerine tabancasını elinden bıraktı. kurtulabilirdi belki, evet o son kurşunla bir süre daha zaman kazanıp, kurtulmak için bir yol bulabilirdi. şanslı bir atış, hedefi ortasından vurup, tüm önündeki engelleri şaşırtıp kısa bir süre için, tüm gücüyle koşabilirdi aralarından. sonra yeni bir hayat, zorluklardan uzakta... etrafını saran gölgelere baktı bir süre, sonra terli avucunda sımsıkı tuttuğu tabancaya. son kurlunu kalmıştı, biliyordu, kendine saklamak geçti aklından. yıllardır kaybediyordu, yıllardır bir çatışmanın içindeydi sanki. sürekli birileriyle savaştığını düşünürken aslında kendi elleriydi durmadan boğazına sarılan. bataklığın içine düştüğüne aldırmadan ayağa kalkmaya çalıştı. her çırpınışı biraz daha derine çekerken onu yetmezmiş gibi ellerinin ihanetine uğradı. aynı ellerin arasında tuttuğu tabancası ve son kurşunuyla ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. gölgeler her zamankinden daha yakındı. fısıltılar bağrışmalara evrilirken seslerin yüksekliğinden daha çok nefret etmeye başladı. tek bir şansı kalkmıştı, son bir şansı. tüm dikkatini, tüm hayatı boyunca kazandığı becerileriyle odaklanıp nişan aldı. kendini bile şaşırtabilirdi, daha önce yapmıştı, biliyordu, kendisinin bile şaşırdığı durumlarda başkalarını hayran bırakırdı. soluğunu tutup içinde, zamanı durdurdu. gölgelerin tuhaf şekilleri, seslerin yankıları havada asılı kalmıştı. bir kelebek kırmızı benekli kanatlarını aşağı doğru bastırıp yükseliyor ardından sabit kalıyor sonra bir daha, derinlerden yukarıya çıkmaya çalışan dalgıç gibi, karanlık suların arasından, açık mavi renge doğru ittiriyordu kendini. sağ şakağında biriken ter damla halinde yanağına doğru inmeye başladı. yavaşça yutkunduğunda adem elması önce yukarı sonra aşağı hareket etti. o an tabancanın namlusunu çenesinin altına dayamayı ve tetiğe basmayı düşündü. ne çok düşünce uçuşup duruyordu kafasının içinde, milyonlarca kırmızı benekli kanatlarıyla kelebek... boğazına kadar ıslandığını hissetti battığı bataklığın içinde. elini ne kaldırabiliyor ne de indirebiliyordu. nasıl düşmüştü bu kadar derine, nasıl farkına bile varmamıştı. ama son bir şansı daha vardı işte. o yaşamaktan haz almadığı her zaman kavga ettiği hayat ona namlusuna sürdüğü bir şans daha tanımıştı kaybederken.

bir aydınlanmamıydı bu? sahip olduğu acıların hiçbiri canını yakmıyordu artık çünkü bir önemi yoktu. tuttuğu nefesini yavaşca dışarı bırakıp gizlendiği yerde doğruldu. avucunda tuttuğu tabancayı aşağı indirdi önce, sonra araladı parmaklarını. metal, betona çarpınca tok bir ses çıkardı. bu oyunu artık oynamak istemiyorum dye fısıldadı, etrafını saran seslerine yankısı arasında. artık yeter! yeni bir şans, bir çıkış yolu, soğuk rüzgarların kesilmesi, yağmurun dinmesi, güneşin açması, sevgilinin bir sabah koynumda uyanacak olması, alacaklı bankaların yalnızca doğum günümü hatırladıklarında mesaj atmaları, borcumu hatırlatmak için değil, hiç birinin önemi yoktu artık. iki kolunu aşağı sarkıtıp doğruldu. önce gri paltosunu sıyırdı omuzlarından, sonra bakışlarını açık mavi sulara doğru çevirdi. gölgeler yaklaşıyordu. artık yalnızca karşısından değil sağından solundan arkasından heryerinden geliyordu fısıltılar, sesler. bunca zaman neden kaçmıştı ki sonunda yakalanacağını bile bile... neden yormuştu kendini bu kadar? yanağına süzülen ter damlasının ardından bir damla yaş süzüldü. dudaklarının kenarına gelinceye dek... ne tuhaf diye düşündü, ikisi de ne kadar tuzlu ve acı... yorulmadan, üzülmeden istediğin hiç bir şeyi vermiyor hayat, bazen yorulsan da üzülsen de vermiyor, bir damla ter ve gözyaşından başka...

bir adım attı gölgelerin arasına, ardından bir adım daha, sonra, dizlerinin titrediğini hissetti. zayıf bedenini taşıyamıyordu daha fazla, önce hangi dizinin yere çarptığını anlayamadı, belki ikisi de aynı anda yerdeydi. dizlerinin yere çarpamasıyla titreyen bedenini hissetti, nefes almaya çalıştı. bazı refleks haline gelen eylemler sen kendini teslim etsen de görevinden vazgecmiyor işte.  eldivenli parmaklar sağ bileğinden tutup beline doğru çekti. aynı anda öne doğru ittirilmesine karşı koymadı bile. burnu yere çarpmasın diye yine refleksle başını yan çevirince yüzü ıslak çimenlere dayandı. başka bir eldivenli parmaklar sol bileğini tutup diğerinin üzerine doğru çekti. kıskıvrak yakalandı bilekleri birbirine ayrılmayacakmış gibi bağlanırken. hala nefes alıyordu. sırtının ortasında tüm ağırlığıyla bir diz zorlasa da ciğerlerini. kulaklarındaki melodiye mırıldanarak eşilk etmeye çalıştı belli belirsiz seslerle, halelujah...

gölgeler etrafında yer değiştirip dururken sesler anlamsızlığını koruyordu. suyun altındaymış gibi sadece yankıları geliyordu kulağına. bir karmaşa, bir kakafoni, uğultusu rüzgarın, sağlıksız bir telefon görüşmesi, bölük pörçük duyulan kelime parçalarına anlam yükleme çabası... burnunun ucundaki ıslak çimenlerin kokusunu içine çekti bir süre. gözlerini açabildiğinde son kurşunu hala namlusunda olan tabancasıyla göz göze geldi. o son şansı değerlendirmiş olsaydım diye düşündü, teslim olmak yerine... bu güne kadar teslim olmayarak kime neyi ispatladım ki? diye başka bir düşünce şimşek gibi çakarak yaktı diğer tüm düşünceleri. yeniden gözlerini kapatırken ıslak çimen kokusunu içinde tutmak ister gibi derin bir nefes daha aldı. iki çift el tutup kollarından, bir çuvalı havaya kaldırır gibi kaldırdı yerden. başı önünde, kolları arkasıdnan bağlı, bacakları çoktan vazgeçmiş taşımaktan, artık bir kuklanın kullanılmasa da bedeninden sarkan parçaları gibi, tek yaptıkları taşınırken sürüklenmek toprağa...

bir arabanın kapısının açılma sesi, ardından başının üzerinde bir el bastırıp daha aşağı çarpmasın diye arabanın içine atılırken, yüzün ucuz kumaşına sürtünmesi ardından koltuğun. kapının sertçe kapanma sesi. arabanın kaportasına çarpan yağmur damlalarının sesi sardı heryeri, ısrarla bedenime ulaşmaya çalışıyorlar gibi, öyle inatçı öyle acımasız... içime çektiğim çimen kokusunu daha fazla tutamıyorum artık yerine ıslattığım koltuğun ucuz kumaşının kokusu alacak. aklım hala o son kurşunda, çenemin altına dayasaydın diyorum namlunun ucunu... parmağımın baskısıyla bitirebilirdim her şeyi... derken arabanın sol ön kapısı, ardından sağ ön kapısı açılıp kapanıyor. gölgeler içinde iki adam biniyor. konuşmuyorlar, fısıldamıyorlar bile, motorun çalışma sesi, ardından lastiklerin ıslak toprağa sürtünmesi. çimenlerin kokusu ezilmiştir şimdi, öfkeli homurtuları arasında bir arabanın...

nereye gidiyorum? nereden geldim buraya? ne çok kaçtım... yakalandım mı yoksa teslim mi oldum? ikisi arasındaki yedi farkı kim söyleyebilir? omuzlarım ağrıyor ellerimin arkamda bağlı olmasından. arka koltuğa bırakıldığım gibiyim hala, sarsıntısında bir arabanın ileri geri hareket ediyorum o kadar. konuşmuyorlar, sorumuyorlar bile neden burada olduğumu, neden teslim olduğumu, neden kaçtığımı. iş disiplinlerini takdir ediyorum içimden. görevlerini yapıyorlar, ne eksik ne fazla. yakalanmam emredilmiş olmalı, anlaşılmam değil. anlaşılma kaygımın böyle saçma bir anda aklımı meşgul etmesi canımı sıkıyor, omuzlarımın ağrımasını bile unutturacak kadar. asfalta çıktığımızı gürültü azalınca anlıyorum. şimdi yalnızca bir mırıltı var arabanın içinde, motor sesi, ıslak lastıkların kıvrımları arasına girip savrulan suyun sesi... gözlerimi açıyorum karanlık, kapıyorum karanlık, yoksa açmıyor muyum? öyle karanlık...

kızıyorum kendime. yine kaybettim işte, yine olmadı, yine şans tanınmadı, sabah olmadı, gece bitmedi, o gelmedi, ben gitmedim, doksan artı da gol yemeseydik, maç iptal olurdu yine kaybederdik! neden kaybediyoruz her zaman? sana o son şansı vermedik mi diyor ilahi bir ses, yağmurun kaportaya çarpan o gürültüsünü bastırırcasına... verdin... ama o son şansın bir halta yarayacağına olan inancımı ne yaptın? senin sınavında buydu diyor ak sakallı bir ihtiyar ve kaldın! kalmasaydım da nasıl olsa başka bir sınavda daha kazık sormayacakmıydınız? ne sınavınız bitti ne derdiniz! sana farz olanları yapmak yerine isyan etmeyi seçtin, şükretmek yerine küfretmeyi, şimdi merhamet mi bekliyorsun? dedi başının üzerinde ağaç dallarından taç takan orta yaşlı bir adam. yoruldum diyorum, sadece yoruldum... bu sınanmalardan, yanlış yapmalardan, çok istemekten, bir şey yapmamaktan yoruldum... yavaşlıyor araba. beyaz önlükleriyle iki iri yarı adam gelip koltuk altlarımdan tutup çıkarıyorlar arabadan dışarı. bacaklarım hala kontrolüm dışında ipleri kesilmiş bir kukla gibi sürükleniyorum büyük beyaz binanın siyah kapısının arasından yansıyan ışığa doğru. beni yola getiriyorlar diye düşünüyorum. birazdan farkına varacağım tüm varoluş nedenlerimin. merdivenlerden çıkarılıyorum, beni taşıyanlar şu an küfür ediyorlar mıdır ıslandıkları için? ıslak ve yağlı saçlarım kafa derimi kaşındırıyor, ellerim hala arkamda bağlı. etkisiz hale getirilmiş bedenim, ya aklımı neden bağlamadınız? on metrede bir tavanda asılı sarı ışıklı lambaların altından geçerken amonyak kokusu yerini alıyor ucuz araba koltuğun ıslak kokusunun yerini. eldivensiz bir el bileklerimden tutup bağı kesiyor, boş bir çuvalı bırakır gibi bırakıyor bedenimi yıkanmaktan rengi bozulmuş beyaz çarşaflarla kaplı sert bir yatağın üzerine. demir bir kapı kapanıyor üzerime, aralık gözlerimin arasına sızan ışık odadaki kapının üzerindeki pencereden geliyor. uzaklardan bir demir kapı daha kapanıyor, kilit sesinden anlıyorum. içime kapatıyorlar beni.

geride bıraktıklarım aklıma üşüşüyor. annem, babam, kardeşim, sevgilim... benden haber alamayacaklar yarın, nasıl da endişelenecekler. neredeyim? ne yapıyorum? üzülücekler mi? al işte! yaptığım onca yanlışın üzerine bir de bunları ekleyince son kurşunu neden kendime saklamadım diye kızıyorum. omuzlarım uyuşmuş, gerilmekten. dizlerimi karnıma doğru toplayıp büzüşüyorum. üşüyorum...  odanın diğer duvarında tavana yakın küçük penceresinden dışarı bakıyorum. nasıl karanlık, yağmur damlaları çarpıyor aralıksız. kaçarken aklımda ne vardı? nasıl hesaplayamadım bu kaybı? ne çok hata yaptım? şimdi köşesinde bir hücrenin kendimden başka kimsem yok sığınmak için. kendim? kaybedeli öyle çok zaman oldu ki...

18 Kasım 2017 Cumartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-35

komplo teorilerinden yorulmuş, daha fazla üzerine gelmesin hayat. tüm öğrendiklerimi ve bildiklerimi, takas etmeye hazırım, unutkanlık karşılığında. en kötüleri bildikten sonra da insan iyi kalabiliyormuş, farkındalığının bir halta yaramadığını anladım. sonunu bildiğim filmleri defalarca izlemenin beynim üzerindeki uyuşturma etkisi günden güne azalırken, akşamında yaşayacaklarımın aynılığı üzerine tez hazırlayabilecek kadar çok tekrar ettim hayatı. kaçıncı defa seviştikten sonra kadından uzaklaşır adam? nereye yaklaşır? en çok ne yakışır yaşadığında üstlenmek iyi durur, huzurla uyur bu gece, sabah yeni bir giysiyi ilk defa dener gibi geçer aynanın karşısına. cebinde son kalan parayla piyango bileti aldığında anlarsın ancak, son parasıyla bilet alanların hissetiğini. kimi kandırdığının bile bir önemi kalmıyor bir yerden sonra. o yer çıkmayan sokakların bile başlamadığı. tutarsızlıkları üst üste koyup dağ yapıyorum kendime, emniyet halatım olmadan tırmanmayı göze almama bakma, öyle korkuyorum ki, düşeceğim yerden değil, düşeceğim yardan...

her başarılı birlikteliğin ardından içimdeki yazamama korkusunu bir yana bırakacak olursak, bırakmadıklarımı kime saklıyorsam artık, bana dair her sorunun cevabı, bazı kapılar açılmamalı ne kadar ısrarla basılsa da ziline. saltanatımın sonuna yaklaşırken ihtişamımda emeği geçenlerin bir bir  hatrını sormak geldi içimden nedendir bilmem. artık tanrıya bağlamıyorum olan biteni derken bile tanrıya sıgınıyorsam onun varlığının ispatına ihtiyacım olmadıgındandır.

hayatına bensiz de devam edebilenler kabilesinin nadide üyelerine buradan selam göndermek istiyorum. nasıl da kanına girip cümlelerimle aklını başından aldığım esmer kadınlar, sarışın yeşil gözlü, çok istememden hoşlanıp hoşlanmakla yetinip benden çekinen kadınlar, beni okumak istemeyip elleriyle yüzünü kapayıp, parmaklarının arasından ne yazmışım diye bakan kadınlar, bununla da olmaz diyerek, üzerimde durmayan ama götünü kaldırmamdan hoşlanan kadınlar, yıllar sonrayı bırak, benden kurtuldakn iki saat sonra hiç hayatına girmemişim gibi rahat yaşayan kadınlar...

çekmecesine ne sakladığımı unuttuğum komidin, defalarca kapaklarını saydığım ama rengini hatırlamadığım gardolap, ne zaman sesini duysam şiddetinden dinden çıktığım son durak cami, yolumu her gece gözleyen tekel bayi, ne çok yeni kararlar alıp, kullanmadan eskilerinin arasına bırakmışım hayatım, benim için endişe eden insanlar kabilesi, pazartesilere ertelenen iş planlarımla ben, kalan son paramla piyango bileti alırken ki ya çıkarsa iyimserliğim, ya çıkmazsa yollarımın sonunu düşünmek bile istemiyorum.

içi dışına çıkmış yapmacık tavırlarıyla insanların arasında yaşarken gözlerimin açık olmasından yoruldum. sabahı soğuk olsa da titreyerek uyansam da buz gibi elimdeki konfora ve sabahında pardon sabah demişim akşam üzeri uyanma lüksüme tercih edebilme gücü istiyorum.sanki istediğim her şey olmuş da şimdi bu olmayacak diye kapatıyorum kendimi... haksız mıyım?

15 Kasım 2017 Çarşamba

herkes farkında...

bir heves
diye başladıklarım
kaçmasaydı kursağıma
bu kadar umursamaz olmazdım
beklenen güneş tutulması gibi
yaşayacağım felaketler
sadece zaman meselesi
uyuyarak da gidebiliyormuş insan
istediği yere
gitmemek için isyan etse de...
çok havalı olmazmıydı
sabahın köründe kalkıp
nereye gidiyorsun diye sorduklarında
okula demek
kırk yaşından sonra...
hayat en ulaşamayacaklarımın fragmanını yapmış sanki
en güzel sahnelerinden kolaj
sıkıcı ayrıntıları özenle saklamış
vazgeçsem dedikçe seni vuruyor yüzüme
hadi sıkıysa vazgeç!
ulan dilenciye versen yaşamaz bu hayatı
hangi dilencinin var
senin gibi sevgilisi!
tam bitti diyorum
sesin düşüyor aklıma
öpmek istiyorum diyorsun ya
öpülecek her yerim kendini adam sanıyor!
bir iktidar kavgası başlıyor içimde
derdine düşüyorum
düştüğüm en güzel yer...
kalkmasam umrumda olmaz
uyanmasam bir gün
yanında uyandığım tek bir sabah
tüm uyanmamalara değer...

tesirsiz parçalar...

Yıllar önce, bu tabiri yıllar sonra kullanacağımı biliyordum ihtimal vermesem de, evet yıllar önce annemin kullandığı pedallı dikiş makinasının küçük ahşap çekmecesinde iğneler, renkli iplikler ve bir yüksük vardı. Yıllar sonra araba kullanamamaktaki beceriksizliğim o pedallı dikiş makinasının pedalına basmayı beceremediğim zaman belliymiş. benim bunu anlamam otuz yıl aldı. Yine de o makinanın ahşap küçük çekmecesi hiç çıkmadı aklımdan, daha doğrusu o yüksük çıkmadı. Dikiş dikerken iğne parmağına batmasın diye, parmağının ucuna taktığın o demir parçası var ya, o yıllar daha yeni yeni okumaya başlamışım, içinde beyaz atlı, parlak zırhlı şovalyelerin olduğu masal kitaplarını. o yüksük o kadar parlak değildi ama zırhı gibiydi annemin parmağının. dikkatle çekmeceden çıkarır, küçük işaret parmağımın ucuna yerleştirirdim. sonra tırmanır oturma yeri kahverengi kumaşla kaplı sandalyeye kahramanlıklara koşardım. o yıllar bir kadın peşinden gitmek saçma geldiği için daha çok zor durumda kalanlara yardıma gitmeyi hayal ederdim. sonra büyüdüm sanırım, yardım etme kriterlerim kadın bedenine sığmaya başladı. sonra yüksük gibi zırhalara da ihtiyaç duymadan siper ettim gövdemi hayasızca akınlara... bu gönülllü tercihlerimin geri dönüşleri hayasız sabahlamalara neden oldu başka bedenlerde...

- bir yazar var, yazdıkları seninkilere çok benziyor, kullandığınız kelimeler, yaptığınız vurgular, umursamazlığınız, aynı derece de takıntılarınız. seninle ilk konuşmaya başladığımda o olduğundan şüphe etmiştim.
-bahsettiğin adamı tanımıyorum, adını bile duymadım daha önce. eğer haklıysan okumak da istemiyorum. bana benzeyen insanları sevebileceğimi sanmıyorum çünkü.
-kendini sevmiyor musun?
-sevmeli miyim?
-sorularıma soruyla karşılık vermeni sevmiyorum!
-bu benimle sevişmene engel olmadı hiç bir zaman.
-ne kastediyorsun!
-yani beni seviyorsun diye ben de kendimi sevmek zorunda değilim. birlikte olma kriterlerimizde böyle bir madde yok.
-hah işte! o yazarla konuşuyor olsaydım buna benzer bir cümle kurardı.
-seninle seviştikten sonra mı önce mi?
-pislik yapıyorsun!
-tamam kızma hemen. adı ne bu yazarın? yarın dışarı çıkınca kitabını alırım.
...

şu an masanıza bıraktığım, aldığım ikinci kitabınız. haklıydı kadın. benim gibi yazıyormuşsunuz. bugün buraya gelmeyi düşünmüyordum. muhtemelen akşama kadar yataktan çıkmayıp, sıradan hayatıma yeni karmaşalar eklememek için asgari çaba gösterecektim. çabalarımın karşılığı olarak da bir kaç film izlemek ödülüm olacaktı. şimdi neden buradayım? nasıl geldim? o kadını aylardır görmüyorum. bugün buraya geleceğini biliyordum ama dün gece yaptığımız tartışmadan sonra beni görmeyi ne kadar çok istese de uayndığında bana gel demedi. gelme! de demedi. farketmez dedi sadece... sanırım bu cevabın ne kadar can yaktığını bilirsiniz. biliyor musunuz? sessizce gözlerimin içine bakıyorsunuz, sanırım bu biliyorum demek oluyor. aylarca özleyip, kokusunu düşleyip, teninin sıcaklığını hatırlamak için iki kat fazla örtünmenin yetmemesini de biliyorsunuzdur. bunu onaylamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok. bazen kimseye belli etmeden yutkunursunuz ya, bfark etmemiş gibi yapıyorum şimdi. neyse...

ertesi gün, itiraf ediyorum çok gönüllü olmasam da kitabınızla karşılaşınca o büyük kitapçının raflarının arasında gezerken aldım. satırlarınızı okudukça kendimi buldum gibi klişe laflar etmeyeceğim şimdi ama kadın haklıydı sanırım. bu haklılığı sinirlerimi bozdu çünkü hanüz benim yazmayı akıl etmediklerimi, benim kelimelerimden daha güçlü şekilde anlatıyordunuz. kitabinızı okumam sanırım iki saatimi aldı ki benim gibi okuma meraksızı biri için rekor sayılabilir bu süre. uzun süre başka kitap okumadım. işin tuhaf yanı uzun süre yazamadım da... ne zaman bir şeyler yazmaya başlasam sanki sizden kopya çekiyor gibi hissettim kendimi. hayır, tabi ki hayatı boyunca kopya çekmemiş, dürüst ve çalışkan bir öğrenci olmadım ama yine de bu kopya çekiyormuş gibi hissetme hadisesi canımı sıktı. yazdıklarımı bitirmeden sildim.

bugüne, yani şu an'a, kitabınızı imzalatmadan hemen önceki zamana gelmeden önce, bir kaç gün öncesine dönmek istiyorum. ilk kitabınızı okumanın üzerinden aylar geçmişti. yeni bir kitaba hazırım diye düşünürken, kardeşimin evindeki kitaplığı incelemeye başladım. yüzlerce kitap arasından gri üzerine beyaz harflerle yazılmış 'tesirsiz parçalar' kitabınızı gördüm.. tabi ki sizin kitabınız olduğunu bilmiyordum. her nasılsa diğer kitapların arasından .çekip aldım ve okumaya başladım. bu sabah buraya gelmeyi düşünmediğimi daha önce söylemiştim. evde de duramazdım. kitabınızı yanıma alıp sokağa çıktım. ilk otobüs durağına gidip bekleme başladım. hangi otobüsün geleceğini, gelen otobüsün nereye gideceğini bilmeden bekledim. beklerken kitabınızı okudum. ifadeleriniz, an'larınız, anlattıklarınız kimi zaman gülümsetirken, bir an da sarsıp yakalarımdan sorgular gibi beni zorluyor, gözlerime dolan yaşları dışarı bırakmam için baskı yapıyordu sanki. otobüs geldi, numarasına  bakmadan bindim. en arka koltuğua geç.p oturdum programlanmış bir robot gibi, gözlerimi satırlarınzdan ayırmadan. çok geçmeden montumun sağ cebindeki telefonun titreşimini hissedince elime alıp baktım. o arıyordu. açtım. nerede olduğumu ne yaptığımı sordu, geçiştirecek cevaplar verdim. geçiştirici cevaplar verme konusunda sanırım sizin kadar ustayım. neyi kastettiğimi anladığınızı dudaklarınızdaki muzipçe gülümsemeden anlıyorum. bu geçiştirme mevzuundaki ustalığımdan rahatsız olup özlediğimi fısıldadım. inmek için düğmeye basınız uyarısını dikkate alıp otobüsten indim ve beni ona götürecek başka bir otobüse bindim. çok kolay olmuştu. bu kolaylıkların yan etkileri olabileceğini yeterince yaşayıp tecrübe etmiş biri olarak hazırladım kendimi hayatın sürprizlerine.

her zaman olduğu gibi hayat, ne kadar hazırlıklı olsan da seni şaşırtmak konusunda ihtisas yapmıştı. milyarlarca insanı her defasında şaşırtabilmek ancak ona yakışırdı, kendine yakışanı yaptı. otobüsten indiğimde yolun diğer tarafında özlediğim kadın, bu tarafında ben ve aramızda yüz küsür insan birbirine girmiş, karşıya geçebilmek ne mümkün. düşünsene, aradan vızır vızır arabalar geçiyor, bir üst geçit var, geçidin diğer tarafında özlediğin kadın, geçidin üzerinde bir sürü gereksiz saçma sapan insan ben geçeyim sen geçme kavgası yaparken benim önümde birikmiş baraj kurmuş. üstelik dokuz metre on beş santim kuralını hiçe saymışlar gibi bir adım ötemde. çıldırmamak elde değildi, ellerimi cebime sokup, özlediğim kadının olduğu tarafa baktım uzaktan. sakince başka bir otobüse binip geri döndüm. kalabalık olmayan bir durakta inip karşıya geçtim ve yol boyunca yürüdüm. özlediğim kadının yanına yaklaştığımda, üstgeçidin üzerindeki salak insanlar hala ben geçeyim hırsıyla oldukları yerde bekliyorlardı. gülümsedim, geçtim...

O'na o kadar yakın olup, enlem ve boylam olarak yakınlık bahsettiğim, hissettiğim uzaklığın coğrafi karşılığı yok. varsa da ben o coğrafya derslerine girmediğim için şu an tarif edemiyorum. öyle bir yakınlık ve uzaklık arasında, aynı aptal kalabalığın arasında sürüklenircesine, kendimi akıntıya bıraktım. üstüne üstlük kadını aradığımda ısrarla açmıyordu telefonunu. beynimi kemirmeye hazır kıskançlık tilkileri kan kokusu almış gibi beni köşeye sıkıştırıyordu. sonunda konuştuk, görüştük... bilirsin, dünyaya çarpmak üzere olan bir göktaşı vardır ve tüm ülke bilim insanları bir araya gelip çözüm ararlar. buldukları çözüm son anda dünyayı felaketten kurtarır filmlerini. kurtulan insanlar birbirine sarılır mutluluk gözyaşları vss... film biter. yanındaydım. ve zaman son düzlükte atağa kalkmış safkan ingiliz atı gibi tüm gücüyle koşuyordu. umursamamaya çalıştım. usulca eğilip saçlarını kokladım. biraz daha sokuldum yanına. sarıldım. ellerimi ellerinin arasına aldığında akrep ve yelkovanın hareket hızını hiçbir rasathane tarih boyunca kayıt etmemiştir eminim. önceki gecenin tüm o şiddeti, o karmaşası, fırtınası, yanardağ patlamaları onun kollarının arasında national geografic belgesli kıvamına bürünmüş, etrafını yakıp yıkmadan sönmüştü. O'nun yanında olmanın iyileştirici etkilerini şimdi sana anlatmaya kalksam, sırada bekleyenlere ayıp olur, ben susayım, sen anla...

O'na ayrlan zamanın sonuna öyle çabuk gelmiştik ki, artık gitmem gerekiyor dediğinde, daha sarılmadık bile diyemedim, sarıldım. daha doya doya öpüşmedik bile demekle vakit kaybetmemek için öptüm dudaklarından. hani derler ya dünyanın en mutlu erkeği bendim diye sevdiği kadınla birlikte olanlar, hepsi yalan! benden mutlusu henüz benden haberi olmadığı için kendini mutlu sanıyor.

ayrıldık sonra. kendime geldiğimde binlerce insan ve kitabın arasında buldum kendimi. arasında kaldıklarımın taşıdığı anlamların büyüklüğüne saygısızlık etmek istemem ama beni buraya getiren hiçbiri değildi. sosyal sorumluluk taşıyan her türlü eyleme katılan bir aktivistin bir kadına aşık olup tüm erdemlerinden vazgeçmesi gibi bir durumdu sanırım yaşadığım.tamam, abarttım ben hayatımın hiçbir döneminde öyle bir aktivist olmadım, ama olsaydım da onun için dönek olmayı kabul ederdim bu da yalan değil. O'ndan ayrılınca ilk hissettiğim açlıktı. kapitalist düzenin kamçıladığı ve karaborsanın kanımızı emmek için fırsat kolladığı bir yerde açlığımı bastırmak için fahiş fiyatla satın aldıklarımı yerken duvarda asılı ekranda adınızı gördüm. şu salonda kitabını imzalıyor gibi bir yazı akıp geçti gitti. önce umursamadım. sonra aklıma kitabınızın yanımda olduğu geldi. okuduğum kitapları yazarlarına imzalatmak gibi bir kaygım ya da isteğim olmadı hiç ama yaşadığım günün tuhaflığının bitmediğini hissedince o kalabalık ve karmaşık mekanda sizi kolaylıkla bulacağımı hissettim. hissettiğim gibi de oldu. hayata bu yüzden çok küfrediyorum. hissettiğim gibiler her zaman bu kadar kolay gerçekleşmiyor. yemeğimi yedikten sonra yerimden kalkıp, o hengamenin arasından sanki nereye gittiğimi biliyormuş gibi kendimden emin adımlarla hatta, yolumu kapatan nereye gittiğini bilmeyen insanlara söylenerek hızlı adımlarla yürüdüm. bir itiraf daha. sizi tanımadığım için sizin siz olduğunuz anlamak için kitabınızı imzalatmak için sırada bekleyenlerin ellerinde tuttukları kitaplara baktım. benim çantamdakiyle aynıydı, 'tesirsiz parçalar'...

şu an yanınızda olmam, bugün beni buraya getiren hayatın amacının ne olduğunu hala bilmiyorum. bazen akışına bırakırsın kendini ya, genelde hayat bizi hep akışında sürükler ne kadar müdahale etsek de. sanırım bu da böyle birşeydi. adımı sorduğunuzda anlatmak istediklerim bunlardı. ne adımı söyledim, ne anlattım... bir 'teşekkür', bir 'kolay gelsin...' yetecek gibiydi. yetti sanırım. neden anlatmadım? anlatsaydım sizin için yüzlercesinden biri olacaktım diye belki de, kendime sakladım. anlatsaydım, anlardınız. bir gün 'muhabbetle' imzasız günde buluşacağız. O kadın, ben ve benim gibi yazan bir adam olarak...

Bilinç'Ötemden Yansımalar-34

Bir dakikaları bile yok insanların, hissettiklerini durup yazmak için...
Bazı insanların hayatlarında kırılma noktaları vardır. O andan itibrane ne yapsalar, nereye gitseler, hangi işte çalışsalar hatta evlenseler bile uzaklaşamadıkları. Önceleri görmezden geldikçe, zamanla içini kemiren, unuttuğuna inandığı için farkına bile varmadan boşluğa dönüşen bir türlü yakasını bırakmayan kırılma noktası...

Bir sabah kalkıp bulabildiğin ilk otobüsle, kalan son koltukta yola çıkarsın. Yaklaştıkça hatırlar, hatırladıkça, geçen zaman içinde yaptığın tüm hatalar pişmanlıklar olarak bir kez daha yazılır borç hanene. Vadesi çoktan geçmiş, ödemeyi de aklından çıkardığın için omuzlarında yük olarak taşıdığın, her gün biraz daha ağır, her gün biraz daha teslim olur gibi bırakırsın kendini... Bıraktığın yerlerin seni kabullememesi yüzüne çarpar eksikliğliğini, usul usul bırakırsın kendini.

Komik olma gayesi gütmeden, hayranlık uyandırıcı özgüvenine tanık olup otobüsteki muavinin, bu tanıklık da hayatın suratıma çarptığı eksikliklerden biri olarak tarih sayfasındaki yerin alıyordur şimdi. Eğleniyor musun! Bir binanın üçüncü katında tek başıma oturup bir köşede, sorgulayan gözlerle sana bakıp yanından geçenlerin arasında yazarken bu satırları o kadar gülünç değilmiş diyorsun kendine. O yolculuk, o muavin, ilk otobüs, son koltuk, ironisi yaşayamayacaklarının...

belki de hiçbir zaman isteyerek yapmadım, son on beş yılda olan biten ne varsa. Ben sokağa çıkmam gerektiği için işe gittim, sevişmek gerektiği için belki de kadınlar aldım hayatıma, hatta evlendim. Bunların hiçbiri katılmadı bana. Sanki hepsini haberim olmadan biri kayda almış, sonra siyah beyaz bir ekrandan izlermiş gibi yaşadım.  Tuhaf onca yıl izlerken üzerimde eğreti duran bu hayatı ne kadar beceriksizce yaşadığımı bir türlü göremedim.Oysa binlerce film izlemiş, onlarca kitep okumuş,her zaman olmasa da ince ayrıntıları, alt metinlerde anlatılmak istenenleri fark etmek, bilgiç bir havayla etrafımdakilere bunlardan bahsedebilmekle över kendimi, egomu okşardım. Ya siz canım insanlar! Siz de mi benim kadar kördünüz? Benimle yaşarken, beni hayatınıza katarken, beni alıp kullanırken, benimle sevişip ağlarken, içip sızarken, kavga edip kızarken, sövüp sayarken, hiç mi fark etmediniz üzerime oturmaya bu hayatı? Nezaketen mi sustunuz? Sesinizi çıkarmayı bırakın imasını bile yapmadınız! Yoksa, yaptınız da ben o muhteşem körlüğüm, bencil egomla sizi de mi görmezden geldim... Bu hatanın sorumluluğunu kimseye atacak değilim, çünkü benden başka kimse ödemeyecek bedellerini, umarım...

Otobüs muavinin insan üstü gayretiyle sergilediği o yapmacıklık, kendinden emin beğenmişliği bir süre daha ilgimi oyalasa da, kafamın içinde uçuşup duran ancak şimdi sayfalarıma indirdiğim düşünceler, 'şimdi ne olacak?' sorusuyla sık sık kesiliyor. Nereye gittiğimi biliyordum ama neden gittiğimi, gittikten sonra ne olacağını belirsizlikler arasına bırakıp fazla kurcalamıyordum. Bir şehre ilk geldiğinizde birbirini tanıyan insan gruplarına fazla yaklaşmadan uzaktan izlersiniz ya bir süre, 'şimdi ne olacak?' sorusuna da aynı şekilde davranıyor, uzaktan soruyor, cevabı beklemeden kaçıyordum...

Bazı cevaplardan kaçamıyorsun. Bir süre kulaklarını kapatıyorsun o kadar. Geçmiyor, bekliyor sadece ağaçların arasına sinmiş avının yeterince koşup yorulmasını bekleyen pusuya yatmış aslan gibi. Gidebildiğin uzaklıklar yeter sanıyorsun yakalanmayacağına, yetmiyor... Bunu bile bile gidiyorsun işte bir umut, bir umut daha ekiyorsun aklına. Belki havalar bir süre daha iyi gider, belki ucuz yollu bir ev bulursun, belki biraz daha iyi bir iş hafta sonları ve geceleri çalışır, gündüz okursun. Onca yıl okudun da ne oldu sanki klişesine sohbet aralarında örnek olarak gösterilecek bir hayatın olduğu halde, ne kadar rezilce bir umut olmadı mı şimdi bu? Buna bile tutunmaya çalışmak, sanki hayatında daha önce tutunabilmişsin gibi...

Şehrin bir şekilde geri alır seni dişlerinin arasına. Ne kadar uzağa gidersen git işte, istersen cehennemin dibine git! yine de durduğu yerde dilini uzatıp başının üzerinde uçan sineği yakalayan kurbağa gibi tutup sonuna getirir. Şehrin iyi tanıyor çünkü seni, sorun kendiyse gittiğin her yere onu da götürdüğün için, başka şehirlerden geri dönüyorsun son otobüsle, ilk koltuğunda üstelik...