30 Eylül 2016 Cuma

Yedi yıl sonra



Sessizlik, bu kadar huzur dolu olmasaydı, belki hayat bu kadar yaşanılır olmazdı diye aklından geçirdi, diğer tarafına döndüğünde yatağında. Ne bir araba motoru sesi ne de seyyar satıcıların akortsuz çığlığı. Tüm gün uyuyabilirdi. Uyanıp sokağa çıkınca dünden farklı ne olacaktı ki? Yatağın şefkatli kolları arasına bıraktı kendini iyice. Camları kırık penceresine çektiği naylondan sızan güneş ışığının sıcaklığını hissedince üzerinde, yorganını biraz daha aşağıya indirdi. Uyuya bilirdi ama çoktan bilinci yerine gelmiş, aklında onlarca düşüncenin ateşini yakmıştı bile. Biraz daha uyuması gerekiyordu. Eskiden seviştiği kadınları anımsamaya çalıştı, sevişme ihtimali olan kadınları… Kalp atışları hızlanıp bedeninin alt kısmına kan pompalamaya başlamasıyla rahatladığını hisseti. Bir ironiydi bu. Heyecanlanırken uykuya dalmak…  Ama daha iyi bir fikir gelmiyordu aklına o an… Birazdan uykuya daldı.

Yeniden uyandığında saatin kaç olduğundan emin değildi.  Ayağa kalkmak için zorladı kendini.  İliklerine işlemiş bir ağrı hissetti o an. Doktora gidip film çektirmesi gerektiğini düşündüyse de ne doktor vardı artık, ne de randevu almak için arayacağı telefon numarası.  Ağrıların şiddetine rağmen zorlukla doğruldu yatağın üzerinde. Çıplak ayakları üşümüştü. El yordamıyla uyumadan önce yere attığı çorapları bulup ayağına geçirdi. Odaya sızan gün ışığı solmaya başlamıştı. Akşam oluyordu.  Kalkıp karnını doyurması gerekiyordu.  Bir gün daha yaşamak için geçerli mazeretler aradı kendi kendine. Belki biri vardı sokakta, belki bir ses, belki bir gölge, aydınlıklardan saklanan. Belki… Bedenin zorlayarak çıktı yataktan. Odanın içinde bir süre önce sönmüş olan odun sobasının sıcaklığı vardı. Çok sıcak değildi belki ama o an üşümüyordu. Kalkıp sobanın küllerini temizleyip yeniden yakmak için doldurması gerekiyordu . Gece titreyerek uyumamak için mecburdu bunu yapmaya, bu iyi bir mazeretti. Ayaklarını  parke döşeli zemine bastı. Terliğini parmak uçlarında hissedince ayağına geçirdi. Diğer tekini aradı bir süre bulamayınca yere doğru eğilmek zorunda kaldı. Yatağın alt tarafına doğru diğer tekini de görünce çıplak ayağını uzatıp onu da giydi. Ayağa kalktı. Odun sobasının yanına gidecekken naylonla kaplanmış penceresinden dışarıya bakmayı aklından geçirince bir an duraksadı. Neden bakacaktı ki ? Üşüdüğünü hissedince sobanın yanına gitmek daha mantıklı geldi. Alt kapağını açınca sobanın dibine çökmüş olan küller dışarıya doğru boşalıverdi. Sağ tarafındaki metal kolu birkaç kez ileri geri oynatınca sobanın içi tamamen boşalmış, yeniden doldurulup yakılmaya hazır hale gelmişti. Alt kapağı kapatıp, sobanın yanında duran kovadaki ince kesilmiş odun parcalarını özenli bir şekilde alt tarafa yerleştirdi. Sonra daha kalın olanları onların üzerine koydu. Yarısına kadar doldurunca, alt taraftaki kapağı açıp ince parcaları tutuşturmak için çakmağını çakıp alev almasını bekledi bir süre.  Parçalar tutuşmaya başlayınca hafifçe üfleyip üzerine ateşin canlanmasını sağladı. Bir dakika sonra alevlerin sesi yükselmişti. Sobanın üzerinde duran çaydanlığı kontrol etti. Yeterince su vardı içinde. Alt kapağı kapatıp mutfağa doğru yürümeye başladı.

Uzun zamandır elektrik olmadığı için sadece bozulma sürecini yavaşlatır umuduyla koyduğu yiyecekleri sakladığı dolabın kapağını açtı. Telkin insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyordu ama yiyeceklerin bozulma süresini uzatmıyordu. Çok uzun zaman önce anlamıştı bunu ama hala yapmaktan kendini alıkoyamıyordu. Bir tabağın içinde duran peyniri burnuna yaklaştırıp koklayınca, aldığı kötü koku yüzünden suratını buruşturdu. Tabağı mutfak tezgahını n üzerine koyup, Henüz açılmamış olan kutudaki peyniri dışarı çıkardı. Onunda bozulup bozulmadığından emin değildi. Buzluk bölmesini  açıp naylon poşet içindeki ekmeğide dışarı çıkardı.
Genelde uykudan uyandığı zaman peynir ekmekle karnını doyururken gece uyumadan önce son öğününde elinde kalan son konservelerden birini açıp, sobanın üzerinde ısıtıp yiyordu. Kabaca bir hesapla bir haftalık yiyeceği kalmıştı elinde ve yeniden sokağa çıkıp yiyecek araması gerektiğini biliyordu.  Kutusunu yeni açtığı peynirin kokusu da pek hoşuna gitmemişti ama yenilebilir durumdaydı. Daha önce çok daha kötü kokanları yemiş, bir süre karın ağrısı çekmiş ama başka bir yan etkisini görmemişti.  Ekmek ve peyniri alıp odanın köşesinde duran masaya geçti. Masanın bir köşesinde duran kağıt yığınının en üstünde duran sayfayı önüne çekip incelemeye başladı yemeğini yerken. Resim çizmekten hiç anlamazdı ama yakın çevredeki sokakları, sokaklardaki binaların yerlerini bu kağıtlara çizmeye çok uzun zaman önce başlamıştı. Böylece dışarı çıkmak zorunda kaldığında nereye gideceğini, gittiğinde hangi evlere gireceğini ya da girmeyeceğini biliyordu. Kurumuş ekmekten bir parça koparıp ağzına attı. Hemen ardından biraz peynir. Masanın ortasında duran cam sürahiden bir bardak su doldurup, bir yudum içti. Başka türlü çiğnenecek hali yoktu ne ekmeğin ne de peynirin.  Önündeki sayfayı incelerken, sayfanın üst kısmına yazdığı sayıya dikkat etti.  ‘352’ Bir an aklının karıştığını hissetti. Uzanıp kağıt yığınında en üstte duran sayfalardan bir kaçını alıp diğer sayıları kontrol etti. ‘351, 350, 349,353…’ Hissettiği tuhaf duyguyu açıklamaya çalıştı. Genelde sayfa sayıları sırayla olurdu. En üstte en son gezdiği sokağın krokisi.  O an içindeki şüphenin, toprağı yarıp kendini yukarıya atan, filizlenen bir bitki gibi büyüdüğünü hissetti. Aslında ne bitkiler o kadar hızlı büyürdü, ne de o şüphe… Sadece yıllardır içinde tuttuğu, çoğu zaman bastırdığı her düşünce olasılık bir anda beynine hücum etmişti. Bir yudum daha su içip, bu şüpheleri yutkundu. İştahı kaçmıştı.

En son ne zaman bu sayfalara göz attığını hatırlamaya çalıştı. İki gün? Üç gün? Çok gerekmedikçe sokağa çıkmıyordu çünkü uyumak, rüyalar görmek ona yaşadığını hissettiriyordu. Yedi yıldır yaşadıkları, çaresizliği, yalnızlığı, korkuları ancak uyuduğu zaman rahat bırakıyordu yakasını. Dünyanın kendisini kapatması gibi kapatmıştı kendini.  Sayfaları yeniden kontrol edip  353 numaralı olanı önüne çekip diğerlerini sırasına uygun şekilde kağıt yığınının üzerine geri bıraktı. Uzun zamandır yaptığı gibi, sadece yaşamasına yetecek kadar çaba harcaması ve zamanının bitmesini beklemesi gerekiyordu. Yine öyle yaparak, şüphelerden ve komplo teorisi yüklü düşüncelerden uzaklaştırdı kendini. Bir parça daha ekmek ve peynir atarak ağzına, bardakta kalan suyu bir dikişti bitirdi. Alevlerin odun parçalarını sararken çıkarmaya başladığı sesi duydu. Ve sıcaklık yayılıyordu odanın içinde. Şimdi biraz daha uzanıp uyuyabilirdi. Tüm kaslarının gevşemeye başladığını hissetti. Tek yapması gereken bu rahatlığa teslim olmaktı.

Dışarıda esen rüzgarın, pencereye gerilmiş olan muşambaya çarpmasıyla bir an irkildi oturduğu yerde. Dikkatini yeniden önündeki kağıda verdi. Sayfada krokisi çizilmiş sokağa gitmesi yaklaşık yirmi dakikasını alacaktı. Yarım saat terk edilmiş evleri araştırsa, geri dönmek için yirmi dakika daha.  Kaba taslak bir buçuk saat dışarıda kalma düşüncesi çok cazip gelmedi o an. Güneşin batmasına ne kadar kaldığını bilmiyordu ama bir saatten az olmalıydı. Vakit kaybetmenin alemi yok  diye düşünüp yatağının yanındaki sandalyenin üzerinde duran pantalonu ve paltosunu giyip, kağıt parçasını katlayıp cebine koyup kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıktığında rüzgarı sakallarının arasında hissetti. Düşündüğü kadar soğuk değildi hava. Bu bile iyi bir işaret olabilirdi. Kaldırımlardaki taşların arasından, isyankarlıkla büyüyen yemyeşil otlar, griliği örtmeye başlamıştı. Ayağını bastığı zemin yumuşak ve kaygandı. Sokağın sonuna geldiğinde cebindeki kağıdı açıp hangi yöne gittiğinden emin olmak bir kez daha baktı. Sonra başını kaldırıp sağ ve sol tarafa uzanan sokaklardaki terk edilmiş binaları inceledi bir süre. Bir gariplik var mı diye kontrol ediyordu. Gariplik: Yağmur ve kar sularının, asfalttan kalkıp cama yapışan tozları, çamur haline getirip, iyice kirletmesiyle artık güneş ışığını yansıtamaz hale getirmesi normaldi. Akşamın son ışıklarının camlardan yansıyıp yansımadığına, diğerlerinden daha parlak olup olmadığını inceledi.  Yıllardır temizlenmeyen pencereler, ağır bir hüzünle kasvete bürünmüş gibi , sanki içlerindeki dışarıdan görünmesin, ne çektikleri bilinmesin diye kapatmışlardı gözlerini.  Hala kapalıydı gözler. Emin olduktan sonra gitmesi gereken yola dönüp yürümeye devam etti.

Bir caminin önünden geçerken, kapısının aralık olduğunu fark etti. Cebindeki kağıdı çıkarıp, o caminin olduğu yeri buldu. Üzeri işaretlenmişti. Yani daha önce girmişti o camiye. Ne zamandı anımsamıyordu. Belki namaz kılmak içindi. Artık ne dinlerin, ne de din çatışmalarının bir önemi yoktu. Çünkü insan kalmamıştı. Din adına cinayet işleyenleri anımsadı. İnsanları öldürerek din yoluna çevirmeye çalışmaktan mantıksız ne olabilirdi? Ve işte herkes öldü. Din de öldü… Hiçbir zaman inançlı biri olmamıştı, ama bazen, yani genelde en zor anlarında sığındığı bir tanrısı vardı. O’da mı ölmüştü?

Adımlarını hızlandırdı. Kaldırımdan inip yolun ortasından yürümeye başladı. Yağmur ve kar sularının zamanla bazı yerlerini çökerttiği asfaltın büyük kısmı hala düzdü ve yürümesi daha kolaydı. Yol boyunca elinde kağıdı tutup, kontrol etmediği bir bina kalmış mı diye ara ara kontrol ediyordu. Biraz ileriden havlayan köpeklerin sesini duyunda duraksadı. Hayvanların zamanıydı bu. Yiyecek bulmak onlar için daha kolay olmuştu zamanla. Sayıları her geçen gün artmış ve daha yabani hale gelmişlerdi. İnsanlardan korkmuyorlardı çünkü yıllardır insan görmüyorlardı. Daha önceki karşılaşmaları onun için pek hoş olmamıştı. Bu yüzden ne zaman yolunun üzerinde köpekleri görse ani hareketler yapmadan hemen başka bir yol buluyordu kendine.  Fazla zamanı kalmamıştı. Havlama sesleri gittikçe ona doğru geliyordu. Başını sağ tarafına çevirdiği zaman, bir zamanlar çocukların gülüp eğlendiği bir park gördü. Parkın içinde iyice boy atmış ağaçlar vardı. Köpekler yanından geçip gidinceye kadar bir tanesinin üzerine çıkıp bekleyebilirdi. Ama kokusunu alırlarsa gitmeyeceklerdi biliyordu. Besin zincirinin en üstündeki yerini kaybetmişti insan. Birkaç köpek için ziyafetten ibaretti artık. Parka yönelip diğerlerine göre nispeten daha kısa bir ağacın yanına gitti. Ağaca tırmanıp, yeni olgunlaşmaya başlamış dallarından birini tüm gücüyle kendine doğru çekip kopardı. Tırmandığı şekilde aşağıya inmek yerine, kendini boşluğa bıraktı. Ayak tabanları olanca şiddetiyle yere çarpınca dizinin arka tarafında bir ağrı hissetti.  Ağrıyla birlikte ne kadar uzun zamandır çok fazla hareket etmediğini anımsayıp kendine kızdı. Bir süre ağrının geçmesin bekleyerek diğer ayağının üzerinde durup bekledi.  Ağrı tam olarak geçmemişti ama havlamalar çok yakındı. Onun bulunduğu sokağın sonundan geliyordu. Parktan dışarı çıkmayıp ağacın altında beklemeye devam etti. Dört tane kalın tüyleri iyice uzamış, iri köpek parkın giriş kapısının önünden koşarak geçip gitti. Gittiklerinden emin olmak için bir süre daha bekledi. Elinde tuttuğu ağaç parçasına daha sıkı sarılarak.

Onu fark etmemişlerdi. Belki de fark etmişlerdi ama nesli tükenmesin diye koruma altına almışlardı. Bir zamanlar insanların, bazı hayvan türlerini koruma altına alması gibi. Düşüncesizce onca hayvanı öldürdükten sonra kalan son birkaç taneyi koruma altına almak, hayatla dalga geçmek gibiydi. Bir de bu yaptıklarını sanki çok değerli bir işmiş gibi reklam etmeleri her zaman midesini bulandırmıştı. Önce öldür, sonra koruma altına al! Belki de Tanrı da tam olarak bunu yapmıştı. Bütün insanları öldürüp kalan son insanı koruma altına almıştı…

Köpeklerin gittiğinden emin olduğunda yürümeye başladı. Dizinin arkasındaki ağrı her adım attığında hala orada olduğunu söylüyordu ona. Geri dönmeli miyim diye aklından geçirdi o an. Belki ertesi gün daha erken bir saatte, bu ağrı olmadan çıkmalıydı dışarıya.Parktan dışarı çıkınca köpeklerin dönüş yolu üzerinde, sokağın başında toplandığını görünce bu fikrinden uzaklaştı.  Diğer tarafa doğru yürümeye devam etti. Kağıda çizdiği krokide, daha önce geldiği ama kontrol etmediği binaların olduğu yere geldi. Bir binanın altında, genelde kurutulmuş sebzeler ve baharatlar satan bir dükkan gördü. 

Dükkanın dış cephesi parmaklıklı demirle kapatılmıştı. Bir süre inceleyip içeriye girmenin yolunu aradı. Camı kırabilirdi ama demir parmaklıkların arasından geçemezdi. Vitrinde sergilenen yiyeceklere baktı. Belki bir kolunu uzatıp erişebilme mesafesindeyseler, camı kırınca biraz yiyecek alabilirdi. Camdan içeriye dikkatlice bakınca vitrinin hemen arkasında sadece resimler gördü. Demir parmaklıkların alt kısmında kalın bir kilit vardı.  Bir süre onu inceledi. Belki demir testeresiyle kesip açabilirdi. Demir testeresini nereden bulacaktı? Cebindeki kağıdı çıkarıp inceledi. Yakınlarda bir nalbur olabilirdi ama öyle bir not düşmemişti krokinin hiçbir yerine. Eve dönüp diğer kağıtları incelemek aklına geldi. Mutlaka birinde nalburu işaretlemişti. O an kağıt yığınındaki sayfaların karışmasının nedeni şimşek gibi aklında çaktı. Birkaç gün önce belki de yine böyle bir yer aramak için kağıtları alıp incelemiş sonra dikkatsizce geri koymuştu. Evden çıkmadan önce hissettiği, evden çıkabilmek için bastırdığı şüpheler ve düşüncelerden ancak o an sıyrılmıştı. Tüm yol boyunca ürkekçe etrafını incelemesine neden olan da buydu. Evet, gerçekten kendinden başka kimse yoktu. Olsaydı bile neden onun evine girip sadece o sayfaların sırasını karıştırsınlardı ki? Gülümsemesine engel olamadı.  Bunca yıl yalnız yaşamak insanı paranoyak yapıyordu.  Bunun farkındaydı ama yine de aklının onu terk etmeyeceğine güveniyordu. Yedi yıl önce o büyük felakete tanık olup, tek hayatta kalan olduğunu fark ettiğinde nasıl onu yarı yolda bırakmadıysa, bundan sonra hiç bırakmazdı…
Şimdi eve geri dönmeli, yarın demir testeresiyle geri gelmeliydi. Eğildiği yerden doğrulunca, dizinin arkasındaki ağrı şiddetlendi. İstemsizce elini dizinin arkasına götürüp ağrıyan yere dokundu. Sanki dokunuşunun iyileştirici etkisi varmış gibi. İyileştirmedi. Arkasını dönüp dükkandan uzaklaşırken gözüne bir ışık yansıması çarptı. Önce hayal gördüğünü sandı. Aslında korktu. Görmezden gelmeye çalıştı. Başını öne eğip, adımlarını hızlandırdı. Dizinin arkasındaki ağrı onu zorluyordu ama duramazdı. Biraz daha hızlandı. Yolun sonunda huysuzca hareket eden köpekleri gördü ama duramazdı. Neredeyse koşar adımlarla oradan kaçması gerektiğini hissediyordu. Köpekler kendilerine doğru hızlı adımlarla gören bu adamı görünce bir an duraksayıp kulaklarını diktiler. Adam durmuyor onlara yaklaşıyordu. Şaşırdılar, bir köpek ne kadar şaşırırsa o kadar şaşırdılar. İki tanesi sağ tarafa iki tanesi sol tarafa yönelip sanki yol açtılar adama. Adam onları görmüyor gibiydi. Aralarından geçip gitti.  Köpekler bir süre adamın arkasından bakıp uzaklaştılar oradan. Adam nefes nefese kalmıştı. Üzerindeki paltonun içinde terlediğini hissediyordu. Sıcaklık boğazından yüzüne doğru yayılıyordu. Bir iki adım daha attıktan sonra bedeni durmak için zorladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Ellerini dizlerini üzerine koyup öne doğru eğildi. Ayakta zor duruyordu. Az önce gördüğü yansımanın gerçek olmadığını biliyordu. Neden kaçıyordu o zaman? Derin derin nefes alarak doğruldu. Nereye kaçacaktı? Ertesi gün yeniden gelmek zorundaydı buraya. Yavaşça arkasını dönüp, ışık yansımasının gelmesi muhtemel yerlere bakmaya başladı. Bir şey göremiyordu. Yeniden dükkanın olduğu yere doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla. Her adımda biraz daha dikkatli bakıyordu yolun iki tarafında dizilmiş, terk edilmiş binalara. Hava kararıyordu. Bir yansıma vardıysa bile bir süre sonra kaybolacaktı. Dükkanın önüne geldiğinde, daha önce yaptığı gibi kilidin üzerine eğilip, aynı hareketleri tekrar etmeye çalışarak doğruldu ve arkasını döndü. Evet… Aynı yansıma gözüne çarptığı anda dona kaldı. Biraz ileride çaprazda duran binanın en üst katındaki pencerenin camından yansıyordu ışık. Diğer pencereleri inceledi. Hepsi koyu gri, kirli ve şeffaflığını yitirmişlerdi. Sadece o pencere sanki yeni temizlenmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu akşamın son aydınlığında. Cebindeki kağıdı çıkarıp bu pencereyle ilgili bir not alıp almadığını kontrol etti. Hayır, bu bina daha önce girilmeyen binalardan biriydi. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu ağaç parçasını hatırladı o an. Keşke bir silahım olsaydı diye aklından geçirdi. Kendini koruma içgüdüsünün ağır basmasıyla birlikte, sorularda beynine üşüştü. Arı kovanı gibiydi kafasının içi. Başka bir insanla karşılaşma olasılığı aklına ilk geldiği anda neden korunma gereği hissediyordu? Bu kadar mı uzaklaşmıştı insan olmaktan?

adam sanmışım kendimi...

ne çok sevildim...
hala bekler beni
gittiğim yerde
gelecekmişim sanki
gelsem
öpecek
nasıl gittiysem
dokunduğum her yeri
ışıl ışıl yanıyor sanki
nasıl utanmaz
nasıl arsızıyım sevginin
ne çok sevilsem de
doymuyor
avutuyorum
ne büyük adam oldum
çok kadın sevdi
cok kadın
siktir etti!!!

ve duruldu sular
yakamozları kayboldu ışığında
kayboldum
yok oldu
bir kız çocuğunun umutları arasında...
özlenmek böyle bir şey mi?
beklerken uyuya kalmış
kapı gıcırtısına kurulmuş saatleri
soyunup girsem koynuna
ne çok kızmış
ama
yine de
ister beni...

vapur iskelesinde
beklese saatlerce
gelmesem
ne farkeder?
beklemek bile
mutlu ederken
bir stadyum cığlığında
sesim kısılır
ondan esirgediğim
yine de
yatarken boş bırakır sol yanını yatağının
gelirsem gecenin yarısından sonra
sarılayım diye
koynuna girdiğimde...

nasıl kızıyor bana
nasıl özlüyor
gelmiyorum
gelsem
bahar olur
gelmediğimde
üşür ayakları
kimin sırtına yaslar yokluğumda
kim tutar ellerini
oysa nasılda sıraya girmişler
o beni beklerken...

özlemiş beni
nasıl da hosuma gidiyor simdi
özlenmek
beklenmek
yıllardır istediğim
istenmemek
ağzıma sıçmış
şimdi nasıl da hazırmışım
kırmaya
sanki kırıldığım zamanları
unutmuş gibi
nasıl da okşanıyor gururum
sanki
koynuna almış
öpmüş beni...

olamaz mı?

aşkın garip hali
susmuş
söylese kırılır
onarılması yıllar sürer
dokunsa vazgeçer
başka kadınlara kayar aklı
sonrası
sevmek nedir?
kim tutar ellerini?
vazgeçtiğinde
ağlar sonra
dayanamadığın yerden gelir üzerine
alışmak
aşkın yorulduğu yerden sev beni
öyle işte
uyu şimdi
uyanmak
avutuyor mu seni?
sandıklarımın ötesinde
hayal kurdum diye suçlama beni...

aşkın olmaz hali
ha yağdı ha yağacak
öyle gri öyle yorgun yüzüm
ha geçti ha geçecek
sustuklarımla yargılama beni
nereseinden sevsem
sevmediklerim nöbet tutar gibi
mesaisi bitmiş
yine de çıkamamış işinden
öyle öfkeli
hangimiz sınanıyor?
hangimiz çalışmamış?
oysa herkez hazır değil miydi?

aşkın kaçmış belki
tutulmuş bin yılda bir olur ya
ilahi bir yanı yok bunun
sıradan bir adamı sevdin sen
sıradan adamların hayalleri
çoktan sevmeli....
tutulmayı da bilirler oysa
tutunsalardı
sıradan bir sevişmeye
inlerken kollarında
o kadın sevgilisi olurdu belki...

aşkın büyük gelmiş
bir küçük adam sanki
çok özlemiş
dokunmasın diye başka kadına
ceplerinde saklamış ellerini
öyle başı önünde
öyle korkmuş
sonra
güzel bir sevgili
olmaz ya
olmuşta inanmamış
hep bir kırılganlık
hep bir mahcubiyet
öpmek istemiş
ne haddine!
sevilmek tanrıların insafında
ne çok korkmuş
ilk öpüldüğünde...

Bilinç'Ötemden yansımalar-13

üç tarafı denizlerle çevrili bir şehirde yaşayıp, denize kıyısı olmayan tek adam olmakta kolay iş değil... Bir türlü kendine gelemeyenin başka birine gidebilmesi ne kadar imkan dahilinde? Elimizde ki seçenekler her türlü yanlış. Belki soru yanlış olduğu içindir. Doğru soruları kimlere soruyorlar? Onlar da yanlış cevap verince bu kadar bedel ödüyorlar mı merak ediyorum....

bizim gibileri ne yapıyorlar onu da cok merak ediyorum? Böyle kendi halimizde bırakıp, kendi kendimizi imha etmemizi mi bekliyorlar? Mantıklı aslında. En azından bizimle uğraşarak harcayacakları enerjiyi daha faydalı işlerde kullanıyor olabilirler. İki kere ikinin sonucu konusunda şüpheye düşüyor olmamıza bir tek ben mi hayret ediyorum? Nasıl bir alacakaranlık kuşağına denk geldiysek, üç kişiden ikisi yanlışa doğru dese, üçüncü kişi kafayı yemek zorunda kalıyor.

çocuk sahibi olmadığım ve ileride torunlarıma bu günleri anlatmak zorunda kalmayacağım için kendimi şanslı hissediyorum. bahsettiğim delilik değil. Saf aptallık! Eğer tanrı ve cenneti varsa benim gibileri bu çağda yaşadı diye sorgusuz cennetine almalı. Kolay değil çünkü bu kadar sabırlı olup, bu kadar güçlü olup aklını kaçırmamak...

ve kırılıyor yazarın kalemi. Sokaktaki cocuklar evlerine gidiyor oysa daha saat erkendi. Bilmiyorlar çünkü karanlıkta saklambaç oynamanın tadını. Yan bahçede ki meyva ağaçlarına çıkamayacaklar mesela hicbir zaman. Plastik top peşinde akşama kadar sıcak asfalt üzerinde koşturup yorulmayacaklar. Acıktıklarında bir dilim ekmeğin üzerine yağ sürüp vermeyecek anneleri. onların kürtçe konuşan arkadaşları olmayacak. alevi arkadasları olmayacak cunku uzak tutacaklar insanlardan. kin ve nefretle büyürken, kendilerini küçücük odalarına kapatıp, çocukça hayaller kurmak yerine, darbeyi önleme saçmalıklarıyla uğraşacaklar. Dijital dünyaları olacak ve organik beslenmek için babalarının parasına güvenecekler. Çünkü hiçbirinin evinin bahçesi olmayacak...

bizi yöneten dünya liderimize, 'herkese kanacak kadar aptal olma!' diyemediğimiz için, yetmiş milyon insanımıza darbelere karşı direnmeyi öğretiyoruz ve bu kimseye saçma gelmiyor... Oysa insanlarımıza insan gibi yaşamayı, insan gibi davranmayı, insan olmayı öğretmemiz gerekmiyor muydu bizim? İşte tam da bu yüzden bir tanrı ve cenneti varsa eğer, bu saçmalığı görüp bununla yaşamak zorunda olanları sorgusuz cennetine almalı. Kolay değil, bunca aptal arasında aklına sahip çıkabilmek...

28 Eylül 2016 Çarşamba

Bilinç'ötemden Yansımalar-12

bir bavula sığmayacak kadar çoktu anımsadıklarım. Belki de o yüzden artık tatile çıkmak istemiyordum. Havaalanlarına girerken geçmek zorunda olduğunuz kapılardan geçmemek için. Çünkü açıklayamayacaklarımı biriktiriyorum sürekli. Biri bavulu aç dese, ne içindekileri izah edebilirim ne de yeniden doldurabilirim, ilk seferde ki gibi. Sığmaz çünkü. Pandoranın kutusunun açılması bu yüzden yasaklanmış olmalı. Tüm kötülükleri sığdırmışlar içine ve bir defa dağılırsa yeniden sığmayacak. Bu yüzden tanrı da tatile çıkmıyor olabilir benim gibi.

Yaşadığım yeni talihsizlikleri keşfetmeyi bıraktığımdan beri hayatım eğlencesini kaybetti. Ve sanırım tanrı da benimle uğraşmaktan sıkıldı. İsyan etmeyen bir kulun eğlenceli olacağını sanmıyorum. Düşünsenize, başına ne bela gelirse gelsin, ne kadar şanssız olursa olsun hep şükrediyor. Hiç bağırıp çağırmıyor. Hiç farklı yollara yeltenmiyor sadece kendisine yazılanı kabul ediyor. Hatta başına gelenlerin neden geldiğini düşünmüyor bile. Sadece yaşıyorsam haketmişimdir deyip yenisini bekliyor. Ben tanrı olsam en çok bu kullara sinir olurdum. Heyecan yok, macera yok, hep beklenildiği gibi itaat ediyor. Git diyor gidiyorlar, gel diyor geliyorlar. Peki onlara aklı, mantığı ve seçebilme imkanını neden verdi ki? Yeni hep onun istediğini seçecekse zaten bu kulun iradesi olmuyor. Tuhaf. Bunu anlayamıyorum ve sanırım bu yüzden ben tanrı değilim...

sırtını dayama yerleri kahverengi olan bir koltuk gibi sıkıcıyım artık. Eskimiş ve üzerini kaplayan kumaşın yıprandığı yerler rengini kaybedip ağarmaya başlamış. Binlerce defa oturulmuş üzerine. Milyonlarca düşünce tasıyan insanları taşımış bir defa bile şikayet etmemiş. Bazen merak ediyorum. Hayatıma giren eşyalar hiç önemseyip beni üzerime kafa yormuş mudur? Mesela benim için üzülmüş ya da sevinmişler midir? Mesela gecelerce üzerinde uyuduğum yatak, rüyalarımı merak etmiş midir? Peki ya üzerinde bir kadınla sevişirken, o da zevk almış mıdır?  Ben kendimi, sırtını dayama yerleri kahverengi olan bir koltuk gibi hissedebiliyorsam eğer, sanırım onlar da benim gibi hissedebilirler...

akşam üzeri kaldırımda yürürken yanından geçtiğim insanları izliyorum başım önümde. Başım önümde çünkü onları izlediğimi farkedince kötü kötü bakıyorlar bana. Ki bu zamanda insanlara bakmak cinayet sebebi sayılabiliyor ve 'bana tip tip baktı' ceza indiriminden faydalanıp hapse bile girmeyebiliyorlar. Eskiden mantıksızlıklar dizboyuydu güzel ülkemde. Şimdi boğazımıza kadar batmışız ve bunu normal karşılıyoruz. O yüzden mümkün olduğunca sokakta yürürken başımı yerden pardon bakışlarımı yerden kaldırmıyorum. Gündemden uzak kalmaya çalışıyorum. Hayaletli şeytanlı filmler izliyorum ki inanın, çok daha mantıklı yaşadıklarımdan. Bir filmde tanrı görevini bırakıp ortadan kayboldu diyordu adam. Sanırım ben tanrı olsam dünyanın şu anki halini görünce ben de bırakıp giderdim. Hak veriyorum yani kendisine ve destekliyorum.

su samuru olasım geldi birden. Nasıl yasıyorlar, mutlumudurlar üzgünmüdürler hiç bir fikrim yok. Aniden beliriyor böyle tuhaf isteklerim. Sonra bir süre bekliyorum kendiliğinden geçiyor. Geçmeyenleri görmezden geliyorum. Fazla ilgilenmeyince sıkılıp gidiyorlar. Yani her türlü kendime kalıyorum. İnsan kendine kalır mı? İnsan bir matematik işlemi mi işin içinden çıkamayınca kendimize kalıyoruz? hadi kaldık diyelim sonra? Başka kalanlara sarkıyoruz durmadan. Eksik ya da fazla. Her türlü eşitlenmeyen denklemleri yaşıyoruz. Oysa ki her iki tarafı da sıfırla çarparsak geriye birşey kalmayacak. İnatla direniyoruz. Sanki kendine kalınca işe yarayacakmışız gibi...

sonra, sanki şu an yeterince yaşanabilmiş gibi hep bir sonra'yı anlatma çabası. Nasıl sıkıldıysam artık. Hep bir sonra endişesi, hep bir sonra'ya kaçış... Bundan önce çok iyimiş sanki, şimdiden sonra'ya iltica etme çabaları... Ne yaparsan yap, her zaman şimdiyi yaşayacaksın. Ve sonra dediğin sadece kurgudan ibaret. Tanrı bunu bildiği için sıkılıyordur. Kimbilir, bu filmleri kaç defa izlemek zorunda kaldı...


sonra...

birden üstüne geliyor aklımın
uzağında tutmak istediğim ne varsa.
sonra
kaçış başlıyor.
mütemadiyen ertelenen sonlara
yenisi ekleniyor
arkası yarınlar
duvarların ardında
rutubetten boyası dökülmüş
kirli yeşil rengiyle
hastalıklı bir yüz gibi bakıyorlar
aynalarla gözgöze gelmemeye çalışsam da
iliklerime işlemiş yorgunluk
şimdi ne kadar kolay olabilir ki
yeniden ayağa kalkmak
kendimi gömdüğüm
bu karamsarlık
bu sabah olsa geçer'lerden değil
akşam olunca
ardına saklanacak duvar kalmayacak
birer birer hisseden yerlerini törpülüyorum ruhumun
acı geçmez demişti doktor
alışırsın sadece
geçti sanarsın
belki bir süre daha aldatırsın kendini
sonra
yüzleşme başlıyor.
bahanelerin ardına çöküyorsun
hak veriyor insanlar
sanki hak
verilen birşeymiş gibi...
öyleyse bile
sanırım sıranın sonuna geçmeliyim
elimdeki numara
çoktan geçmiş
yeni bir numara alıp
yenilerini eklemeliyim
arkası yarınlara...

artık yaşayabileceğin mutlulukları
kaybettiğini görmek bile
yakmıyor canını...
doktor haklı sanırım.
alışıyor insan
kanındaki alkole
ruhundaki karanlığa
isyan etmek bile
gelmiyor içinden...
sonra
kabullenme başlıyor.
sırasını bekleyen bir ihtiyar gibi
huysuzluktan vazgeçip
söylenmeyi bırakıyorsun
o otobüs geç geliyor
yanından geçen adam omzuyla çarpıyor
ayağın taşa takılıyor
yağmur başlıyor
ıslanıyorsun
üstelik üzerinde ince ceketin
derken
otobüs geliyor
binemiyorsun
yoruluyorsun beklemekten
bitsin diyorsun
yeniden başlıyor
yine de söylenmiyorsun
ayakkabıların su çekiyor
ıslak saçların yüzüne yapışıyor
elindeki bastona yaslanırken
dengeni kaybediyorsun
düşüyorsun
bir araba geçerken
çamurlu suların altında bırakıyor seni
zorlukla dogrulup
oturuyorsun kaldırıma
sonra
bir başka araba
sonra
bir başkası
doğrulmaya çalışıyorsun
başka bir adam
geç kalmış yetişmek için vapura
bir omuz daha atıyor sana
yeniden yerdesin
sonra
bıraktın ya huysuzluğu
söylenmiyorsun
bekliyorsun
sıranın gelmesini...

25 Eylül 2016 Pazar

evden cıkarken unutulmuş gibi...

ben
kendi yolumda savruluyorken
ve seçiyorken olmayacakları
kime bu nefret
vazgecmek
hala tekelimde değil mi?
yok olmayı isterken
tam ortasına düşüyorum
varlığımın
inadına sesim cıkıyor sanki
fısıldarken
inadına
tutuluyorum sana
vazgecmek isterken
başka bir şey bilmiyorum
senin yanında olmak dışında
nasıl da boynumu eğmişim
bir köpek gibi
medet umuyorum
olacaklardan
nasıl da teslimiyetim
geçecek değil mi?
bu kötü günler...
aslı astarı yok karanlıkların
uyusan
geçecek değil mi?
gecenin bilmem kaçı
yazarsan hafifletecek mi?
söylesen dinecek mi?
sığındığın liman
bu fırtınaya
dayanacak değil mi?
yıkıldığın zaman
o gelecek?

nasıl da avutuyorsun kendini
gömdükten sonra içini bir kac kadeh rakıya
bakışların dağılmış
aklın inatla sarılırken ona
uyansan simdi
ya da sabah
yanıda değilsen
zamanın ne önemi var?
teras katında yabancı bir şehrin
sevişsen şimdi
geceye inat
içinde boşaldıgın
hangi kadın?

eksik birşey mi var?
kokusu
teninin tadı
nane kokusu
özlersin ya
uyumuştur şimdi
seslensen
duyar belki
duymasın
bölünmesin uykusu
nasıl olsa
uyumayız artık
bari o
uyku sersemi
endişe etmesin
sabah olunca
hicbirsey olmamış gibi
sevmeye devam etsin beni...

kaçış...

tam ortasında
iki kadının arasında
düşün kırıldığı yerde
uyanırsın ya
yeniden başlamak
hayal kurmaya
kırılmamış gibi
uyanmışsın
yüzün gözün uyku kokar ya
öyle kokuyorsun
yüzüm
boynunda
sarılsam sana
bu yoksunluk
hangi umuda yarar?

sevsen beni
yaralarım
açık kalmış
sözlerim
avuturken seni
bana kalan
kafiyeleri
yoruldum
tut beni
sensiz kaldığım ilk günden beri
uyanası gelmiyor insanın
geçecek diyorlar
geçiyor belki
kırılıyor direnci ruhumun
bu son savaş mı?
dizlerimin üzerinde
yenilsem şimdi
ayıplarlar mı?
ya kaçsam
vazgectim desem
ağlarlar mı?
senin kadar...

21 Eylül 2016 Çarşamba

ıslak...

Kokusundan tanımış. yağmur yağmış az önce, ıslak giysileri üzerinde. Islak giysi nasıl kokarsa bir insan üzerinde, öyle kokuyordu işte. Umursamıyor gibi ıslak olduğunu, rahat ve kendinden emin oturdu, pencerenin yan tarafında duvara dayanmış sandalyeye. Alnına düşen ıslak siyah saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Belki de alnından yanaklarına doğru akan damlalardan sıkılmıştı. Saçlarına dokununca ıslanan parmaklarını pantalonunda kuralamaya çalıştıysa da, bu yaptığı ıslak bir havluya ellerini silmek gibiydi. Sadece bacağının daha fazla ıslanmasına neden oldu. Yine de bozuntuya vermedi.

Yorgun ve sıkılmış gözlerle etrafına bakındı bir süre. Gözleri pencerede takılı kaldı. Sanki dışarıda tanıdık bir silüet arar gibiydi. Belki de O'na baktığımı hissettiği için, gözlerini pencereden dışarıya kaçırmak istemişti. Başarılı bir hareketti o. Belki de onu daha iyi izlemem için farketmemiş gibi yapıyordu. Üzerinde ki ıslak gömleğin tenine yapıştığını görebiliyordum. Esmer teni, beyaz gömleğin altında ve sütyeninin kıvrımları... Bir an gömleğini düzeltecek gibi bir hareket yaptıysa da, belki de rahatsız olmuştu; bakışlarımdan değil de, ıslak gömleğin teninde bıraktığı histen. Bir elinin parmaklarıyla gömleğinin yakasından tutup biraz uzaklaştırdı teninden. Sonra bıraktı. Gömlek sanki hiç dokunulmamış gibi esmer tenin üzerine yapışıp şeffaf bir hal almıştı yeniden. Tüm bu süreç boyunca iri siyah gözleri hala pencereden dışarıda firardaydı. Bir an nefes alıp almadığından emin olamadım. Daha dikkatli baktım göğsüne. Hiç bir hareket yoktu. Sonra siyah iri gözbebeklerine dikkat ettim. Onlar da hareket etmiyordu. Az önce elini hareket ettirmemiş olsaydı, balmumundan yapılmış, gerçeğine çok benzeyen ama ıslak bir heykel olduğuna inandırabilirdim kendimi. Kendimi inandırma becerime her zaman hayran olmuşumdur. Bu konuda da beni yarı yolda bırakacağını sanmıyorum.

Oturduğu sandalyede bacakları kapalı, gözleri pencereden dışarıda, ıslak siyah saçları omuzlarında, ıslak beyaz gömleği teninin üzerinde şeffaf... İnce sayılamayacak kalınlıkta dudakları hafif aralık. İnce ve kalın dudak arasındaki ayrımı tam olarak neye göre yapıyoruz emin değilim. Yani bunun santimetre olarak bir ölçüsü var mı? Yoksa sadece öpünce mi anlaşılıyor? Ve hangi dudak kime göre ince ya da kalın? Üşümüş olmalı. Dudaklarının mat rengi yağmur öncesi denizlerin grisi gibi... Ve sinir bozucu bir umursamazlık var tavrında. Sanki ben o an o odada değilmişim gibi. Varlığımdan haberdar etme isteği içimde büyürken, bu büyülü izleme anından vazgeçmeme dürtüsü arasında tıkanıp kaldım. Hangisi daha baskın gelecek bilmiyorum. Ve ilk hangi saçma davranışla bu ilahi savaşa son vereceğim?

Yapmamalıyım. Durmalıyım. O'nun gibi, varlığımdan habersizmiş duruşunu taklit etmeliyim. Ne kadar? Evet ne kadar onu bu denli özümserken, her kıvrımını incelerken ve tutulurken bu sanat eserine, ne kadar, dokunma içgüdüme karşı koyabilirim? En azından şimdilik durabiliyorum ve içimdeki bu kime ait olduğunu bilmediğim ama benim olmadığından emin olduğum iradeye teslim oluyorum.

Bakışlarını kaçırdığı o pencere hızlanan yağmurla saydamlığını kaybetmeye başladı. Artık bakışlarını kaçıramaz. Burada bu tek eşyası duvara dayalı sandalye olan boş odada benimle birlikte olduğunu kabullenmek zorunda kalacak. Yine de vazgeçmedi. Kafesin kapısından çıkmaya çalışırken son anda yakalanmış bir kanarya gibi çırpındı bakışları. Ama yine de bozuntuya vermeden sadece kapattı kendini. O an dudaklarının arasından verdiği nefesi hissettim. Aynı anda göğüs kafesi küçüldü sanki. Ne zamandır tutuyordu nefesini?

Geriye doğru parmaklarıyla taradığı saçlarının dibinde kalan bir su damlası yanağına damladı. İnce dudaklarına doğru akıyordu ve her anını görebiliyordum. İnce dudak meselesini az önce halletmişiz olarak kabullendim aklımda. Üst dudağına gelince duraksadı damla. O an dilinin ucunun dudaklarının arasından çıkıp o su damlasına dokunacağını hayal ettim/düşündüm/bekledim... Hiç biri olmadı. Damla üst dudağın ucundan alt dudağa bıraktı kendini. O an öpmek istedim. Daha önce de çok defa öpmek istedim O'nu ama o an çok istedim. Daha önce de çok istedim ama o an başka birşeydi. Sanki çok özlemişim aylardır görmüyorum, yeni gelmiş odama, yeni gelmiş yanıma, sanki daha önce hiç öpmemişim gibi ama çok hayal etmişim aynı an da hep fırsat kollamışım ama hep korkmuşum da o an doğru zamanmış gibi... Yani başka bir şey gibiydi o su damlası alt dudağına bıraktığında kendini, kendimi nasıl tuttum bilmiyorum...

Sonra, oturduğu yerden kalkarken bakışlarını boş odanın parke döşeli zeminine sabitledi sanki. Sağ omzundaki saçları önüne düştü. Islak gömleğinin yapıştığı sağ göğsünü örten sütyeninin üzerini kapattı. Islak saçların birbirine bu denli bağlı olması ve birlikte hareket etmesi o an tuhaf geldiyse de, belki de gidiyor olma ihtimalini düşünmek korkusu yüzünden bu ayrıntıya bu kadar takılı kalmıştım. Gidiyor olma düşüncesi... Gerçekten gidiyor muydu? Gitmese neden ayağa kalksın? Yok hayır, tamam yani her ayağa kalkan gider diye bir tabumuz yok ama ayağa kalkan biri neden gözlerini boş bir odanın parke döşeli zeminine gözlerini sabitlesin kalkarken? Bir saniye durdu ayakta ya da bana bir saniye gibi geldi o karşımda dimdik dururken başı önünde. Zaman kavramını yitireli ne kadar oldu emin değilim? Ne zaman yanıma gelmişti? Ne kadar süre orada durdu? Bunun bir ölçü birimi olduğuna inanmıyorum. Ama kalkmıştı işte ve evet ama gidiyordu işte....

Açıldığında onu bana getiren kapı şimdi onu götürmek için açılmıştı sanki. ne tuhaf! İnsanın mutluluk nedenleri, üzülmesini de sağlayabiliyormuş. Oysa görecelilik kuramının şu an ki konumuzla bir ilgisi olmaması gerekiyordu. Başkasına göre yaşadıklarımın ne ifade ettiğinin canı cehenneme! benim canımı yakan başkasına zevk veriyormuş? Alsınlar bir taraflarına soksunlar o zaman bunu! Görecelilik kavramıyla beraber....

Sanki üzerindeki ıslak giysiler umurunda değilmiş gibi rahat bir tavırla yürüyordu. Her adımında kendinden emin, her adımında git... O an farkettim... Geldiğinde gitmişti zaten... Bunu en başından beri biliyordum. Kapıdan girdiği an da, o sandalyeye oturduğu an da, bakışlarını pencereden dışarıya gönderdiği an da, o tek damla yüzünden aşağı süzülürken... Her anında biliyordum. Gitmişti...

Islak beyaz gömlek, sırtının üzerinde şeffaf bir hal almıştı. Sırtının tüm esmer kıvrımlarını görebiliyordum. İnce beline doğru bollaşıyordu gömlek ama yine de o ince beli biliyordum... Islak siyah pantalonu katılaşmış gibi bacaklarını saklıyordu ama bacaklarının kıvrımlarını da biliyordum. Üşüyordu o an, bunu da biliyordum... Bu bildiklerim bir halta yaramıyordu. Sanırım en kötüsü, bunu da biliyordum...

18 Eylül 2016 Pazar

rüşvet...

koşmak isterken
topal kalmış
ayakta durmak isterken
dizlerinin üzerinde
ne çok dualara sığınmış
saklanmış iyiliklerinin ardına
ne çok kötülük
omuzlarında
ne yana dönse
başka bir yüzleşme
ne yana baksa
yüz çevrilmiş
kendi günahlarında boğulurmuş insan
bir çok doğrunun
bir yanlışa kurban edildiği yıllarmış
kimse geçmişi hatırlamamış...

gel zaman gitmemiş...
sonsuz bir şimdiye tutulmuş
uyanmış her sabah
her sabah yeniden
eski bir hesaplaşma başlamış...

büyümüş oysa
ne ayakkabılar olmuş ayağına
eskiden alınan
ne pantalonlara sığmış...
büyümüş
elleri gibi umutlarda
ayakları gibi
yollar da
gelmiş zaman
kimse aldırmamış
büyümedim yalanına...

düşlerinde kalmış
bir sahil kasabası
tuz kokusu
denizin
yüzüne çarpan serinlik
üşümüş
uzağına düşmüş
yakınında tutmak istediklerinin
kime seslense
görmezden gelinmiş
belki de
görünmek
eskisi kadar kolay değilmiş....

dolmuşta taşmış gibi
hayıflanmış bir kadın
nasıl unuttum diye
kendine kızmış
unutulacak adam mıyım ben?
hatıralarımda
mavi ceketinin sol cebinde
yarım bırakılan
yalanmış...

derin bir nefes alıp
yeniden başlamış
aynı hataların üzerinden geçerken
doğru
en güzel yanlışa kurbanmış....

Düş'tüğüm yer...

altmış yaş üzeri mutluluklar programlanmış hayatımızda
mutluluk için yirmi yıl beklemek gerek
bugün yanlızlık apoletlerimizde yıldız misali
direnmek
her gün değer kazanıyor
kader değişmeyecekse
seçimler neresine düşüyor
çaresizliklerimizin?
kimden miras aldık umutsuzluğumuzu
kimlere bulaştırıyoruz şimdi?
inandırıcılığımızı yitirdikçe
daha iyi rol yapmayı öğreniyoruz
oynadığımız bir bar taburesi üzerinde
içtiği her yudumda
biraz daha rahatlıyor
kendimiz mi oluyoruz?
kendimize mi oynuyoruz?
düşlerimiz eksiliyor
sulandırılmış hayallerimiz
çok mu mutluyuz?
çok mu geçti artık yalanına
inanıp huzurla uykuya dalıp
yeni günler uyduruyoruz?
kim olduğumuzu unutup,
dolaptan yeni bir kıyafet seçip giyer gibi
başka bedenlerde
vakit geçirip
her gece
yanlız uyuyoruz...