23 Mayıs 2014 Cuma

yorgun...

anlatamıyorum sana gideceğimi,
kalacağıma inandıramadığım gibi...
şimdi akşam oluyor,
sabahtan beri söylediğim her söz,
aklında bir hüzne karışıyor...

ne hazırsın yokluğuma,
ne de ben yazabiliyorum artık,
sensiz satırları,
hayatına müdahale etmeden durmaya...
gidiyorum!
üzerimde yoksulluğum,
vaktini çoktan doldurmuş bir fani gibi,
bu aşkın bir türlü bilinemeyeni.
üzerimden seni alınca,
aklımdaki boşluk,
yatırıldığım hastanelerin ilaç kokusuna karışıyor,
teninin renkleri...

bir türlü anlatamadım sana gideceğimi,
kalacağıma inandıramadığım gibi.
hala serseri bir mayın gibi denizin üzerinde,
ne çarpacağım belli,
ne de çarpılacağım.
kanımdaki alkol oranı kadar,
ve ayılabilme olasılığım,
sen yazdıklarımı okumadan önce
silebilme şansım...

hala anlamıyorsun değil mi?
gidiyorum hayatından.
kaldığıma inanmadığın gibi...
kollarında açarken gözlerimi,
ve öpüşlerinin sarhoşluğundan ayıltırken bedenimi...
ne kalabalık bir topluluktuk biz,
ne kadar zengin,
seni bana katınca,
bir cumhuriyet oluyorduk,
seni çıkartınca içimden darbeye uğramış
hükümetler gibi,
idama mahküm ediliyordu,
bu cumhuriyetin tüm idarecileri...

anlatamıyordum sana gideceğimi.
kalamadığımı anlatamadığım gibi.
yorgunduk ikimizde.
ben anlatamamaktan sen,
belki de işine gelmemesinden bu ayrılığın.
sırtında gezindiğimiz bıçak kadar keskindi sözlerimiz.
kesildiğimiz yerden kanar,
durdurulamayan kanamaların,
kaybından sorumlu tutulurduk.
ne takviyesi yeterliydi nakillerin,
ne de bundan sonrası için ayakta kalabilirdik.
şimdi giderken sustuğun her saniye,
içimde yaşamaya dair yeşerttiğim çiçeklere bedel.
sustuğun her an,
üstüne atılan toprak gibi,
ismimin kazılamadığı başucuna,
kabrimin....

sustum...

benim küçük sevgilim,
bir koca yılın ardından neler yaptım sana?
neler gördüm, neler söyledim?
hissetiklerim kadar vardın sen hayatımda,
ve sana söylediğim her kelimeyle tuttum kollarından,
tenine yazdığım her kelime kadar dokundum.
susamadım,
sustukça sen başka anlamlar yükledin suskunluğuma,
ben yükleme diyemedim.
ben kaçtıkça, sen içimdeki kaçağa tutuldun.
ben sana yakalandıkça
içimdeki kaçaktan vazgeçemedim.
şimdi bir koca yılın ardından,
ne sana beni unut diyebiliyorum,
ne de sensiz bir hayatı gözüm alıyor...

benim küçük sevgilim,
bizim olabilecek ne çok aday şarkımız var ilk günden beri...
halk oylamasına başvursak,
yada bir jüriye sorsak,
bu aşkın kural tanımazlığı,
her geçen gün senin dayanamadığın,
benim kabullenip içime kapadığım umutsuzluk.
hangimiz daha uzun süre ayakta kalacak bu savaşta?
hangimiz çabuk pes edip diğerine atacak,
ayrılmanın o soğuk sorumluluklarını...

öyle cok ittirdim ki seni benden uzağa,
ne kadar unutmak istedim, sen o kadar aklıma düştün.
ne zaman aklıma düştüysen, seni alıp bir köşeye bırakamadım.
ve sen hep
ve sen hep benim küçük sevgilim oldun,
ne olduğunu bile bilmeden...

öyle razıydınki bu kabullenişe,
bu yıkıma,
bu bir devrin kapanışı,
başka bir devrin açılamayışı,
bu bir ömrün sona ererkenki galasında,
çift kişilik davetiyesi,
bu yanındaki koltuğu belki ben otururum diye,
boş bırakışın,
gözlerimin içine bakışların,
sana yaptıklarıma rağmen,
geceleri sesimi duymadan uyuyamayışların...
bir koca gün beni düşünüp,
bunu bildiğim halde seni aramayışlarım...
ne çok belkiler öldürdüm senin içinde,
ne cok umutlarını kurşuna dizdim.
senin hala, benim üzerime oynayışın.
bu hayat denen kumar masasında...

tuttuğun tarihlerin,
attığım mesajları bile kaydetmelerin,
defalarca bitirip,
bir başka defalara başlamaların,
benim küçük sevgilim...

vazgeçemeyişlerinin sorumlusu olmaktan yorgunum.
ve senden vazgeçemeyecek kadar tutkun.
şimdi ne beni unutmanı isteyebilirim senden,
ne de vazgeçebilirim artık,
yazdığım her kelimeye senin anlamını yüklemekten...

benim küçük sevgilim,
bir koca senenin ardından
sanki yalanmışız gibi.
ilk gün dinlediğimiz şarkının mısraları arasından,
süzülen gözlerimden çaresizliğim.
sana belli etmemek için,
senle konuşurken
belli belirsiz anımsayıp güzel saatleri,
gülümsemelerim.
cevapsız bıraktığım soruların.
belki de bu çaresizlik yüzünden,
en konuşmamı istediğin anlarda,
dudaklarımı ısırıp,
susmalarım.

20 Mayıs 2014 Salı

bir veremlinin anıları...

ölüm için saatini bekleyen bir veremlinin anıları bunlar.
kayda değmedigi için kulaktan kulağa yayılan,
kayda alınmadığı için abartısı yüklü,
gerçekleri hafif meşreb.
öptüğü kadınların sayısı kadar kaybı yıllarının,
öpemediklerinin özlemiyle küfürbaz.
yeni kelimeler bulamadığı için
eski aşkına yazan,
yazdıkça yeni bir ölüme yazılan...
tutanaklardan çıkarılsın son söylediklerim!
son dakikalarım hayatımdan.
son istediğim,
eski ve ucuz bir amerikan filmi gibi yaşadığım hayatımın,
bitmesinin ardından siyah ekranda
akıp giden isimlerinin,
yani hayatıma bir şekilde girip,
kenardan izlemiş olsa bile tüm oyuncuların
alfabetik sırayla geçmesi...
hakkı geçmesin diye değil,
bizzat üzerimde hakları olsun diye,
tüm sevdiklerimin...

son anını yaşayan bir veremlinin kalp ağrısı tüm bunlar.
ne ekleniyor daha çok üstüne acılarımın,
ne de eksiliyor yazınca.
ne unutuluyorum unuttukça,
ne de insanlar görmediği sürece...
içime çektim bütün hayallerimi.
bir türlü sığamayan ayaklarımı
yorganın içine çekmem gibi.
ısınamadığım için değil,
korktuğum için kör karanlıklardan...

algılayamadıklarımın uzağında,
anlatamadıklarımın ağırlığında,
bir tekerrürden ibaret olmak ne kadar umrumda?
yada umrumda olan
ne kadar daha tekerrür edecek hayatımda?
kaç küçük sevgili daha büyütücem satırlarımla,
kaç kadının sevdasına meze olacak ögrendiklerim?
ve ne kadar daha ögrenicem,
bir aşkı bitirdikten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde,
hazırlayabilmek yorgun kalbimi yeni bir aşka,
yalnız uyanılan sabahlarda...

bir veremlinin kabusunu yazıyorum günlerdir.
ayık kalamadığım için,
damarlarım bu kadar ağrıyor.
enjekte etmekten alkol kıvamındaki hayallerimi...
uzadıkça uzuyor söyleyemediklerim.
bir telaş icimde,
bir yetişememek kaygısı.
sanki hayatım boyunca her buluşmaya yetişmişimde,
kendime gelmeden önce
söylemek istiyorum içimdekileri,
bir devlet hastanesinin soğuk morgunda...

saklı...

vazgeçmem eskisi gibi...
utanıp sıkılıyorum,
içimi açtığım her kadından muzdarip,
eski bir dükkan kiralayıp içine yalnızlığımı yerleştiriyorum.
üstüne ekliyorum çaresizliklerimin,
ve bir süredir kelimelerin efendisiymişim gibi,
rahat ve umursamaz
ve ürkek ve ukala
yazıyorum...
aklımın sağlığını kontrol etsin diye başvurduğum,
tüm kahrolası pratisyen hekimlerin,
aklından şüphe ediyorum.
eksi dört derecede buhar oluyor,
ciğerlerimden zorlayarak çıkan nefesler.
bir türlü planlanan saatte randevusuna yetişemeyen,
acemi aşıklar gibiyim.
aslında ne bir randevu planlayabiliyorum artık,
ne de bir saat belirliyor,
yetişebilmek için.
en kolayı acemi aşık olmak,
üstlenebiliyorsun,
tüm kafiyesiz şiirleri...

sezilemiyor bir türlü günahkar düşünceler.
ve tanrı bir kaç kuluna görev veriyor,
dogru yola getirsin diye,
sezemediklerini.
yasaklıyor kafiyeli sözleri,
ve yasaklıyor düşünmeyi,
sanki düşünme yeteneğini kendisi vermemiş gibi...

sızıyor inceden bir kalp ağrısı.
rüşvetlerin hesabı tutulamıyor çokça zamandır,
've sevgilim'li zamanların karşılığını bulamıyor,
banka müfettişleri,
sensiz zamanların telafisi olmadığı gibi...

tanrının çobanı olmak değildi maksadım.
aklıma çoban olmayı koyduğumdan beri,
tuhaf bir boşluk.
içime hangi sevdayı atsam dolmuyor.
içimden seni çıkartsam,
geriye bir şey kalmıyor.
sen dediğim,
az önce boşalan gözlerimdeki yaşların katledeni.
ben dediğim,
seni çıkarınca,
tek başına bir anlam ifade etmeyen,
şahsın birinci tekili...

ne tuhaf,
senden öncede tek başıma olabiliyordum hayatımda.
şimdi seninle birlikte üstlendiğim yalnızlıkların,
öyle ağır ki...
kollarında yığılıp kaldığım sensin!
kendi hayatımın,
gizli öznesi...

14 Mayıs 2014 Çarşamba

benimle kal!

günlerdir briktiriyorum yaşadıklarımı
ne buzlukta saklanıyor,
ne de güneş ışığından uzakta,
rutubetsiz ortamlarda.

benimle kal!
yine benimle ol, yanımda kal derken gecenin yarısı,
ve boşalan gözlerimden yaşlar,
soyleyemediklerim kadar canım yanıyor,
biriktirdiklerim kadar suçluyum,
hatırladıklarım kadar hafifletici nedenlerim var...

kıvrıldığı yerden yırtılıyor sevda şiirleri.
ve yırtıldığı yerde haritanın yönümü kaybediyorum.
ne geleceği değiştirebiliyorum geçmişe bakıp,
ne geçmişimden utanıyor,
şimdiki zamanda açıklayamadıklarım.

benimle kal!
boşalan gözlerimdeki yaşlar.
ben konuşsam alıp başımı gidecektim.
kalmak,
içinden çıkamadığım, bir türlü çözemediğim,
iki bilinmeyenli denklem...
benimle kal!
yine benimle ol.
boşalan gözlerimdeki yaşlar,
ben konuşsam adını verecektim,
içime kapandı,
bildiğim butun kapılar.

benimle kal!

yirmi beş dakikalık bir sevdaydı bizimkisi.
benim nefesim yettiğince,
senin sabrın.
yirmi beş dakikalik bir şiir gibi,
benim kelimelerim, senin bir türlü
varlığımla yetinemeyeşin...
ne çok parantez açma gereği hissettik biz yaşarken,
açıklamalar bulmak yerine.
ne ben sana git diyebiliyordum,
ne sen bana kal...

benimle kal!
yine aklımı başımdan al,
tenimdeki bütün tuzun hesabını sor.
damağımdaki kuruyan nefesin,
nefesim,
ciğerlerime çekemediğim,
sen olmadan,
bir türlü bu hayatı kabul edemeyişim...

benimle kal!
ne toplanabilir anıların bu kadar çabuk,
ne de izleri çıkar yıkayınca tenimden,
ellerinin...
benimle kal!
izin ver hazırlayayım aklımı bu kayba
ve kalbimi,
nefessiz her yeni güne
ve yak yeminlerimi,
benimle kal...

eskisi gibi,
boşalan gözlerimdeki yaşlar,
ben konuşsam,
sevdiğimi söyleyecektim.
aklımda bir türlü anlam yükleyemediğim kaçamak boş bakışlar.
benim için sakladığın öpüşlerin,
başka dudaklara bu kadar mı yabancıydın sen?
kadınım dediğim kız çocuğu,
bu kadar mı bağlandın bana?
sevgilim dediğim,
sevgilim dediğin,
sevgi dediğin,
bu kadar mı bendeydi?
ben sende...
bunca yıldan sonra,
aynı suçun ortağı,
farklı bedenlerde...
bir gece yarısı aşkın kaçamağı.
inkar edip dursan da,
damarlarında akıp duran benim kanım,
benim damarlarımda ki
senin yalanların...

8 Mayıs 2014 Perşembe

kayıp mektuplar-27

durup durup eski sözlerime takılıyorum. yenilerinin hesaplayamadığım etkileri... belki dolar gözlerin,
senden yıllar sonra yazılanların, seninle bağdaştırılacak ne yanı var? platonik bir sevdanın bilinmeyeniydin sen. ne adını verdim kimseye, ne de unuttum. her akşam üstü beklediğim binmeni,
tuhaf 92b otobüslerinin ve inatla saatlerine göre plan yaptığım, i.e.t.t. müdürlüğünün, belki de ne çok hayır duası ettim. seni veriyor diye bana ve alıyor diye beddualarım... ve hala gecenin bir yarısı açtığım sessiz telefonlarım. bilinçli bilinçsiz bir sevdaya alıştırma yapmalarım, test sorularım ve bir türlü doğruluğundan emin olamadığım cevap anahtarlarım...

ne senin gerçekliğini ispatlayacak kadar dersime çalışmıştım ben, ne de yoksun diyerek realist bir hayatın öfkesine kapılmış. seninle birlikte geçirebileceğim halde, bir türlü doğru zamanda, doğru yerde olamıyorumu içime gömüp, salaş gecelerin soğukluğunda, mekanik bir ahizeden gelen sesine bıraktım. bir gün sonra inkar edeceğini bile bile, bir gün öncenin gücüyle ayakta kalıyordum. yüksek ateş ve öksürüklü bir hastalığın aşısı gibiydi, sesinin bedenim üzerindeki etkileri ve ben üc günden uzun süre seninle konuşamazsam, inanmıyordum yeniden ayağa kalkacağıma...

tam 14 yılın ardından, kelimelerim daha iddialı artık ve sözlerim cürretkar. sensiz de yaşayabiliyor olmanın gücü damarlarımda. ne kanım aktı ne de canım yandı, seni çıkarınca içimden. ne geri geldin ağlayınca, ne de seni unuttum, başka bir kadının kollarında. yerine koyamadığım kadar yoksulluğum. hala adının harflerinden oluşan şiirler yazamayacak kadar beceriksizim ve hala içinde senin geçmedigin bir şiir yazabilecek kadar güçlü bir şair...

sensiz bir hayatı tek başıma yaşamaktan daha zordu. geri kalan ömrümü, başka bir kadının kollarında tamamlamaya çalışmak ve utanıp sıkılmadan yalan söylemeye... kızıl saçlı bir kadının avuçları arasına bırakmak,
senin için yazılmış bir şiiri,
bir başkasının gönlüne...

bu gece son...

farkına vardığımdan beri kendime ihanetlerimin,
sıradan bir sevdayla yetinemiyorum.
durmadan başkalarının aşkında gözlerim.
küçük ayrıntıları inceleyip, kendime pay çıkarıp,
gerçekleri benim renklerimle boyuyorum.
ne beni çıkarınca içinden mantıklı kalıyor açıklamalarım,
ne de
ben söyleyene kadar inanıyorlar,
olan bitene...
soyulamayan kabuğu gibi hayatın,
üzerinden silkinip atamadıkların
gün boyu aklının köşesinde durur.
ne unutmayı beceriyorsun,
ne de unutmuş gibi yapıp etrafına gülümsemeyi.
onu içinden çıkardığından beri ne kadarını kaplıyorsun,
kendi hayatının?
o hayatına girmeden önce,
ne kadar sahibiydin?
şimdi
gitti diyerek doldurduğun satırların büyüsune kapılıp,
kendini tatmin etme telaşında.
sabah olsun diye,
sarhoşluğuna gömüyorsun anılarını.
yazıyorsun diye değil,
üstüne attığın toprak gibi yazdıkların,
anılarının...
sanıyorsun ki ne kadar çok yazarsan bu sevdayı,
o kadar derine iner ruhunda.
ya dibe batmayıp üzerine çıkanları
nereye saklarsın?
acemi bir tamircinin yapıştırmaya çalıştığı,
ama bir türlü tamir edemediği,
kurmalı bir oyuncağın parçalarını...

kanımı cekiyor yalnızlığım.
ne bir itirazım var ne de temyize gitmek için bir üst mahkemede,
yasal dayanaklarım.
lehimdeki bütün delilleri toplayıp bir kutuya,
ateşe vermek istiyorum.
kaybetmek,
kaybedilen sensen eğer,
mazeretlerin bir halta yaramadığıdır.
kaybetmek,
sahip olduğum evin içindeki sesinin yankısını silmekse eğer
duvarlarımdan,
bir sabah daha,
aynı odaların birinde uyanamamaktır,
bütün tıbbi müdahalelere rağmen...

7 Mayıs 2014 Çarşamba

tam ortasındayım...

zamanının ötesine geçmiş kehanetler gibiyim.
ne şimdi inanılıyor,
ne de sonra anımsanacak.
duyup abartanlar taşıyamayacağım sıfatlar yükleyecek adımın önüne.
susup görmezden gelenler
vicdani bir hesaplaşmanın eşiğinde.
uzun süredir öngöremediğim için olacakları,
hazırlıksız yakalanıyorum.
zamanından önce dünyaya gelmiş olmanın sabırsızlığı bu olmalı,
uzun süreli planlar yapamıyorum...

ne, bir kadına ait olacak erkektim,
ne de kadınsız yaşayabilecek kadar büyümüş.
ne bir parçası oluyorum büyük tasarımın,
ne de beni çıkartınca tasarlanan sorunsuz çalışabiliyordu.
ne tanrısına iman eden bir kul olabildim,
ne de lanetlendim!
yapmamam gerekenleri yazdığım için...
bir süredir beklemeye alıp kalbimi,
arayan numaralara meşgul tonu veriyorum.
sesli kayıt sistemlerinden sıkıldım.
artık arayanlar ulaşamasın istiyorum...

görev başındaki melekler kadar umursamaz bir tavırla,
geziyorum bu dünyayı.
görevini bitirmiş bir fani kadar çaresiz,
yeni dünyaya gelmiş bir bebek kadar özgür.
tadını bilmediğim zevklerin sevdalısı olmuş,
tutulamayacak vaatlerin kölesi.
anlayamamaktan değil,
anladıklarımdan vazgeçememekten korkuyorum artık.
farkedilmemekten değil,
farkedildikten sonra,
sıradan bir fani gibi
hayatıma devam edememekten...
ne taşıyamıyacağım sıfatlar üstlenmek istiyorum,
ne de taşıyabileceklerimi göstermek...

bir süredir kafiye kurmakta zorlanmamın nedeni,
plansızlığımın ötesine geçmiş olması varlığımın.
içine sığamadığı için ruhumun,
öldürmesi gibi
bedenimi...

6 Mayıs 2014 Salı

kilitli...

içime açılamıyor kapılarım.
dışardan yumrukladığın benim kalbim!
ağlayamıyorsam bu cahilliğim.
uzun süredir kimsesizliğin tadını çıkarıyorum.
adım, soyadım gibi,
soyadımı kimse bilmiyor...
beni bırakıp gittiğinden beri,
bütün zanlıların tariflerine uyuyor eşgalim.
ama hala içime açılamıyor kapılar,
bıkmadan yumrukladığın,
benim kalbim...

sessizlik vapur çalgıcıları gibi.
binmeyen bilemez,
Kadıköy'den Eminönü'ne gelirken,
ansızın yerinden kalkar adam,
elinde akerdeon
ve bir çocuk,
şapkasını ters çevirip,
gezer insanlar arasında
belki de istediği para değil,
belki de para o an,
onun icin çokta mühim değil.
sarı saçları, mavi gözleri ve rus ezgileri arasında
dans eder gibi süzülüşleri.
Kadıköy'den Eminönü'ne inmiyorsan eğer
ve daha yeni sevişip,
az önce ayrılmamışsan,
göremezsin!
ne notaların çıkardığı buğuları,
ne de küçük çocuğun elinde tuttuğu şapkaya bakıp,
belki de hayalini kurduğu,
yarın sabah sıcak bir odada uyanabilme sevdasını...

içime açılamıyor kapılarım...
bir süredir yokluğundan müzdarip,
kime baksam,
kime bakınsam,
kimin bakındığı olsam,
kimsenin beklediği olacak kadar
becerikli değilim artık.
kimin duymak istediğini söyleyecek?
kimin sesi olacak?
beni okuduğun için, Ben'im!
seni çıkartınca içimden,
ne kadar benim kalıyorum burada?
seni çıkartınca aklımdan, ne kadar çaresiz?
ansızın çıkıp gelince, çocuk gibi,
ansızın gidince bir ihtiyar,
ayağındaki nasırdan öfkeli,
üstelik ağzı bozuk,
günün yirmi saati içkili...

içime açılamıyor kapılar!
üstünü örtemediğin yalanların gibi,
içini boşaltamadığın iltihaplı yaraların.
tabiplerin tanıyamadığı,
tanıyanların görmezden geldiği bir hastalık gibi,
sensiz kalan odalara açılan kapıların,
bir türlü açılmamak için,
bu kadar inat etmesi...

5 Mayıs 2014 Pazartesi

mavi pelerinli kahraman!

karamsarlığa karşsmış zaman.
insan umudunu ektiği tarlaların kurumasını izlemeye mahküm olmuş.
içinden çıkarıp atamadığın aşkın ızdırabını taşımak gibi.
akıntıya karşı yüzüp gelemediler diye balıklara kızması,
kör balıkçının.
ne zamanından önceydi bu tesadüf,
ne de zamanlanmış bir komplo.
geçmiş zaman hikayelerinden aşırma,
ve tutanaklara geçmemiş
off the record dinlenmiş.
çoğu zaman inanılmamış,
bir aşkın sanıklarıydık biz.
aleyhimizdeki bütün kanıtlara rağmen bir umut,
ektiğimiz toprağın kurumasına tanık oluyor gibi,
kendi idamımıza doğru yol alıyorduk.
içimizde taşıdığımız sevdanın büyüklüğü kadar ağırdık
ve her geçen saniye dibe batıyorduk
karışırken karamsarlığa...

doğa üstü güçlerimiz yoktu bizim.
ya da takınca mavi pelerini yerden havalanamıyorduk.
uzun bir süredir aklımızdan çıkarmıştık uçabilmeyi,
artık uçabilmeli hayallere bile tutunamıyorduk.
yargılanıp ceza aldığımız kanun maddelerinin
bizim dilimizde bir açıklaması yok.
bize öğretildi diye
iman ederken tanrımıza,
aklımıza takılan her sorunun büyüklüğü kadar
falakaya yatırıldı aklımız.
uzun süredir tek başına yol almaktan yorgun,
içi boşaltılmıs bir kavanoz gibi,
boşluğuna sıkı sıkı kapanmış kapağı.
aklımın içinden seni çıkarttığımdan beri,
başkası girmesin diye
üzerime sürgüledim kapımı.
soranlara haberim yok diyorum.
haberi olanlara görünmemek için,
her sabah yeniden giriyorum,
akşam üstünü kapadığım,
soğuk çukura...
gelmiyorsun diye kendime kızıyorum.
gelirsen diye,
el açıp tanrıma...

4 Mayıs 2014 Pazar

cenaze merasimi....

her gün biraz daha kayboluyor,
kayıp ruhumun tenimdeki izleri.
otopsilerle kanıtlanmıyor varlığım,
belki sadece mahkeme kararıyla belirlenecek ölüm nedenim
bir süredir ertelenen bir suikastın failiyim,
katledilecek olan benim bedenim.
unutamadıkça acılarımı,
dizlerim tutmuyor.
aldanmışlığın hazzıyla tazeliyorken sona erişlerimi,
bir süredir sakin bir hayalin menzilinde,
ne kaçabiliyorum ne de planlıyorum artık,
mümkün olduğunca sessiz
cenaze merasimlerimi...

vasıfsız aşık...

aşkın 'e' halinde gibi,
toprağa düşünce filizlenen gül fidanı,
ve uyandığın kabuslardan arta kalan,
alnından damlamaya hazır ter damlaları...

ne tamamlanabiliyor sonuna nokta konunca bu satırlar,
ne de üç noktayla geniş zamanlara sarkıtılıyor,
mutluluk anları...
hep bir yetersizlik,
hep bir güven kaygısı,
duymak istediğimiz en büyük yalanı sevdiklerimizden bekleriz.
belki de ihanetin büyüklüğü kadar,
kendimizi büyük görmemiz...

ne sırtından bıçaklanabilecek sezar gibi olabildik,
ne de elinde bıçağı tutan brütüs!
ne bir arenanın kumları arasına saklandı kalbimiz,
ne de paslı bir zincirle tutturuldu bileklerimize...
hala bir alışma çabası,
kendi söylediğimiz yalanların peşinden giderken,
hep sonunu merak ettik bu filmin,
sanki biz yazmamışız gibi hikayesini...

şimdi ekleyemiyorum üstüne yaşadıklarımın.
çıkaramadığım gibi aklımdan,
saatleri belirlenmiş bir sevdanın,
gelip giderken kart basan işçileri gibiydik.
ay sonunda geç geldiği dakikaları sevdasından düşülen...
mazeretsiz üç gün işe gelmedi diye,
planlanmıs bir sevdanın sofrasından kovulan
ve hala hiç bir yasa tarafından
güvence altına alınmayan,
kaçak çalısan işçileriydik.
asgari sevgi karşılığında,
ilk gördüğü kız çocuğuna tutulan...

sürgün!

bazen fısıldamak istersin, bazen susmak.
alıp başını gittiğin şehrin yabancısı olmakta,
şehrin sahibi olmaya yeter belki.
ya yanında kaldığın kadının yabancısıysan artık?
ister fısılda bundan sonra,
ister sus!
istersen şiirler uydur uydurabildiğin kadar.
neresindesin hayatının ve ne kadar kaldı?
bir yabancı gibi durma saatine...
ne zaman insan susmak ister?
ne zaman fısıldar?
elveda sözlerini...
hatırlamaktan daha çok acı veren,
hatırlanmayı ummaktır.
çünkü bir süre sonra umutlar yakmaya başlar,
paslı bir hava gibi içine çektiğinde
ciğerlerini...
en tehlikeli yerinde bedeninin,
kötü huylu bir ur gibi büyür umutlar.
ne cerrahi bir operasyonla kurtulabilirsin,
ne de uzun süre,
bir yabancı gibi,
kendi hayatına devam edebilrsin.
eksiltebildiğin kadar gülümsersin,
üstüne eklediklerin kadar kararır gözlerin.
ve ancak başka bir yabancı gelinceye kadar,
kendi sürgününde tek başına
cezanı çekersin...

Tanrı'm neden?

tanrım neyi?
bu tuhaf koşuşturmanın cevaplanamayan soruları...
tanrım,
hangi zamanın sınırları arasındayız?
silmek icin uğraşır insan,
aklının köşelerindeki sivrilikleri.
geri dönülesi bir karamsarlıktan sıkılıp,
hayata tutunmaya çalışıyorum.
iki kat arasında kalmış ve bir türlü
karara bağlanamamış asansör gibi...
ne boşluğumun bana bir faydası var,
ne hakkımda karar alacak yargıçların...

tutup kollarımdan sarsabilirmisin beni?
bana tutunamadığından beri ipini kopartmış uçurtma gibiyim.
senin baktığın yerden kendime bakabiliyor olsaydım,
belki sadece başımı öne eğip yürürdüm.
alnımın yazısı, yazdıklarımdan belli.
kendi lanetini kabullenmiş serseri bir şairim ben.
öldükten sonra ismi İstanbul'un bir sokağına verilecek...
kendime gelebilirsem eğer,
şimdi yazdıklarımı da,
senin isminle bitirebilecek...

adını söylersem şiir sunuyor sairler bana.
hatta kafiyesini benim istediğim gibi.
hatta hecelerini,
hatta benim sevgimi,
benim gibi yazıyorlar,
bazı sairler,
siparişle şiir yazıyorlar..
yazdıklarını okuyunca sen çıkacakmışsın.
harfleri birleştirince adın duyulacakmış.
hiç bir zaman beceremedim sipariş üzerine yazmayı.
şimdi de beceremiyorum,
ne de sonra olmayacak.
adınla başlayan bir şiiri yazmak.
gizli öznesi sen olduğun her cümleden vazgeçmek,
bana göre değil.
ne kimse bilsin adını,
ne de inansın...

özlemimden yorulmuş ve aslına ihanet etmiş bir yabancıyım ben!
zorlama bir kabul edişin ardından,
kendini öldüren...
lanetlendiğimin farkındayım,
son bir kez görebilseydim seni...
eski bir şiirin bir türlü tamamlanamayan dizeleri gibi...
merhametinden uzağım tanrımın.
isyankar ruhumun kaybı,
melankolik bir şairin
boş bir sayfaya karaladığı son şiiri...

3 Mayıs 2014 Cumartesi

ağlıyorum şimdi...

yalnızlıktan yoruldum.
bir akşam üstü ansızın kapı çalmalarını özlüyorum.
bazen nedensiz telefon açıp susmalarını.
attığın mesajları silmiyorum.
bazen gittiğini unutup, 
umut bağlıyorum yüreğime,
gecenin bir yarısı aklımı sarkıtıp karanlığın içine,
seni tutmaya çalışıyorum
olmuyor...

ağlıyorum şimdi.
dudaklarımın ucunda sevda sözleri,
yazbildiklerim cesaretim,
ne tanrısına isyan edecek kadar adamdım ben,
ne de
sorulduğunda cevap verebilecek kadar cesur.
bir süredir bilirkişi raporlarında adım geçiyor,
faili meçhul bir cinayetin azmettiricisi olarak manşetlerdeyim.
oysa ne kendime kıyacak kadar katildim ben,
ne bu hayatın rüzgarına karışıp uçabilecek kadar şair...

ağlıyorum şimdi,
dudaklarımın ucunda acınası kelimelerimle,
aldığım nefesin yetmediği kadar yorgunum.
eski bir şarkıyı duyup anımsamış kadar mutlu.
şimdi alıp gururumu ayaklarımın altına,
yükselmek hevesindeyim.

ağlıyorum,
ne sen duyuyorsun bunu
ne ben inanıyorum.
ne sen yanımdasın şimdi,
ne ben
avutabiliyorum,
sensiz kaldığı ilk günden beri,
yaşamak için mazeretler uyduran beni...

şimdi unut bunları!
ben hala kırmızı ojelerin, kızıla yakın siyah saçlarınla,
kafiyesini kuramadığım, senin için yazdıklarımla,
ve bir türlü kollarında olamadığım hayalinle...
ve şimdi unut bunları!
ben, bırakıpta gidemediğin adam,
ben, her gün inkar edip, gecesinde sessiz telefonlar açtığın adam,
ben,
senin küfrettiğin,
her sabah yeniden tutulduğun adam,
ben,
sen diye,
her gün yeniden yaşamaya başlayan adam...
şimdi unut bunları!
ya beni gel al bıraktığın yerden,
ya da birileri bu salonun ışıklarını kapayıp gitsin artık,
film bitti...
senin bitti artık dediğinden beri,
jenerik müziği çalınıyor,
ve hala mutlu sona inanmıyor kız çocukları.
mutsuzluğun kadar gerçeğim ben,
düğmesine basıp kapatabileceğin kadar yakın.
ne bitirebiliyorum bu şiiri,
ne yeniden başlayabiliyorum seni sevmeye...
ne benim oluyorsun,
ne ben seni çıkartabiliyorum aklımdan...
ne alıp başını gidiyorsun,
ne de
kadınım olup kalıyorsun yanımda...
ne inanıyorsun bana,
ne inandırıyorsun kendini...
iki kişilik bir oyunda,
ben ışık görevlisiyim,
sen yönetmen...
başka yabancılara veriyoruz rollerimizi.
sonra oturup en ön sıradan izliyoruz,
her yıkılışımızdan sonra geriye kalan
kırmızı harabeleri...

2 Mayıs 2014 Cuma

kanamalı bir hasta için...

yıkayınca çıkmıyor bu aşkın izleri.
göğsümdeki verem izlerini
temizleyememesi gibi hiç bir doktorun.
senin yokluğununda bir tedavisi yok henüz.
hala yazabildiğim kadar özgürüm bu dünyada,
hayalini kurabildiğim kadar gerçek...
ne telafisi var kaybettiğim yıllların,
ne de bir kurtarma sınavı.
yaz okuluna gelmeye mecbur kaldığım için değil,
geleceğim okulda sen olduğun için buradaydım ben!
ne yeterince temizdim cennet için,
ne yeterince günahkar,
ilahi adaletin sorgusunda idama mahkum olmak için...
hala yetmiyor aldıgım kan takviyeleri.
radyo anonslarında kan grubum reklam ediliyor
ama kimse gelmiyor.
ameliyat masasında kan kaybından ölmek üzere,
ağır kanamalı bir hastayım.
kullanmak istediğim ötenazi hakkımı kimse önemsemiyor.
damarlarıma hayat enjekte ediyorlar,
bedenim kabul etmiyor.
sensiz bir hayatı,
aklım kabul etmiyor...
uzun süredir bitmesini beklediğim bu sıkıcı film bitmeden,
ve ışıkları yanmadan salonun
kalkıp çıkmak istiyorum.
son sahnede şaşırmayacak hiç kimse.
herkesin beklentisi karşılanacak...

sanki yokum gibi...
alıp başımı gitmek istiyorum,
bu hayat sofrasından yarı doymuş bir inançlı gibi.
inanmadıklarımın sorgusundan bunaldım.
saf bir bağımlılık istiyorum.
anlayamamak umurumda değil!
teslim olmak istiyorum,
dizlerimin üstünde savaşmaktan yoruldum.
senin olmak istiyorum...
yokluğunun her yeni gününde,
yeni bir şeyler yazmaktan
ve her kendime gelişimde,
bir yabancıyla uyanmaktan,
doğup büyüdüğüm bu şehrin yabancısı olup,
sokaklarında kaybolmaktan
ve her gece yokluğuna ikna edebilmek için bu aklı,
bir kilo rakıya gömmekten yoruldum...

yeni bir ben istemiyorum!
yeni bir hayat istemiyorum!
yeni bir başlangıç istemiyorum!
sadece bitsin...
gittiğinden beri içimde bıraktığın boşluğu doldurup,
nefes alabilmek istiyorum.
tüm çaresizliğim ve utancımla,
sensiz bir hayata beni bağlayamıyorsan,
canımı almanı istiyorum....

enkaz...

paydaları bir türlü eşitlenemeyen
matematik denklemleri gibiydik.
eşitligin iki yanını da istediğin sayıyla çarp yada böl,
bilinmeyeni bir türlü bulamayan iki büyük dehaydık biz...
kendi kaos ortamımızı yaratıp içinde kaybolan
ve bir türlü tanımlanamayan o iki bilinmeyenli denklemin
bilinen karşılıklarıydık oysa.
biliniyor olmamız bu sorunu çözmüyordu artık...
karşılıksız çıkan bir çek gibi,
hesabımıza yazılan her lekeden müzdarip,
belki de işlemediğimiz suçların zanlısı olmaktan yorgunduk.
çekildiğimiz sorgularda birbirmizin adını vermemek için,
kendi adımızı unutuyor,
kendimize geldiğimizde
yeni bir şehre uyanıyorduk.
ne kadar yabancı kalsakta,
aynı kadına ve aynı adama şsık oluyorduk...

ne sen benden uzakta yaşayabilecek kadar güçlüydün,
ne ben sensiz bir hayali kurabilecek kadar özgür.
sahip olduğumuz bedenlerin ötesinde bir sevdaydı bu.
ne sen yetebiliyordun kendine,
ne de ben
bu bedenden çıkınca seni unutabiliyordum...

şimdi alıp başını gittiğin şehirlerin kokusunu düşleyip,
bir başıma kalmanın hasarlarını hesaplıyorum.
hangi enkazın altında,
kaç gün kalırsan yaşarsın?
ya da yeterince uzun yaşamak için,
ne kadar enkaz gerekli insana?
içtigi son sigarayla birlikte toprağa gömülen bir silüetten başka neyim ki ben?
verdiğim son nefes yüzünde gezinen rüzgar olsun diye,
tuhaf hayaller kuran...