Sessizlik, bu kadar huzur dolu olmasaydı, belki hayat bu
kadar yaşanılır olmazdı diye aklından geçirdi, diğer tarafına döndüğünde
yatağında. Ne bir araba motoru sesi ne de seyyar satıcıların akortsuz çığlığı.
Tüm gün uyuyabilirdi. Uyanıp sokağa çıkınca dünden farklı ne olacaktı ki?
Yatağın şefkatli kolları arasına bıraktı kendini iyice. Camları kırık
penceresine çektiği naylondan sızan güneş ışığının sıcaklığını hissedince
üzerinde, yorganını biraz daha aşağıya indirdi. Uyuya bilirdi ama çoktan
bilinci yerine gelmiş, aklında onlarca düşüncenin ateşini yakmıştı bile. Biraz
daha uyuması gerekiyordu. Eskiden seviştiği kadınları anımsamaya çalıştı,
sevişme ihtimali olan kadınları… Kalp atışları hızlanıp bedeninin alt kısmına
kan pompalamaya başlamasıyla rahatladığını hisseti. Bir ironiydi bu. Heyecanlanırken
uykuya dalmak… Ama daha iyi bir fikir
gelmiyordu aklına o an… Birazdan uykuya daldı.
Yeniden uyandığında saatin kaç olduğundan emin değildi. Ayağa kalkmak için zorladı kendini. İliklerine işlemiş bir ağrı hissetti o an.
Doktora gidip film çektirmesi gerektiğini düşündüyse de ne doktor vardı artık,
ne de randevu almak için arayacağı telefon numarası. Ağrıların şiddetine rağmen zorlukla doğruldu
yatağın üzerinde. Çıplak ayakları üşümüştü. El yordamıyla uyumadan önce yere
attığı çorapları bulup ayağına geçirdi. Odaya sızan gün ışığı solmaya
başlamıştı. Akşam oluyordu. Kalkıp
karnını doyurması gerekiyordu. Bir gün
daha yaşamak için geçerli mazeretler aradı kendi kendine. Belki biri vardı sokakta,
belki bir ses, belki bir gölge, aydınlıklardan saklanan. Belki… Bedenin
zorlayarak çıktı yataktan. Odanın içinde bir süre önce sönmüş olan odun
sobasının sıcaklığı vardı. Çok sıcak değildi belki ama o an üşümüyordu. Kalkıp
sobanın küllerini temizleyip yeniden yakmak için doldurması gerekiyordu . Gece
titreyerek uyumamak için mecburdu bunu yapmaya, bu iyi bir mazeretti.
Ayaklarını parke döşeli zemine bastı.
Terliğini parmak uçlarında hissedince ayağına geçirdi. Diğer tekini aradı bir
süre bulamayınca yere doğru eğilmek zorunda kaldı. Yatağın alt tarafına doğru
diğer tekini de görünce çıplak ayağını uzatıp onu da giydi. Ayağa kalktı. Odun
sobasının yanına gidecekken naylonla kaplanmış penceresinden dışarıya bakmayı
aklından geçirince bir an duraksadı. Neden bakacaktı ki ? Üşüdüğünü hissedince
sobanın yanına gitmek daha mantıklı geldi. Alt kapağını açınca sobanın dibine
çökmüş olan küller dışarıya doğru boşalıverdi. Sağ tarafındaki metal kolu
birkaç kez ileri geri oynatınca sobanın içi tamamen boşalmış, yeniden
doldurulup yakılmaya hazır hale gelmişti. Alt kapağı kapatıp, sobanın yanında
duran kovadaki ince kesilmiş odun parcalarını özenli bir şekilde alt tarafa
yerleştirdi. Sonra daha kalın olanları onların üzerine koydu. Yarısına kadar
doldurunca, alt taraftaki kapağı açıp ince parcaları tutuşturmak için çakmağını
çakıp alev almasını bekledi bir süre.
Parçalar tutuşmaya başlayınca hafifçe üfleyip üzerine ateşin
canlanmasını sağladı. Bir dakika sonra alevlerin sesi yükselmişti. Sobanın
üzerinde duran çaydanlığı kontrol etti. Yeterince su vardı içinde. Alt kapağı
kapatıp mutfağa doğru yürümeye başladı.
Uzun zamandır elektrik olmadığı için sadece bozulma sürecini
yavaşlatır umuduyla koyduğu yiyecekleri sakladığı dolabın kapağını açtı. Telkin
insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyordu ama yiyeceklerin bozulma süresini
uzatmıyordu. Çok uzun zaman önce anlamıştı bunu ama hala yapmaktan kendini
alıkoyamıyordu. Bir tabağın içinde duran peyniri burnuna yaklaştırıp
koklayınca, aldığı kötü koku yüzünden suratını buruşturdu. Tabağı mutfak
tezgahını n üzerine koyup, Henüz açılmamış olan kutudaki peyniri dışarı
çıkardı. Onunda bozulup bozulmadığından emin değildi. Buzluk bölmesini açıp naylon poşet içindeki ekmeğide dışarı
çıkardı.
Genelde uykudan uyandığı zaman peynir ekmekle karnını
doyururken gece uyumadan önce son öğününde elinde kalan son konservelerden
birini açıp, sobanın üzerinde ısıtıp yiyordu. Kabaca bir hesapla bir haftalık
yiyeceği kalmıştı elinde ve yeniden sokağa çıkıp yiyecek araması gerektiğini
biliyordu. Kutusunu yeni açtığı peynirin
kokusu da pek hoşuna gitmemişti ama yenilebilir durumdaydı. Daha önce çok daha
kötü kokanları yemiş, bir süre karın ağrısı çekmiş ama başka bir yan etkisini
görmemişti. Ekmek ve peyniri alıp odanın
köşesinde duran masaya geçti. Masanın bir köşesinde duran kağıt yığınının en
üstünde duran sayfayı önüne çekip incelemeye başladı yemeğini yerken. Resim
çizmekten hiç anlamazdı ama yakın çevredeki sokakları, sokaklardaki binaların
yerlerini bu kağıtlara çizmeye çok uzun zaman önce başlamıştı. Böylece dışarı
çıkmak zorunda kaldığında nereye gideceğini, gittiğinde hangi evlere gireceğini
ya da girmeyeceğini biliyordu. Kurumuş ekmekten bir parça koparıp ağzına attı.
Hemen ardından biraz peynir. Masanın ortasında duran cam sürahiden bir bardak
su doldurup, bir yudum içti. Başka türlü çiğnenecek hali yoktu ne ekmeğin ne de
peynirin. Önündeki sayfayı incelerken,
sayfanın üst kısmına yazdığı sayıya dikkat etti. ‘352’ Bir an aklının karıştığını hissetti.
Uzanıp kağıt yığınında en üstte duran sayfalardan bir kaçını alıp diğer
sayıları kontrol etti. ‘351, 350, 349,353…’ Hissettiği tuhaf duyguyu açıklamaya
çalıştı. Genelde sayfa sayıları sırayla olurdu. En üstte en son gezdiği sokağın
krokisi. O an içindeki şüphenin, toprağı
yarıp kendini yukarıya atan, filizlenen bir bitki gibi büyüdüğünü hissetti.
Aslında ne bitkiler o kadar hızlı büyürdü, ne de o şüphe… Sadece yıllardır
içinde tuttuğu, çoğu zaman bastırdığı her düşünce olasılık bir anda beynine
hücum etmişti. Bir yudum daha su içip, bu şüpheleri yutkundu. İştahı kaçmıştı.
En son ne zaman bu sayfalara göz attığını hatırlamaya
çalıştı. İki gün? Üç gün? Çok gerekmedikçe sokağa çıkmıyordu çünkü uyumak,
rüyalar görmek ona yaşadığını hissettiriyordu. Yedi yıldır yaşadıkları,
çaresizliği, yalnızlığı, korkuları ancak uyuduğu zaman rahat bırakıyordu
yakasını. Dünyanın kendisini kapatması gibi kapatmıştı kendini. Sayfaları yeniden kontrol edip 353 numaralı olanı önüne çekip diğerlerini
sırasına uygun şekilde kağıt yığınının üzerine geri bıraktı. Uzun zamandır
yaptığı gibi, sadece yaşamasına yetecek kadar çaba harcaması ve zamanının
bitmesini beklemesi gerekiyordu. Yine öyle yaparak, şüphelerden ve komplo
teorisi yüklü düşüncelerden uzaklaştırdı kendini. Bir parça daha ekmek ve
peynir atarak ağzına, bardakta kalan suyu bir dikişti bitirdi. Alevlerin odun
parçalarını sararken çıkarmaya başladığı sesi duydu. Ve sıcaklık yayılıyordu
odanın içinde. Şimdi biraz daha uzanıp uyuyabilirdi. Tüm kaslarının gevşemeye
başladığını hissetti. Tek yapması gereken bu rahatlığa teslim olmaktı.
Dışarıda esen rüzgarın, pencereye gerilmiş olan muşambaya
çarpmasıyla bir an irkildi oturduğu yerde. Dikkatini yeniden önündeki kağıda
verdi. Sayfada krokisi çizilmiş sokağa gitmesi yaklaşık yirmi dakikasını
alacaktı. Yarım saat terk edilmiş evleri araştırsa, geri dönmek için yirmi
dakika daha. Kaba taslak bir buçuk saat
dışarıda kalma düşüncesi çok cazip gelmedi o an. Güneşin batmasına ne kadar
kaldığını bilmiyordu ama bir saatten az olmalıydı. Vakit kaybetmenin alemi
yok diye düşünüp yatağının yanındaki
sandalyenin üzerinde duran pantalonu ve paltosunu giyip, kağıt parçasını
katlayıp cebine koyup kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıktığında rüzgarı
sakallarının arasında hissetti. Düşündüğü kadar soğuk değildi hava. Bu bile iyi
bir işaret olabilirdi. Kaldırımlardaki taşların arasından, isyankarlıkla
büyüyen yemyeşil otlar, griliği örtmeye başlamıştı. Ayağını bastığı zemin
yumuşak ve kaygandı. Sokağın sonuna geldiğinde cebindeki kağıdı açıp hangi yöne
gittiğinden emin olmak bir kez daha baktı. Sonra başını kaldırıp sağ ve sol
tarafa uzanan sokaklardaki terk edilmiş binaları inceledi bir süre. Bir
gariplik var mı diye kontrol ediyordu. Gariplik: Yağmur ve kar sularının,
asfalttan kalkıp cama yapışan tozları, çamur haline getirip, iyice
kirletmesiyle artık güneş ışığını yansıtamaz hale getirmesi normaldi. Akşamın
son ışıklarının camlardan yansıyıp yansımadığına, diğerlerinden daha parlak
olup olmadığını inceledi. Yıllardır
temizlenmeyen pencereler, ağır bir hüzünle kasvete bürünmüş gibi , sanki
içlerindeki dışarıdan görünmesin, ne çektikleri bilinmesin diye kapatmışlardı
gözlerini. Hala kapalıydı gözler. Emin
olduktan sonra gitmesi gereken yola dönüp yürümeye devam etti.
Bir caminin önünden geçerken, kapısının aralık olduğunu fark
etti. Cebindeki kağıdı çıkarıp, o caminin olduğu yeri buldu. Üzeri
işaretlenmişti. Yani daha önce girmişti o camiye. Ne zamandı anımsamıyordu.
Belki namaz kılmak içindi. Artık ne dinlerin, ne de din çatışmalarının bir
önemi yoktu. Çünkü insan kalmamıştı. Din adına cinayet işleyenleri anımsadı.
İnsanları öldürerek din yoluna çevirmeye çalışmaktan mantıksız ne olabilirdi?
Ve işte herkes öldü. Din de öldü… Hiçbir zaman inançlı biri olmamıştı, ama
bazen, yani genelde en zor anlarında sığındığı bir tanrısı vardı. O’da mı
ölmüştü?
Adımlarını hızlandırdı. Kaldırımdan inip yolun ortasından
yürümeye başladı. Yağmur ve kar sularının zamanla bazı yerlerini çökerttiği
asfaltın büyük kısmı hala düzdü ve yürümesi daha kolaydı. Yol boyunca elinde
kağıdı tutup, kontrol etmediği bir bina kalmış mı diye ara ara kontrol
ediyordu. Biraz ileriden havlayan köpeklerin sesini duyunda duraksadı.
Hayvanların zamanıydı bu. Yiyecek bulmak onlar için daha kolay olmuştu zamanla.
Sayıları her geçen gün artmış ve daha yabani hale gelmişlerdi. İnsanlardan
korkmuyorlardı çünkü yıllardır insan görmüyorlardı. Daha önceki karşılaşmaları
onun için pek hoş olmamıştı. Bu yüzden ne zaman yolunun üzerinde köpekleri
görse ani hareketler yapmadan hemen başka bir yol buluyordu kendine. Fazla zamanı kalmamıştı. Havlama sesleri
gittikçe ona doğru geliyordu. Başını sağ tarafına çevirdiği zaman, bir zamanlar
çocukların gülüp eğlendiği bir park gördü. Parkın içinde iyice boy atmış
ağaçlar vardı. Köpekler yanından geçip gidinceye kadar bir tanesinin üzerine çıkıp
bekleyebilirdi. Ama kokusunu alırlarsa gitmeyeceklerdi biliyordu. Besin
zincirinin en üstündeki yerini kaybetmişti insan. Birkaç köpek için ziyafetten
ibaretti artık. Parka yönelip diğerlerine göre nispeten daha kısa bir ağacın
yanına gitti. Ağaca tırmanıp, yeni olgunlaşmaya başlamış dallarından birini tüm
gücüyle kendine doğru çekip kopardı. Tırmandığı şekilde aşağıya inmek yerine,
kendini boşluğa bıraktı. Ayak tabanları olanca şiddetiyle yere çarpınca dizinin
arka tarafında bir ağrı hissetti.
Ağrıyla birlikte ne kadar uzun zamandır çok fazla hareket etmediğini
anımsayıp kendine kızdı. Bir süre ağrının geçmesin bekleyerek diğer ayağının
üzerinde durup bekledi. Ağrı tam olarak
geçmemişti ama havlamalar çok yakındı. Onun bulunduğu sokağın sonundan geliyordu.
Parktan dışarı çıkmayıp ağacın altında beklemeye devam etti. Dört tane kalın
tüyleri iyice uzamış, iri köpek parkın giriş kapısının önünden koşarak geçip
gitti. Gittiklerinden emin olmak için bir süre daha bekledi. Elinde tuttuğu
ağaç parçasına daha sıkı sarılarak.
Onu fark etmemişlerdi. Belki de fark etmişlerdi ama nesli
tükenmesin diye koruma altına almışlardı. Bir zamanlar insanların, bazı hayvan
türlerini koruma altına alması gibi. Düşüncesizce onca hayvanı öldürdükten
sonra kalan son birkaç taneyi koruma altına almak, hayatla dalga geçmek
gibiydi. Bir de bu yaptıklarını sanki çok değerli bir işmiş gibi reklam
etmeleri her zaman midesini bulandırmıştı. Önce öldür, sonra koruma altına al!
Belki de Tanrı da tam olarak bunu yapmıştı. Bütün insanları öldürüp kalan son
insanı koruma altına almıştı…
Köpeklerin gittiğinden emin olduğunda yürümeye başladı.
Dizinin arkasındaki ağrı her adım attığında hala orada olduğunu söylüyordu ona.
Geri dönmeli miyim diye aklından geçirdi o an. Belki ertesi gün daha erken bir
saatte, bu ağrı olmadan çıkmalıydı dışarıya.Parktan dışarı çıkınca köpeklerin
dönüş yolu üzerinde, sokağın başında toplandığını görünce bu fikrinden
uzaklaştı. Diğer tarafa doğru yürümeye
devam etti. Kağıda çizdiği krokide, daha önce geldiği ama kontrol etmediği
binaların olduğu yere geldi. Bir binanın altında, genelde kurutulmuş sebzeler
ve baharatlar satan bir dükkan gördü.
Dükkanın dış cephesi parmaklıklı demirle kapatılmıştı. Bir
süre inceleyip içeriye girmenin yolunu aradı. Camı kırabilirdi ama demir
parmaklıkların arasından geçemezdi. Vitrinde sergilenen yiyeceklere baktı.
Belki bir kolunu uzatıp erişebilme mesafesindeyseler, camı kırınca biraz
yiyecek alabilirdi. Camdan içeriye dikkatlice bakınca vitrinin hemen arkasında
sadece resimler gördü. Demir parmaklıkların alt kısmında kalın bir kilit
vardı. Bir süre onu inceledi. Belki
demir testeresiyle kesip açabilirdi. Demir testeresini nereden bulacaktı?
Cebindeki kağıdı çıkarıp inceledi. Yakınlarda bir nalbur olabilirdi ama öyle
bir not düşmemişti krokinin hiçbir yerine. Eve dönüp diğer kağıtları incelemek
aklına geldi. Mutlaka birinde nalburu işaretlemişti. O an kağıt yığınındaki
sayfaların karışmasının nedeni şimşek gibi aklında çaktı. Birkaç gün önce belki
de yine böyle bir yer aramak için kağıtları alıp incelemiş sonra dikkatsizce
geri koymuştu. Evden çıkmadan önce hissettiği, evden çıkabilmek için bastırdığı
şüpheler ve düşüncelerden ancak o an sıyrılmıştı. Tüm yol boyunca ürkekçe
etrafını incelemesine neden olan da buydu. Evet, gerçekten kendinden başka
kimse yoktu. Olsaydı bile neden onun evine girip sadece o sayfaların sırasını
karıştırsınlardı ki? Gülümsemesine engel olamadı. Bunca yıl yalnız yaşamak insanı paranoyak
yapıyordu. Bunun farkındaydı ama yine de
aklının onu terk etmeyeceğine güveniyordu. Yedi yıl önce o büyük felakete tanık
olup, tek hayatta kalan olduğunu fark ettiğinde nasıl onu yarı yolda
bırakmadıysa, bundan sonra hiç bırakmazdı…
Şimdi eve geri dönmeli, yarın demir testeresiyle geri
gelmeliydi. Eğildiği yerden doğrulunca, dizinin arkasındaki ağrı şiddetlendi.
İstemsizce elini dizinin arkasına götürüp ağrıyan yere dokundu. Sanki
dokunuşunun iyileştirici etkisi varmış gibi. İyileştirmedi. Arkasını dönüp
dükkandan uzaklaşırken gözüne bir ışık yansıması çarptı. Önce hayal gördüğünü
sandı. Aslında korktu. Görmezden gelmeye çalıştı. Başını öne eğip, adımlarını
hızlandırdı. Dizinin arkasındaki ağrı onu zorluyordu ama duramazdı. Biraz daha
hızlandı. Yolun sonunda huysuzca hareket eden köpekleri gördü ama duramazdı.
Neredeyse koşar adımlarla oradan kaçması gerektiğini hissediyordu. Köpekler
kendilerine doğru hızlı adımlarla gören bu adamı görünce bir an duraksayıp
kulaklarını diktiler. Adam durmuyor onlara yaklaşıyordu. Şaşırdılar, bir köpek
ne kadar şaşırırsa o kadar şaşırdılar. İki tanesi sağ tarafa iki tanesi sol
tarafa yönelip sanki yol açtılar adama. Adam onları görmüyor gibiydi.
Aralarından geçip gitti. Köpekler bir
süre adamın arkasından bakıp uzaklaştılar oradan. Adam nefes nefese kalmıştı.
Üzerindeki paltonun içinde terlediğini hissediyordu. Sıcaklık boğazından yüzüne
doğru yayılıyordu. Bir iki adım daha attıktan sonra bedeni durmak için zorladı.
Kalbi deli gibi atıyordu. Ellerini dizlerini üzerine koyup öne doğru eğildi.
Ayakta zor duruyordu. Az önce gördüğü yansımanın gerçek olmadığını biliyordu.
Neden kaçıyordu o zaman? Derin derin nefes alarak doğruldu. Nereye kaçacaktı?
Ertesi gün yeniden gelmek zorundaydı buraya. Yavaşça arkasını dönüp, ışık
yansımasının gelmesi muhtemel yerlere bakmaya başladı. Bir şey göremiyordu. Yeniden
dükkanın olduğu yere doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla. Her adımda biraz
daha dikkatli bakıyordu yolun iki tarafında dizilmiş, terk edilmiş binalara.
Hava kararıyordu. Bir yansıma vardıysa bile bir süre sonra kaybolacaktı.
Dükkanın önüne geldiğinde, daha önce yaptığı gibi kilidin üzerine eğilip, aynı
hareketleri tekrar etmeye çalışarak doğruldu ve arkasını döndü. Evet… Aynı
yansıma gözüne çarptığı anda dona kaldı. Biraz ileride çaprazda duran binanın
en üst katındaki pencerenin camından yansıyordu ışık. Diğer pencereleri
inceledi. Hepsi koyu gri, kirli ve şeffaflığını yitirmişlerdi. Sadece o pencere
sanki yeni temizlenmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu akşamın son aydınlığında.
Cebindeki kağıdı çıkarıp bu pencereyle ilgili bir not alıp almadığını kontrol
etti. Hayır, bu bina daha önce girilmeyen binalardan biriydi. Elinde sıkı
sıkıya tuttuğu ağaç parçasını hatırladı o an. Keşke bir silahım olsaydı diye
aklından geçirdi. Kendini koruma içgüdüsünün ağır basmasıyla birlikte,
sorularda beynine üşüştü. Arı kovanı gibiydi kafasının içi. Başka bir insanla
karşılaşma olasılığı aklına ilk geldiği anda neden korunma gereği hissediyordu?
Bu kadar mı uzaklaşmıştı insan olmaktan?