3 Aralık 2017 Pazar

bildiğin gibi...

canın sıkkın
ve bunun nedeni ben değilim...
...
aradan zaman geçer
yollar geçer
sessizlikler geçer
geçmez
sustuğu yerde kalır insan
simetrisine takılırsın kaldırım taşlarının
ne çizgilerine basmak
umurunda artık
ne basmamak
karanlıkta hepsi bir
soğuksa her yerde üşür insan
yalnızsa
bunun bir açıklaması yok
yalnızsın işte
kapanır bar ışıkları
kalabalık dağılır
sokaklar ıslak
bir ev var geri dönülecek
uyansan
yabancı
ama sıcak
hayatına aldığın adam
bildiğin yavşak
bile bile alıyorsan
kırıldığın yerde ara beni
girdiğin koynuna
sığmıyorsa aklıma
affet
ihmal ettiysem seni
affediyorum
kimle seviştiysen
benimle uyan
kiminle yorulduysan
bende soluklan
sonra yine git
bildiğin gibi
bekleyeceğimi...

25 Kasım 2017 Cumartesi

hastalıkta ve sağlıkta...

büyük puntolarla yazılıydı oysa
görmemek için ya kör
ya da gözlerini kapamak gerekirdi.
kapattım.
kör olmaya hazır hissetmiyordum kendimi.
zamanı gelince beyazlamadığı için mi saçlarım
kendimi çocuk hissetmem?
üzerime gelmeyin dediklerimin
beni umursamadıklarını hissettiğim zaman
yanlışlığın  soğuk şakasına takıldım
gülümsemeye zorladım kendimi
herkes kartopu oyunuyor diye
ceplerimden çıkarıp üşüyen ellerimi
pişman olacağımı bile bile
mazeretim vardı ya
herkes oynuyordu işte
oynadım
sonra ıslak ellerimi soktum
soğuk ceplerime
canım yandı
diğerlerinin de yanmış mıdır?

kına gecesinden dönen damat tarafının
yorguluğu var üzerimde
tüm bu hengame
eğleniyormuş gibi yapan insanlar
mutluymuş gibi etrafına sırıtanlar
küçük kağıt parçalarına sarılmış kınaları aldığı için
aldıkları kınayı neresine yakacaklar?
tüm bu hazırlıklar
hazırlıksız yakalanmayı engeller mi?
masaya oturduğunda sorulan
hastalıkta ve sağlıkta
yanında olacak mısın sorusuna?
yıllar sonra anlıyorsun
oluyorsun
yetmiyormuş
Yüce Türk Milleti Adına!
karar veren başka bir kadın
ayırıyormuş
kutsal müesseseyi sonlandırırken
hangi meleği kör taklidi yapmış tanrının?
birlikte girdiğin o kapıdan
ayrı ayrı çıkarken
verdiğin o sözler
geçirsizmiş
asıl yazı için süre geçmeliymiş
kanun önünde ayrılanlar
tanrı katında
ayrı mı yargılanırlar?
birlikte işledikleri günahlardan?

21 Kasım 2017 Salı

Bilinç'Ötemden Yansımalar-36

kalan son kurşununu kullanmak yerine tabancasını elinden bıraktı. kurtulabilirdi belki, evet o son kurşunla bir süre daha zaman kazanıp, kurtulmak için bir yol bulabilirdi. şanslı bir atış, hedefi ortasından vurup, tüm önündeki engelleri şaşırtıp kısa bir süre için, tüm gücüyle koşabilirdi aralarından. sonra yeni bir hayat, zorluklardan uzakta... etrafını saran gölgelere baktı bir süre, sonra terli avucunda sımsıkı tuttuğu tabancaya. son kurlunu kalmıştı, biliyordu, kendine saklamak geçti aklından. yıllardır kaybediyordu, yıllardır bir çatışmanın içindeydi sanki. sürekli birileriyle savaştığını düşünürken aslında kendi elleriydi durmadan boğazına sarılan. bataklığın içine düştüğüne aldırmadan ayağa kalkmaya çalıştı. her çırpınışı biraz daha derine çekerken onu yetmezmiş gibi ellerinin ihanetine uğradı. aynı ellerin arasında tuttuğu tabancası ve son kurşunuyla ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. gölgeler her zamankinden daha yakındı. fısıltılar bağrışmalara evrilirken seslerin yüksekliğinden daha çok nefret etmeye başladı. tek bir şansı kalkmıştı, son bir şansı. tüm dikkatini, tüm hayatı boyunca kazandığı becerileriyle odaklanıp nişan aldı. kendini bile şaşırtabilirdi, daha önce yapmıştı, biliyordu, kendisinin bile şaşırdığı durumlarda başkalarını hayran bırakırdı. soluğunu tutup içinde, zamanı durdurdu. gölgelerin tuhaf şekilleri, seslerin yankıları havada asılı kalmıştı. bir kelebek kırmızı benekli kanatlarını aşağı doğru bastırıp yükseliyor ardından sabit kalıyor sonra bir daha, derinlerden yukarıya çıkmaya çalışan dalgıç gibi, karanlık suların arasından, açık mavi renge doğru ittiriyordu kendini. sağ şakağında biriken ter damla halinde yanağına doğru inmeye başladı. yavaşça yutkunduğunda adem elması önce yukarı sonra aşağı hareket etti. o an tabancanın namlusunu çenesinin altına dayamayı ve tetiğe basmayı düşündü. ne çok düşünce uçuşup duruyordu kafasının içinde, milyonlarca kırmızı benekli kanatlarıyla kelebek... boğazına kadar ıslandığını hissetti battığı bataklığın içinde. elini ne kaldırabiliyor ne de indirebiliyordu. nasıl düşmüştü bu kadar derine, nasıl farkına bile varmamıştı. ama son bir şansı daha vardı işte. o yaşamaktan haz almadığı her zaman kavga ettiği hayat ona namlusuna sürdüğü bir şans daha tanımıştı kaybederken.

bir aydınlanmamıydı bu? sahip olduğu acıların hiçbiri canını yakmıyordu artık çünkü bir önemi yoktu. tuttuğu nefesini yavaşca dışarı bırakıp gizlendiği yerde doğruldu. avucunda tuttuğu tabancayı aşağı indirdi önce, sonra araladı parmaklarını. metal, betona çarpınca tok bir ses çıkardı. bu oyunu artık oynamak istemiyorum dye fısıldadı, etrafını saran seslerine yankısı arasında. artık yeter! yeni bir şans, bir çıkış yolu, soğuk rüzgarların kesilmesi, yağmurun dinmesi, güneşin açması, sevgilinin bir sabah koynumda uyanacak olması, alacaklı bankaların yalnızca doğum günümü hatırladıklarında mesaj atmaları, borcumu hatırlatmak için değil, hiç birinin önemi yoktu artık. iki kolunu aşağı sarkıtıp doğruldu. önce gri paltosunu sıyırdı omuzlarından, sonra bakışlarını açık mavi sulara doğru çevirdi. gölgeler yaklaşıyordu. artık yalnızca karşısından değil sağından solundan arkasından heryerinden geliyordu fısıltılar, sesler. bunca zaman neden kaçmıştı ki sonunda yakalanacağını bile bile... neden yormuştu kendini bu kadar? yanağına süzülen ter damlasının ardından bir damla yaş süzüldü. dudaklarının kenarına gelinceye dek... ne tuhaf diye düşündü, ikisi de ne kadar tuzlu ve acı... yorulmadan, üzülmeden istediğin hiç bir şeyi vermiyor hayat, bazen yorulsan da üzülsen de vermiyor, bir damla ter ve gözyaşından başka...

bir adım attı gölgelerin arasına, ardından bir adım daha, sonra, dizlerinin titrediğini hissetti. zayıf bedenini taşıyamıyordu daha fazla, önce hangi dizinin yere çarptığını anlayamadı, belki ikisi de aynı anda yerdeydi. dizlerinin yere çarpamasıyla titreyen bedenini hissetti, nefes almaya çalıştı. bazı refleks haline gelen eylemler sen kendini teslim etsen de görevinden vazgecmiyor işte.  eldivenli parmaklar sağ bileğinden tutup beline doğru çekti. aynı anda öne doğru ittirilmesine karşı koymadı bile. burnu yere çarpmasın diye yine refleksle başını yan çevirince yüzü ıslak çimenlere dayandı. başka bir eldivenli parmaklar sol bileğini tutup diğerinin üzerine doğru çekti. kıskıvrak yakalandı bilekleri birbirine ayrılmayacakmış gibi bağlanırken. hala nefes alıyordu. sırtının ortasında tüm ağırlığıyla bir diz zorlasa da ciğerlerini. kulaklarındaki melodiye mırıldanarak eşilk etmeye çalıştı belli belirsiz seslerle, halelujah...

gölgeler etrafında yer değiştirip dururken sesler anlamsızlığını koruyordu. suyun altındaymış gibi sadece yankıları geliyordu kulağına. bir karmaşa, bir kakafoni, uğultusu rüzgarın, sağlıksız bir telefon görüşmesi, bölük pörçük duyulan kelime parçalarına anlam yükleme çabası... burnunun ucundaki ıslak çimenlerin kokusunu içine çekti bir süre. gözlerini açabildiğinde son kurşunu hala namlusunda olan tabancasıyla göz göze geldi. o son şansı değerlendirmiş olsaydım diye düşündü, teslim olmak yerine... bu güne kadar teslim olmayarak kime neyi ispatladım ki? diye başka bir düşünce şimşek gibi çakarak yaktı diğer tüm düşünceleri. yeniden gözlerini kapatırken ıslak çimen kokusunu içinde tutmak ister gibi derin bir nefes daha aldı. iki çift el tutup kollarından, bir çuvalı havaya kaldırır gibi kaldırdı yerden. başı önünde, kolları arkasıdnan bağlı, bacakları çoktan vazgeçmiş taşımaktan, artık bir kuklanın kullanılmasa da bedeninden sarkan parçaları gibi, tek yaptıkları taşınırken sürüklenmek toprağa...

bir arabanın kapısının açılma sesi, ardından başının üzerinde bir el bastırıp daha aşağı çarpmasın diye arabanın içine atılırken, yüzün ucuz kumaşına sürtünmesi ardından koltuğun. kapının sertçe kapanma sesi. arabanın kaportasına çarpan yağmur damlalarının sesi sardı heryeri, ısrarla bedenime ulaşmaya çalışıyorlar gibi, öyle inatçı öyle acımasız... içime çektiğim çimen kokusunu daha fazla tutamıyorum artık yerine ıslattığım koltuğun ucuz kumaşının kokusu alacak. aklım hala o son kurşunda, çenemin altına dayasaydın diyorum namlunun ucunu... parmağımın baskısıyla bitirebilirdim her şeyi... derken arabanın sol ön kapısı, ardından sağ ön kapısı açılıp kapanıyor. gölgeler içinde iki adam biniyor. konuşmuyorlar, fısıldamıyorlar bile, motorun çalışma sesi, ardından lastiklerin ıslak toprağa sürtünmesi. çimenlerin kokusu ezilmiştir şimdi, öfkeli homurtuları arasında bir arabanın...

nereye gidiyorum? nereden geldim buraya? ne çok kaçtım... yakalandım mı yoksa teslim mi oldum? ikisi arasındaki yedi farkı kim söyleyebilir? omuzlarım ağrıyor ellerimin arkamda bağlı olmasından. arka koltuğa bırakıldığım gibiyim hala, sarsıntısında bir arabanın ileri geri hareket ediyorum o kadar. konuşmuyorlar, sorumuyorlar bile neden burada olduğumu, neden teslim olduğumu, neden kaçtığımı. iş disiplinlerini takdir ediyorum içimden. görevlerini yapıyorlar, ne eksik ne fazla. yakalanmam emredilmiş olmalı, anlaşılmam değil. anlaşılma kaygımın böyle saçma bir anda aklımı meşgul etmesi canımı sıkıyor, omuzlarımın ağrımasını bile unutturacak kadar. asfalta çıktığımızı gürültü azalınca anlıyorum. şimdi yalnızca bir mırıltı var arabanın içinde, motor sesi, ıslak lastıkların kıvrımları arasına girip savrulan suyun sesi... gözlerimi açıyorum karanlık, kapıyorum karanlık, yoksa açmıyor muyum? öyle karanlık...

kızıyorum kendime. yine kaybettim işte, yine olmadı, yine şans tanınmadı, sabah olmadı, gece bitmedi, o gelmedi, ben gitmedim, doksan artı da gol yemeseydik, maç iptal olurdu yine kaybederdik! neden kaybediyoruz her zaman? sana o son şansı vermedik mi diyor ilahi bir ses, yağmurun kaportaya çarpan o gürültüsünü bastırırcasına... verdin... ama o son şansın bir halta yarayacağına olan inancımı ne yaptın? senin sınavında buydu diyor ak sakallı bir ihtiyar ve kaldın! kalmasaydım da nasıl olsa başka bir sınavda daha kazık sormayacakmıydınız? ne sınavınız bitti ne derdiniz! sana farz olanları yapmak yerine isyan etmeyi seçtin, şükretmek yerine küfretmeyi, şimdi merhamet mi bekliyorsun? dedi başının üzerinde ağaç dallarından taç takan orta yaşlı bir adam. yoruldum diyorum, sadece yoruldum... bu sınanmalardan, yanlış yapmalardan, çok istemekten, bir şey yapmamaktan yoruldum... yavaşlıyor araba. beyaz önlükleriyle iki iri yarı adam gelip koltuk altlarımdan tutup çıkarıyorlar arabadan dışarı. bacaklarım hala kontrolüm dışında ipleri kesilmiş bir kukla gibi sürükleniyorum büyük beyaz binanın siyah kapısının arasından yansıyan ışığa doğru. beni yola getiriyorlar diye düşünüyorum. birazdan farkına varacağım tüm varoluş nedenlerimin. merdivenlerden çıkarılıyorum, beni taşıyanlar şu an küfür ediyorlar mıdır ıslandıkları için? ıslak ve yağlı saçlarım kafa derimi kaşındırıyor, ellerim hala arkamda bağlı. etkisiz hale getirilmiş bedenim, ya aklımı neden bağlamadınız? on metrede bir tavanda asılı sarı ışıklı lambaların altından geçerken amonyak kokusu yerini alıyor ucuz araba koltuğun ıslak kokusunun yerini. eldivensiz bir el bileklerimden tutup bağı kesiyor, boş bir çuvalı bırakır gibi bırakıyor bedenimi yıkanmaktan rengi bozulmuş beyaz çarşaflarla kaplı sert bir yatağın üzerine. demir bir kapı kapanıyor üzerime, aralık gözlerimin arasına sızan ışık odadaki kapının üzerindeki pencereden geliyor. uzaklardan bir demir kapı daha kapanıyor, kilit sesinden anlıyorum. içime kapatıyorlar beni.

geride bıraktıklarım aklıma üşüşüyor. annem, babam, kardeşim, sevgilim... benden haber alamayacaklar yarın, nasıl da endişelenecekler. neredeyim? ne yapıyorum? üzülücekler mi? al işte! yaptığım onca yanlışın üzerine bir de bunları ekleyince son kurşunu neden kendime saklamadım diye kızıyorum. omuzlarım uyuşmuş, gerilmekten. dizlerimi karnıma doğru toplayıp büzüşüyorum. üşüyorum...  odanın diğer duvarında tavana yakın küçük penceresinden dışarı bakıyorum. nasıl karanlık, yağmur damlaları çarpıyor aralıksız. kaçarken aklımda ne vardı? nasıl hesaplayamadım bu kaybı? ne çok hata yaptım? şimdi köşesinde bir hücrenin kendimden başka kimsem yok sığınmak için. kendim? kaybedeli öyle çok zaman oldu ki...

18 Kasım 2017 Cumartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-35

komplo teorilerinden yorulmuş, daha fazla üzerine gelmesin hayat. tüm öğrendiklerimi ve bildiklerimi, takas etmeye hazırım, unutkanlık karşılığında. en kötüleri bildikten sonra da insan iyi kalabiliyormuş, farkındalığının bir halta yaramadığını anladım. sonunu bildiğim filmleri defalarca izlemenin beynim üzerindeki uyuşturma etkisi günden güne azalırken, akşamında yaşayacaklarımın aynılığı üzerine tez hazırlayabilecek kadar çok tekrar ettim hayatı. kaçıncı defa seviştikten sonra kadından uzaklaşır adam? nereye yaklaşır? en çok ne yakışır yaşadığında üstlenmek iyi durur, huzurla uyur bu gece, sabah yeni bir giysiyi ilk defa dener gibi geçer aynanın karşısına. cebinde son kalan parayla piyango bileti aldığında anlarsın ancak, son parasıyla bilet alanların hissetiğini. kimi kandırdığının bile bir önemi kalmıyor bir yerden sonra. o yer çıkmayan sokakların bile başlamadığı. tutarsızlıkları üst üste koyup dağ yapıyorum kendime, emniyet halatım olmadan tırmanmayı göze almama bakma, öyle korkuyorum ki, düşeceğim yerden değil, düşeceğim yardan...

her başarılı birlikteliğin ardından içimdeki yazamama korkusunu bir yana bırakacak olursak, bırakmadıklarımı kime saklıyorsam artık, bana dair her sorunun cevabı, bazı kapılar açılmamalı ne kadar ısrarla basılsa da ziline. saltanatımın sonuna yaklaşırken ihtişamımda emeği geçenlerin bir bir  hatrını sormak geldi içimden nedendir bilmem. artık tanrıya bağlamıyorum olan biteni derken bile tanrıya sıgınıyorsam onun varlığının ispatına ihtiyacım olmadıgındandır.

hayatına bensiz de devam edebilenler kabilesinin nadide üyelerine buradan selam göndermek istiyorum. nasıl da kanına girip cümlelerimle aklını başından aldığım esmer kadınlar, sarışın yeşil gözlü, çok istememden hoşlanıp hoşlanmakla yetinip benden çekinen kadınlar, beni okumak istemeyip elleriyle yüzünü kapayıp, parmaklarının arasından ne yazmışım diye bakan kadınlar, bununla da olmaz diyerek, üzerimde durmayan ama götünü kaldırmamdan hoşlanan kadınlar, yıllar sonrayı bırak, benden kurtuldakn iki saat sonra hiç hayatına girmemişim gibi rahat yaşayan kadınlar...

çekmecesine ne sakladığımı unuttuğum komidin, defalarca kapaklarını saydığım ama rengini hatırlamadığım gardolap, ne zaman sesini duysam şiddetinden dinden çıktığım son durak cami, yolumu her gece gözleyen tekel bayi, ne çok yeni kararlar alıp, kullanmadan eskilerinin arasına bırakmışım hayatım, benim için endişe eden insanlar kabilesi, pazartesilere ertelenen iş planlarımla ben, kalan son paramla piyango bileti alırken ki ya çıkarsa iyimserliğim, ya çıkmazsa yollarımın sonunu düşünmek bile istemiyorum.

içi dışına çıkmış yapmacık tavırlarıyla insanların arasında yaşarken gözlerimin açık olmasından yoruldum. sabahı soğuk olsa da titreyerek uyansam da buz gibi elimdeki konfora ve sabahında pardon sabah demişim akşam üzeri uyanma lüksüme tercih edebilme gücü istiyorum.sanki istediğim her şey olmuş da şimdi bu olmayacak diye kapatıyorum kendimi... haksız mıyım?

15 Kasım 2017 Çarşamba

herkes farkında...

bir heves
diye başladıklarım
kaçmasaydı kursağıma
bu kadar umursamaz olmazdım
beklenen güneş tutulması gibi
yaşayacağım felaketler
sadece zaman meselesi
uyuyarak da gidebiliyormuş insan
istediği yere
gitmemek için isyan etse de...
çok havalı olmazmıydı
sabahın köründe kalkıp
nereye gidiyorsun diye sorduklarında
okula demek
kırk yaşından sonra...
hayat en ulaşamayacaklarımın fragmanını yapmış sanki
en güzel sahnelerinden kolaj
sıkıcı ayrıntıları özenle saklamış
vazgeçsem dedikçe seni vuruyor yüzüme
hadi sıkıysa vazgeç!
ulan dilenciye versen yaşamaz bu hayatı
hangi dilencinin var
senin gibi sevgilisi!
tam bitti diyorum
sesin düşüyor aklıma
öpmek istiyorum diyorsun ya
öpülecek her yerim kendini adam sanıyor!
bir iktidar kavgası başlıyor içimde
derdine düşüyorum
düştüğüm en güzel yer...
kalkmasam umrumda olmaz
uyanmasam bir gün
yanında uyandığım tek bir sabah
tüm uyanmamalara değer...

tesirsiz parçalar...

Yıllar önce, bu tabiri yıllar sonra kullanacağımı biliyordum ihtimal vermesem de, evet yıllar önce annemin kullandığı pedallı dikiş makinasının küçük ahşap çekmecesinde iğneler, renkli iplikler ve bir yüksük vardı. Yıllar sonra araba kullanamamaktaki beceriksizliğim o pedallı dikiş makinasının pedalına basmayı beceremediğim zaman belliymiş. benim bunu anlamam otuz yıl aldı. Yine de o makinanın ahşap küçük çekmecesi hiç çıkmadı aklımdan, daha doğrusu o yüksük çıkmadı. Dikiş dikerken iğne parmağına batmasın diye, parmağının ucuna taktığın o demir parçası var ya, o yıllar daha yeni yeni okumaya başlamışım, içinde beyaz atlı, parlak zırhlı şovalyelerin olduğu masal kitaplarını. o yüksük o kadar parlak değildi ama zırhı gibiydi annemin parmağının. dikkatle çekmeceden çıkarır, küçük işaret parmağımın ucuna yerleştirirdim. sonra tırmanır oturma yeri kahverengi kumaşla kaplı sandalyeye kahramanlıklara koşardım. o yıllar bir kadın peşinden gitmek saçma geldiği için daha çok zor durumda kalanlara yardıma gitmeyi hayal ederdim. sonra büyüdüm sanırım, yardım etme kriterlerim kadın bedenine sığmaya başladı. sonra yüksük gibi zırhalara da ihtiyaç duymadan siper ettim gövdemi hayasızca akınlara... bu gönülllü tercihlerimin geri dönüşleri hayasız sabahlamalara neden oldu başka bedenlerde...

- bir yazar var, yazdıkları seninkilere çok benziyor, kullandığınız kelimeler, yaptığınız vurgular, umursamazlığınız, aynı derece de takıntılarınız. seninle ilk konuşmaya başladığımda o olduğundan şüphe etmiştim.
-bahsettiğin adamı tanımıyorum, adını bile duymadım daha önce. eğer haklıysan okumak da istemiyorum. bana benzeyen insanları sevebileceğimi sanmıyorum çünkü.
-kendini sevmiyor musun?
-sevmeli miyim?
-sorularıma soruyla karşılık vermeni sevmiyorum!
-bu benimle sevişmene engel olmadı hiç bir zaman.
-ne kastediyorsun!
-yani beni seviyorsun diye ben de kendimi sevmek zorunda değilim. birlikte olma kriterlerimizde böyle bir madde yok.
-hah işte! o yazarla konuşuyor olsaydım buna benzer bir cümle kurardı.
-seninle seviştikten sonra mı önce mi?
-pislik yapıyorsun!
-tamam kızma hemen. adı ne bu yazarın? yarın dışarı çıkınca kitabını alırım.
...

şu an masanıza bıraktığım, aldığım ikinci kitabınız. haklıydı kadın. benim gibi yazıyormuşsunuz. bugün buraya gelmeyi düşünmüyordum. muhtemelen akşama kadar yataktan çıkmayıp, sıradan hayatıma yeni karmaşalar eklememek için asgari çaba gösterecektim. çabalarımın karşılığı olarak da bir kaç film izlemek ödülüm olacaktı. şimdi neden buradayım? nasıl geldim? o kadını aylardır görmüyorum. bugün buraya geleceğini biliyordum ama dün gece yaptığımız tartışmadan sonra beni görmeyi ne kadar çok istese de uayndığında bana gel demedi. gelme! de demedi. farketmez dedi sadece... sanırım bu cevabın ne kadar can yaktığını bilirsiniz. biliyor musunuz? sessizce gözlerimin içine bakıyorsunuz, sanırım bu biliyorum demek oluyor. aylarca özleyip, kokusunu düşleyip, teninin sıcaklığını hatırlamak için iki kat fazla örtünmenin yetmemesini de biliyorsunuzdur. bunu onaylamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok. bazen kimseye belli etmeden yutkunursunuz ya, bfark etmemiş gibi yapıyorum şimdi. neyse...

ertesi gün, itiraf ediyorum çok gönüllü olmasam da kitabınızla karşılaşınca o büyük kitapçının raflarının arasında gezerken aldım. satırlarınızı okudukça kendimi buldum gibi klişe laflar etmeyeceğim şimdi ama kadın haklıydı sanırım. bu haklılığı sinirlerimi bozdu çünkü hanüz benim yazmayı akıl etmediklerimi, benim kelimelerimden daha güçlü şekilde anlatıyordunuz. kitabinızı okumam sanırım iki saatimi aldı ki benim gibi okuma meraksızı biri için rekor sayılabilir bu süre. uzun süre başka kitap okumadım. işin tuhaf yanı uzun süre yazamadım da... ne zaman bir şeyler yazmaya başlasam sanki sizden kopya çekiyor gibi hissettim kendimi. hayır, tabi ki hayatı boyunca kopya çekmemiş, dürüst ve çalışkan bir öğrenci olmadım ama yine de bu kopya çekiyormuş gibi hissetme hadisesi canımı sıktı. yazdıklarımı bitirmeden sildim.

bugüne, yani şu an'a, kitabınızı imzalatmadan hemen önceki zamana gelmeden önce, bir kaç gün öncesine dönmek istiyorum. ilk kitabınızı okumanın üzerinden aylar geçmişti. yeni bir kitaba hazırım diye düşünürken, kardeşimin evindeki kitaplığı incelemeye başladım. yüzlerce kitap arasından gri üzerine beyaz harflerle yazılmış 'tesirsiz parçalar' kitabınızı gördüm.. tabi ki sizin kitabınız olduğunu bilmiyordum. her nasılsa diğer kitapların arasından .çekip aldım ve okumaya başladım. bu sabah buraya gelmeyi düşünmediğimi daha önce söylemiştim. evde de duramazdım. kitabınızı yanıma alıp sokağa çıktım. ilk otobüs durağına gidip bekleme başladım. hangi otobüsün geleceğini, gelen otobüsün nereye gideceğini bilmeden bekledim. beklerken kitabınızı okudum. ifadeleriniz, an'larınız, anlattıklarınız kimi zaman gülümsetirken, bir an da sarsıp yakalarımdan sorgular gibi beni zorluyor, gözlerime dolan yaşları dışarı bırakmam için baskı yapıyordu sanki. otobüs geldi, numarasına  bakmadan bindim. en arka koltuğua geç.p oturdum programlanmış bir robot gibi, gözlerimi satırlarınzdan ayırmadan. çok geçmeden montumun sağ cebindeki telefonun titreşimini hissedince elime alıp baktım. o arıyordu. açtım. nerede olduğumu ne yaptığımı sordu, geçiştirecek cevaplar verdim. geçiştirici cevaplar verme konusunda sanırım sizin kadar ustayım. neyi kastettiğimi anladığınızı dudaklarınızdaki muzipçe gülümsemeden anlıyorum. bu geçiştirme mevzuundaki ustalığımdan rahatsız olup özlediğimi fısıldadım. inmek için düğmeye basınız uyarısını dikkate alıp otobüsten indim ve beni ona götürecek başka bir otobüse bindim. çok kolay olmuştu. bu kolaylıkların yan etkileri olabileceğini yeterince yaşayıp tecrübe etmiş biri olarak hazırladım kendimi hayatın sürprizlerine.

her zaman olduğu gibi hayat, ne kadar hazırlıklı olsan da seni şaşırtmak konusunda ihtisas yapmıştı. milyarlarca insanı her defasında şaşırtabilmek ancak ona yakışırdı, kendine yakışanı yaptı. otobüsten indiğimde yolun diğer tarafında özlediğim kadın, bu tarafında ben ve aramızda yüz küsür insan birbirine girmiş, karşıya geçebilmek ne mümkün. düşünsene, aradan vızır vızır arabalar geçiyor, bir üst geçit var, geçidin diğer tarafında özlediğin kadın, geçidin üzerinde bir sürü gereksiz saçma sapan insan ben geçeyim sen geçme kavgası yaparken benim önümde birikmiş baraj kurmuş. üstelik dokuz metre on beş santim kuralını hiçe saymışlar gibi bir adım ötemde. çıldırmamak elde değildi, ellerimi cebime sokup, özlediğim kadının olduğu tarafa baktım uzaktan. sakince başka bir otobüse binip geri döndüm. kalabalık olmayan bir durakta inip karşıya geçtim ve yol boyunca yürüdüm. özlediğim kadının yanına yaklaştığımda, üstgeçidin üzerindeki salak insanlar hala ben geçeyim hırsıyla oldukları yerde bekliyorlardı. gülümsedim, geçtim...

O'na o kadar yakın olup, enlem ve boylam olarak yakınlık bahsettiğim, hissettiğim uzaklığın coğrafi karşılığı yok. varsa da ben o coğrafya derslerine girmediğim için şu an tarif edemiyorum. öyle bir yakınlık ve uzaklık arasında, aynı aptal kalabalığın arasında sürüklenircesine, kendimi akıntıya bıraktım. üstüne üstlük kadını aradığımda ısrarla açmıyordu telefonunu. beynimi kemirmeye hazır kıskançlık tilkileri kan kokusu almış gibi beni köşeye sıkıştırıyordu. sonunda konuştuk, görüştük... bilirsin, dünyaya çarpmak üzere olan bir göktaşı vardır ve tüm ülke bilim insanları bir araya gelip çözüm ararlar. buldukları çözüm son anda dünyayı felaketten kurtarır filmlerini. kurtulan insanlar birbirine sarılır mutluluk gözyaşları vss... film biter. yanındaydım. ve zaman son düzlükte atağa kalkmış safkan ingiliz atı gibi tüm gücüyle koşuyordu. umursamamaya çalıştım. usulca eğilip saçlarını kokladım. biraz daha sokuldum yanına. sarıldım. ellerimi ellerinin arasına aldığında akrep ve yelkovanın hareket hızını hiçbir rasathane tarih boyunca kayıt etmemiştir eminim. önceki gecenin tüm o şiddeti, o karmaşası, fırtınası, yanardağ patlamaları onun kollarının arasında national geografic belgesli kıvamına bürünmüş, etrafını yakıp yıkmadan sönmüştü. O'nun yanında olmanın iyileştirici etkilerini şimdi sana anlatmaya kalksam, sırada bekleyenlere ayıp olur, ben susayım, sen anla...

O'na ayrlan zamanın sonuna öyle çabuk gelmiştik ki, artık gitmem gerekiyor dediğinde, daha sarılmadık bile diyemedim, sarıldım. daha doya doya öpüşmedik bile demekle vakit kaybetmemek için öptüm dudaklarından. hani derler ya dünyanın en mutlu erkeği bendim diye sevdiği kadınla birlikte olanlar, hepsi yalan! benden mutlusu henüz benden haberi olmadığı için kendini mutlu sanıyor.

ayrıldık sonra. kendime geldiğimde binlerce insan ve kitabın arasında buldum kendimi. arasında kaldıklarımın taşıdığı anlamların büyüklüğüne saygısızlık etmek istemem ama beni buraya getiren hiçbiri değildi. sosyal sorumluluk taşıyan her türlü eyleme katılan bir aktivistin bir kadına aşık olup tüm erdemlerinden vazgeçmesi gibi bir durumdu sanırım yaşadığım.tamam, abarttım ben hayatımın hiçbir döneminde öyle bir aktivist olmadım, ama olsaydım da onun için dönek olmayı kabul ederdim bu da yalan değil. O'ndan ayrılınca ilk hissettiğim açlıktı. kapitalist düzenin kamçıladığı ve karaborsanın kanımızı emmek için fırsat kolladığı bir yerde açlığımı bastırmak için fahiş fiyatla satın aldıklarımı yerken duvarda asılı ekranda adınızı gördüm. şu salonda kitabını imzalıyor gibi bir yazı akıp geçti gitti. önce umursamadım. sonra aklıma kitabınızın yanımda olduğu geldi. okuduğum kitapları yazarlarına imzalatmak gibi bir kaygım ya da isteğim olmadı hiç ama yaşadığım günün tuhaflığının bitmediğini hissedince o kalabalık ve karmaşık mekanda sizi kolaylıkla bulacağımı hissettim. hissettiğim gibi de oldu. hayata bu yüzden çok küfrediyorum. hissettiğim gibiler her zaman bu kadar kolay gerçekleşmiyor. yemeğimi yedikten sonra yerimden kalkıp, o hengamenin arasından sanki nereye gittiğimi biliyormuş gibi kendimden emin adımlarla hatta, yolumu kapatan nereye gittiğini bilmeyen insanlara söylenerek hızlı adımlarla yürüdüm. bir itiraf daha. sizi tanımadığım için sizin siz olduğunuz anlamak için kitabınızı imzalatmak için sırada bekleyenlerin ellerinde tuttukları kitaplara baktım. benim çantamdakiyle aynıydı, 'tesirsiz parçalar'...

şu an yanınızda olmam, bugün beni buraya getiren hayatın amacının ne olduğunu hala bilmiyorum. bazen akışına bırakırsın kendini ya, genelde hayat bizi hep akışında sürükler ne kadar müdahale etsek de. sanırım bu da böyle birşeydi. adımı sorduğunuzda anlatmak istediklerim bunlardı. ne adımı söyledim, ne anlattım... bir 'teşekkür', bir 'kolay gelsin...' yetecek gibiydi. yetti sanırım. neden anlatmadım? anlatsaydım sizin için yüzlercesinden biri olacaktım diye belki de, kendime sakladım. anlatsaydım, anlardınız. bir gün 'muhabbetle' imzasız günde buluşacağız. O kadın, ben ve benim gibi yazan bir adam olarak...

Bilinç'Ötemden Yansımalar-34

Bir dakikaları bile yok insanların, hissettiklerini durup yazmak için...
Bazı insanların hayatlarında kırılma noktaları vardır. O andan itibrane ne yapsalar, nereye gitseler, hangi işte çalışsalar hatta evlenseler bile uzaklaşamadıkları. Önceleri görmezden geldikçe, zamanla içini kemiren, unuttuğuna inandığı için farkına bile varmadan boşluğa dönüşen bir türlü yakasını bırakmayan kırılma noktası...

Bir sabah kalkıp bulabildiğin ilk otobüsle, kalan son koltukta yola çıkarsın. Yaklaştıkça hatırlar, hatırladıkça, geçen zaman içinde yaptığın tüm hatalar pişmanlıklar olarak bir kez daha yazılır borç hanene. Vadesi çoktan geçmiş, ödemeyi de aklından çıkardığın için omuzlarında yük olarak taşıdığın, her gün biraz daha ağır, her gün biraz daha teslim olur gibi bırakırsın kendini... Bıraktığın yerlerin seni kabullememesi yüzüne çarpar eksikliğliğini, usul usul bırakırsın kendini.

Komik olma gayesi gütmeden, hayranlık uyandırıcı özgüvenine tanık olup otobüsteki muavinin, bu tanıklık da hayatın suratıma çarptığı eksikliklerden biri olarak tarih sayfasındaki yerin alıyordur şimdi. Eğleniyor musun! Bir binanın üçüncü katında tek başıma oturup bir köşede, sorgulayan gözlerle sana bakıp yanından geçenlerin arasında yazarken bu satırları o kadar gülünç değilmiş diyorsun kendine. O yolculuk, o muavin, ilk otobüs, son koltuk, ironisi yaşayamayacaklarının...

belki de hiçbir zaman isteyerek yapmadım, son on beş yılda olan biten ne varsa. Ben sokağa çıkmam gerektiği için işe gittim, sevişmek gerektiği için belki de kadınlar aldım hayatıma, hatta evlendim. Bunların hiçbiri katılmadı bana. Sanki hepsini haberim olmadan biri kayda almış, sonra siyah beyaz bir ekrandan izlermiş gibi yaşadım.  Tuhaf onca yıl izlerken üzerimde eğreti duran bu hayatı ne kadar beceriksizce yaşadığımı bir türlü göremedim.Oysa binlerce film izlemiş, onlarca kitep okumuş,her zaman olmasa da ince ayrıntıları, alt metinlerde anlatılmak istenenleri fark etmek, bilgiç bir havayla etrafımdakilere bunlardan bahsedebilmekle över kendimi, egomu okşardım. Ya siz canım insanlar! Siz de mi benim kadar kördünüz? Benimle yaşarken, beni hayatınıza katarken, beni alıp kullanırken, benimle sevişip ağlarken, içip sızarken, kavga edip kızarken, sövüp sayarken, hiç mi fark etmediniz üzerime oturmaya bu hayatı? Nezaketen mi sustunuz? Sesinizi çıkarmayı bırakın imasını bile yapmadınız! Yoksa, yaptınız da ben o muhteşem körlüğüm, bencil egomla sizi de mi görmezden geldim... Bu hatanın sorumluluğunu kimseye atacak değilim, çünkü benden başka kimse ödemeyecek bedellerini, umarım...

Otobüs muavinin insan üstü gayretiyle sergilediği o yapmacıklık, kendinden emin beğenmişliği bir süre daha ilgimi oyalasa da, kafamın içinde uçuşup duran ancak şimdi sayfalarıma indirdiğim düşünceler, 'şimdi ne olacak?' sorusuyla sık sık kesiliyor. Nereye gittiğimi biliyordum ama neden gittiğimi, gittikten sonra ne olacağını belirsizlikler arasına bırakıp fazla kurcalamıyordum. Bir şehre ilk geldiğinizde birbirini tanıyan insan gruplarına fazla yaklaşmadan uzaktan izlersiniz ya bir süre, 'şimdi ne olacak?' sorusuna da aynı şekilde davranıyor, uzaktan soruyor, cevabı beklemeden kaçıyordum...

Bazı cevaplardan kaçamıyorsun. Bir süre kulaklarını kapatıyorsun o kadar. Geçmiyor, bekliyor sadece ağaçların arasına sinmiş avının yeterince koşup yorulmasını bekleyen pusuya yatmış aslan gibi. Gidebildiğin uzaklıklar yeter sanıyorsun yakalanmayacağına, yetmiyor... Bunu bile bile gidiyorsun işte bir umut, bir umut daha ekiyorsun aklına. Belki havalar bir süre daha iyi gider, belki ucuz yollu bir ev bulursun, belki biraz daha iyi bir iş hafta sonları ve geceleri çalışır, gündüz okursun. Onca yıl okudun da ne oldu sanki klişesine sohbet aralarında örnek olarak gösterilecek bir hayatın olduğu halde, ne kadar rezilce bir umut olmadı mı şimdi bu? Buna bile tutunmaya çalışmak, sanki hayatında daha önce tutunabilmişsin gibi...

Şehrin bir şekilde geri alır seni dişlerinin arasına. Ne kadar uzağa gidersen git işte, istersen cehennemin dibine git! yine de durduğu yerde dilini uzatıp başının üzerinde uçan sineği yakalayan kurbağa gibi tutup sonuna getirir. Şehrin iyi tanıyor çünkü seni, sorun kendiyse gittiğin her yere onu da götürdüğün için, başka şehirlerden geri dönüyorsun son otobüsle, ilk koltuğunda üstelik...

12 Kasım 2017 Pazar

muhabbetle...

gel ya da gelme... gelme deseydin canım çok yanardı. sana 'geleyim mi?' diye sorduğumda aklımda sadece bu vardı. ya gelme derse... 'fark etmez' dedin ve tüm hesapladığım acı eşiklerinin yıkıldığını hissettim. bunu söylerken ne kadar farkındaydın bilmiyorum. bunu duyduğumda tüm farkındalıklarım aksi ispatlanmış boş bir önerge gibi anlamsız kaldı. içten içe kendimi 'gelme' deyişine hazırlamışken, kontra atağa kalkmak için planlar yaparken bir anda sahaya atılan yabancı maddeler nedeniyle maç iptal edildi. ev sahibi olduğum için üç sıfır hükmen mağluptum. kalem kırıldıktan sonra hakime en acıklı bakışlarını yöneltsen görmezden gelir ya, o görevini yapmıştır. itiraz hakkımı sakladım. kelimelerini okurken gülümsediğim, duygulandığım, hüzünlendiğim yazarın kitabını imzalatmak için sıraya girmiş insanlar arasında buldum kendimi. beklerken, bir sürü senaryo yazdım, oynamaya hazırladım kendimi. içimden tekrar ettim, bugün tesadüfler şehrinde ilk defa sokağa çıktım günler ardından. aylardır görmediğim kadını görme ihtimalimi dün gece kaybetmişken, sabah yola çıkarken sizin kitabınıza tutundum otobüste. bir görsem yetecekti oysa, itiraz hakkımı yüzüne karşı kullanacaktım. bazen insan uçurumun kenarına ne kadar yaklaştığını, uzaklaşmadan anlayamıyor ya, şimdi burada masanıza bıraktığım kitabınız ve ayakta duran ben o uçurumun rüzgarından nasibimizi aldık da geldik yanınıza. o yüzden isimsiz imza atın, muhabbetle...

hayatın soğuk şakalarından biriydi, sana yüz metreden fazla yaklaştığım anda aramıza binlerce insandan baraj kurması. uzun zamandır hazırlıksız girmiyordum herhangi bir sınava. çalışıyor muydum? hayır tabi ki. ama bunu bilmek bile yeterliydi. önce kalabalığın arasına karıştım, sonra kalabalığı içime karıştırmadan uzaklaştım başımı yerden kaldırmadan. yürümem gerekiyordu, yıllardır hep yaptığım gibi yürüyüp üstesinden gelmek. yine atlar aklıma geldi, hayatları boyunca ayakta yaşayan tuhaf canlılar. şimdi düşününce tüm bunların ne kadar saçma düşünceler olduğunu görüyorum. o an düşünürken nasıl da mantıklıydı. bilmiyordum çünkü uçurumun kenarında dolaştığımı. ansızın çıktım karşına, beklemediğin an da... seni uzaktan ilk gördüğümde, durup bir kaç saniye, ellerin ceplerinde, yavaşça sol tarafına döndün. sonra diğer tarafına. boynunu saran şalın, ellerini soktuğun ceplerini düşündüm. ne kadar şanslı olduklarını bilmeden sana o kadar yakındılar ki... ansızın karşındaydım işte. içimdeki tüm o sana sarılma seni koklama seni öpme isteklerimi nasıl bastırdım hala bilmiyorum. zincire vurulmuş kürek mahkumları geldi aklıma. elleri ayakları demir iplerle sarılmış. ne adım atabiliyorlar istedikleri kadar büyük, ne kollarını açıp sarılabilirler sevdiklerine. 'fark etmez' zincirini o an uydurdum kendime.

yanına oturup sana bakmaya başlayınca çocukluğum saklandığı yerden çıktı. önce ellerini uzattı ellerine, sonra ürkekçe sokulup saçlarını kokladı. yine susuyorsun dediğinde sadece tadını çıkarıyordum yanında olmanın. yanında olmanın büyüsünü anlatabilir miyim bir gün bilmiyorum. ama o anı yaşamayı öğrendim sanırım. biraz daha yaklaştım sıcaklığına. 'fark etmez' zinciri kırılmıştı ama 'başkaları' vardı artık sana sarılmak ve seni öpmekle aramda. bunu da umursamadığımı fark etmen uzun sürmedi sanırım. kaç bin olduğunu bilmediğim insanların arasında yanında yürürken ve dolaşırken hayal aleminden dünyamıza yansıyan görüntüler arasında, heyecanın, mutluluğun, sana hiçbirini anlamıyorum dediğimde garipsemen bile, garipsedin mi? hiçbirini anlamıyordum ama hepsini ayrı sevdim, bir şekilde o an yanımda olmanın en büyük nedenlerinden biriydi her biri. aklımı seninle dolduruyordum, yalnız kaldığımda da kullanayım diye. sonra, ayrıldık.

sevgili yazar, masanıza imzalamanız için bıraktığım bu kitabı yanınıza getirene kadar yaşadıklarımı size anlatsam, büyük ihtimalle gülümseyip unutacaksınız. sorun değil. ama hayat aynen böyle değil mi? bir saat boyunca sırada bekleyip bir kitabı imzalatmak için, bir dakikadan kısa süre içinde ayrılmak oradan. döneceğin ev aynı, döndüğünde o eve sen aynı, sadece kitap, bir imza taşıyor üzerinde. bu kitap imzalatma merasimlerinin anlamsızlığına inanırdım her zaman ki hala saçma geliyor ama sanırım önemli olan o imzanın atılacağı ana kadar yaşananlar. demiştim ya, insan uzaklaşmadan göremiyor bazen uçurumun kenarına ne kadar yaklaştığını. sırada beklerken size bunlardan bahsedecektim ama ne kadar yorgun olduğunuzu fark edince, ne çok 'fark' yaşanmış bugün değil mi? evet bu son farkındalığımla imza atmadan önce adımı sordunuz. gerek yoktu, gülümsediniz. ne kadar fark ettiniz bilmiyorum ama, yanınızdan uzaklaşırken mutlu olduğumu biliyor gibi imzaladınız.
muhabbetle...

29 Ekim 2017 Pazar

Bilinç'Ötemden Yansımalar-33

bir ayrılığın ardından akılda kalan 'keşke' sözleri birikir içinde... boynunu önüne eğer sessizce kabullenirsin. bitmiştir. devam etsen yorgunluğun, katlanılmaz... bir gülümseme, bir çift kelime, 'keşke'lerin ardından sıralanan dilekler, olabilirdi, yapılabilirdilerle sıralanan mazeretler... evet olabilirdi ama ben olamazdım ozaman diyemez insan. alır ceketini astığı yerden, son bir defa kontrol eder, bir daha etmeyeceklerini, kapanır bir kapı daha, bir daha açılmayacak tarafından, ardında bırakır hayatı, yenisi henüz yazılmamış, daha iyisi olmayacak belki, daha kötüsü olabilir mi diye sormaktancekinir insan... çünkü ne zaman daha kötüsü olamaz dese hayat şaşırtır. elindeki ne, beklediklerin konusunda hayalkırığı batar içine. kanarsın...

bir kapı kapanır. yenisi açılacakmı bilmemenin ağırlığı içinde, hareketsiz kalırken, bu da geçti dersin kendine, diğerleri gibi, işte aynı geçti, hayat gibi... yarın sabah yeniden olmayacak, yeniden başlamayacak, bildiğin kokusu aynı toplu ulaşım araçlarının, yüzleri aynı gülümsemiyor insanların, şehrin aynı, gri sokakların, devlet memuru ciddiyetinde işine zamanında gelen ve giden, aklına düşenleri nerende saklayacaksın?

bir gece daha herşeyi yapabileceksin gibi hissederken, sabahında o kadar yorgun uyanmışsın sanki her şeyi yapmışsın da düzelmemiş hiç bir şey... zaman kazanmışsın, kazandığın zaman kazanırken tükenmiş, hepsini toplasan seni çıkarmaz bir yere, çıkamadığın yer uyanılacak gibi değil. gecesinde kalmak istersin. bir kadın tutar ellerinden. tutuldupun yerde kalırsın. nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan, olmuyor işte...


14 Ekim 2017 Cumartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-32

en çok da havaalanına girerken merak ediyorum. X-Ray cihazından geçerken içindeki dışındaki herşeyi gösteriyor ya ekranda, içimdeki diğer kişilikleri de görüyorlar mıdır diye? Mesela kalbimin bir yerinde o umursamaz bencil tavrıyla egosu everst dağını aşmış, coğrafya kitaplarına geçmesine ramak kalmış, ukalalığım sırıtıyor mudur? ekrana bakıp kontrolü yapan balık etli esmer kadına... Mesela içine kapanık sessiz, en gerektiği zaman bile susup başına gelecekleri hakettiğini ve kabullendiğini düşünen kişiliğim, karanlık bir kitle gibi mi görünüyor ciğerlerimin arasında? ya hoyrat, damarına basılınca çığrından çıkan, durduğu yerde duramayıp kolunu bacağını sallayan o çocuk, içimde gezinip duruyor mudur? başka bir ülkeye girerken bu kişiliklerim için de vize isterler mi diye endişe ediyorum bazen. Kendime zor vize almışken üstelik...

kaç insan yanında kurşun kalem taşır? Neden taşısın ki? ne gibi bir amacı olur, neye yarar kurşun kalem. olur olmaz yerde kırılır ucu. nasıl da nazlı...
-Şurayı imzalamanız gerekiyor...hayır kurşun kalem olmaz, buyrun bununla imzalayın....
Dediğinde bankonun diğer tarafında oturan kadın, hiç düşünmez mi kurşun kalemin kırılacağını? Ne yani kalemin kurşun olması onun işe yaramaz mı kılıyor? Düpedüz ayrımcılık bu. Bu da kalem değil mi! Ucu sağlam da olsa kırılır kalem, insan gibi, ucundan olmasa bile ayrıştırıldığı yerden kırılır, kırıldığı yerde kalır aklı. Zaten nasıl bir insan kurşun kalem taşır ki yanında?

Yol uzun, hele ki zorla kaldırmışsan kendini yataktan...  trafik berbat, hangi trafik güzel ki zaten? üstelik hava berbat, yağmur içimi ıslatıyor ve elimdeki karamsar şemsiye bir halta yaramıyorken, elinde şemsiye olmadan sokağa çıkmayan insanların, yağmurlu havayı sevmesindeki ironiyi farkeden yalnızca ben miyim? en çok mavi rengi sevenlerin gri renkli gökyüzü altında romantik hayaller kurması, yüzsüzlük değil de nedir?

kadınların mutsuzluğu, ilgilendikleri adamın dediklerini değil de demek istediklerini anlamıyor olmasından kaynaklanıyor. kadın hava kötü dediğinde, havadan söz etmediğini anlayacak adam istiyorlar ve bu adamın da onların ilgilendikleri adam olmasını istiyorlar. Yani kadın istiyor ki düpedüz sarıl bana demeden, adam sarılsın ve bu adam o olsun... Bu yüzden mutlu kadınların sayısı günden güne azalıyor. Dünya mirasını koruma listesinde hızla üst sıralara çıkıyorlar ama nafile...

Okuupun kitapta senden önce okumuş bir başkasının işaretlediği yerleri dikkatli okumadan geçip gidiyorsan, o kitap gerçekten iyi yazılmış bir kitaptır. Her kitap değil ama o kitap ikinci okumayı ve ikinci okuma için harcanacak zamanı hakediyordur. Bu güne kadar okuduğumuz kaç kitap bu kadar değerliydi? Ya diğerleri? Hepsi içimizde yerini alıyor. Bazıları içinde bize yer veriyor.

Schopenhauer haklıysa eğer, doğa türümüzün devam etmesi için bizi kandırıyor. Aşk denilen şey çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir kandırmacadan başka bir şey değil. Belki de bu yüzden tüm büyük dinlerde doğum kontrol yöntemleri ve eşcinsellik günah olarak gözterilip yasaklanmış. keşke bu doğaya karşı olan hassasiyetlerini ağaç kesmeye karşı da gösterebilseydiler. Bu ikiyüzlülük midemi bulandırınca kapitalizmin bir gün doğum kontrol yöntemlerini günah olmaktan çıkarıp yücelteceğini düşünüyorum.

İstemek ve dilemek kavramları arasındaki farkı düşünüyorum bir süredir. Gerçekleştirebileceklerimizi istiyoruz sadece. Bedellerini heaplayıp ödeyebileceklerimizi. Dileklerimiz ise aklımızın gerçek olabileceğini kabullenemediklerinden ibaret. belki tanrı bu yüzden vardır. Bizim gücümüzün yetmediği istekler için başvuru makamı. çoğu zaman bu dileklerimiz gerçekleşmese de yine de umudumuzu kaybetmiyoruz. Çünkü umut dediğimiz şey henüz gerçekleşmemiş hayal kırıklığıdır.

neler oluyor...

yeni mesajınız yoktur yazısını görmekten yorulup
kapatıp tüm pencereleri
kendimi şarkının melodisine bırakmak
neler oluyor....

iliklerine kadar istemediğin bir işe giderken
sabahın ayazı
kalabalığın umursamaz tavrı
ne çok insan gömülmüş kulaklıklarına
yoruluyorum görmekten
onlar sessizce
bakıyor ekranlarına
ellerindeki pencerelerin
nasıl kapatmışlar kendilerini
nasıl beceriyorlar bunu
tutunmaya gerek bile duymadan
neler oluyor...

usulca cebimden çıkarıp kulaklığımı
bende bırakıyorum kendimi
çılgınca eğlenen ama farkettirmeyen
yığınların arasına
masamın başına oturmuş
eşlik ediyorum şarkıma
panceremin ardındaki yağmur
içime yağıyor
sakinleşiyorum
neler oluyor...

tanımadığım bir kadının çıplak kolu üzerimde
saçlarının kokusunu anımsamaya çalışırken
otobüs durağında buluyorum kendimi
çok dolu diye binmemiş az öncekine
sonraki farklı gelecek sanki
kimin umrunda?
neler oluyor...

alnıma çarpan her damlada
biraz daha yukarı kaldırıyorum başımı
gözlerim kapalı
yüzümden süzülen sular
kollarımı iki yana açtığımda
yükseliyorum sanki
teras katında bir sandalyenin üzerinde oturmuş
mırıldanıyorum şarkımı
tanrıma daha mı yakınım artık?
neler oluyor...

lobotomi öneriyor doktorlar beynim için
bitkiye çevirecekler beni
açık mavi önlük üzerimde
bu hissizlik tenimdeki
çiçekler de acı hissetmez mi?
koparılırken
mırıldanır mı benim gibi
şarkısını...
neler oluyor?

deniyorum
her gün yeniden dua ediyorum
bir devrim için!
kollarımı iki yana açıp
avazım çıktığım kadar bağırıyorum!
neler oluyor...

söylemeyi beceremediğim şarkım
dudaklarımın arasından çıkarken
babamın umursamaz bakışları üzerimde
omzuma dokunan elinin ürpertisi
çekip alıyor beni kalabalıklardan
gülümsüyorsun
ve bunu başka kimse görmüyor
gülümsüyorum
herkes kendime güldüğümü sanıyor
eşlik ederken şarkıma
yutkunuyorum sözlerimi
eğilip dudaklarına yaklaşırken
bilmem kaç bin santigrat sıcaklık yayılıyor damarlarıma
kulaklarımdaki uğultu
parmak uçlarımda karıncalanma
lobotomi işe yaramamış
doktorlar şaşkın
otobüsün sıkışık yerinde
şarkımı daha yüksek sesle söylüyorum
uzaklaşıyor kalabalık benden
deli midir nedir sabahın köründe!
neler oluyor...

kapısına
bir çift ayakkabı bırakılmış evin önünden geçiyorum
nasıl sessiz
nasıl kapanmış içine
biraz daha sokulup
çıplak kolu üzerimdeki kadına
fısıldıyorum saçlarının arasından
belli belirsiz görünen güzel küçük kulağına
neler oluyor...

8 Ekim 2017 Pazar

zaman hatası

dört duvar yalnızlık
üç yanı sularla kaplı şehrim
iki yanı kentsel dönüşüme kurban edilmiş
iki daire verecekler ya
ikisi
bahçemdeki erik ağacı etmez...

kadınım yorgun
binlerce kilometre yol gözlemekten
 haritasından çıkmış çaresizlik
coğrağfi enlemler
yüzölçümü gibi çaresizliğin...

açık arttırmada önemsenmemiş
elde kaldığı için
değerinden ucuza satılmış
alan kişi öfkeli
yer kaplayacak deposunda
öyle bir hayat işte
ne yazsam
türk dil ve tarih kurumuna
uymayacak...

gerçeklik bulaşıyor düşlerime
doğru düzgün hayaller bile karaborsa
seni duşunebilmek için verdiğim rüşvetler
yeni cami temeline atılmış
her vaktini kazaya bıraktığım
kazası ahiretimde...

uyuyorsun şimdi
ne çok istedim seni
sabahım inkar yüklü
kızlık soyadım
kadınlık adımdan önenli sanki?

yağmur bahanemvar benim
yakalanmışım ansızın
sana geç kaldım
mazeretim yok
bu yağmur
örtmez günahımı
ne çok sevdim
sonuna denk geldin
öpsem seni
koynumda uyuyacaksın ya
ihanetim unuttugum kadınlara
ah'ları
bulmaz mı beni...

uyku sorunu

onlarca boşanma davasını kazanmış bir avukatın evlilik kararı alması gibi ironik bir hayattı bizimkisi. bir o kadar da hesaplı, hesapların tutturulamadığı. başkalarının yardımıyla ayakta kalan insanların hayatları kendine ait değildir artık. bir yabancı gibi içine tutsak yaşarlar bedenlerinde. hırsları, istekleri, öfkeleri arzuları hep başkalarının gözünde nasıl görünür diye dizginlenir, hep yarısında vazgeçerler yaşamaktan, yine de yaşarlar. gülümser gibi yapıp küfürler mırıldanırlar, kime neye belli değil. Belli etmemek gibi bir yetenek geliştirirler mecburen, çünkü sahip oldukları başkalarının lütfettikleridir. bunu bilmek ağır, bununla yaşamak daha ağır, unutamamak her gece yeni bir isyanın bastırılması için uğraşmaktır, uyuyamamak dedikleri...

telefon kartı bitse bile çöpe atmayıp saklayanlardandım ben... sanki o kartı saklamazsam, yaptığım tüm konuşmalar yalanmış gibi gelecek diye... Gerçekçi hayaller kurmaya çabalıyorum uzun zamandır. Gerçekleşebilme olasılıkları yüksek olsun diye. Kaybetme ihtimali binde bir olan ama kazansa da kar ettirmeyecek bahisler oynuyorum. Sırf kazanmış olabilmek için, ama onları bile kaybediyorum. şaka gibi, en soğuklarını derin dondurucusunda muhafaza etmiş hayat, en ihtiyacımz olduğunda sıcaklığına çıkarıp suratımıza vuruyor durmadan.

Başkalarının o kadar kolay elde ettiklerine ulaşabilmek için bir tarafımızı yırtıyor olmamız ve buna rağmen en fazla kıyısına gelebilmemiz bir lanet gibi çökmüş üzerimize. Şükretme müeesesi devreye hep böyle zamanlarda giriyor. Boşuna değil diyanet işleri başkanlığının bütçesinin bu kadar çok olmasının. Ülkenin yüzde sekseni isyan edecek olsa zengin kalmazdı. Bu yüzden yüzde sekseni şükretmek için diyanet işlerinden yardım talep ediyor.

işe gidip gelebilmek için verdiğim yol ücretine çalışıyor olmamı kim izah edebilir ki bana? Ve birilerinin bir akşam yemeğine verdiği paranın bundan fazla olmasını... Tüm gün el arabasıyla çöpleri karıştırıp kartonları toplayarak aç kalmamaya çalışanları göstererek şükretmem gerektiği konusunda vicdanımın üzerine oynamak böyle bir bütçe gerektiriyor olmalı. Başarıyorlar, yoksa dünyanın öbür ucunda sırf dindaşlarımız diye birilerine yardım istemek cüretine girmezlerdi. Sokağımızda faturasını ödeyemedi diye elektriği kesilen komşumuza yardım etmek yerine....

Sahi, siz hala dünyanın öbür ucunda yardıma ihtiyacı olanlara gönderdiğiniz paranın yerine ulaştığına inanıyor musunuz? Amacı insanlığa yardım olan kuruluşların, sokağınızdaki insana değil de, binlerce kilometre uzaktakilere yardım toplaması sadece bana mı tuhaf geliyor? Mesela kredi kartına sekiz taksitle kurban kestirmek yerine, o parayla maddi imkanları olmayan bir çocuğun okul masraflarını karşılasaydık, ya da parası olmadığı için ameliyat olamayıp ölüme gün sayan birine yardım etseydik, daha mı az sevap kazanacaktık Allah katında? İnsanlarımızın et yiyememekten daha büyük sorunları var artık. Açlık gibi, sağlık gibi, eğitim alamamak gibi... Ama biz kendimizin cennetteki yerini garanti altına alabilmek için hacca gidip arabistan ekonomisine katkıda bulunmayı tercih ediyoruz. Çünkü mümin kardeşlerimizin paraya ihtiyacı var... Din ticaretiyle cennetten yer satın alıyoruz ve kimse bunu sorgulamıyor bile. Gerçek İslam bu mu? 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir!' sözü lafta mı kaldı? Komşusu açken kurban kesen, hacca giden bunun için para harcayan, harcadığı parayı ne uğruna veriyor? Gerçekten vicdanımız rahat mı bu ibadetleri yerine getirirken? Cennetteki yerimizi garanti altına alalım da, bu dünyada kalanlar umurumuzda değil demek neresine sığıyor İslam felsefesinin?

ansızın içinde hissedersin, özenle kendine uzak tuttuklarını
inkarların işe yaramadığını anladığında
geç olur
yeni bir yalan için
yeni bir şehir beğenirsin haritadan
gitsen hayalini kurarken
yaşadığın tutsaklık
kaçsan
nereye?
kimden?
yel değirmenleriyle savaşmaktan yorgun
kılıcı kınında
zırhı üstünde ağır gelir
aşkı yüreğinde
aklı bir ayılsa
neler yapacak...
gözlerinden anladıkları
bir orgazm ertesi üşümek gibi
gelir tenine
 neye sarınsa
kime sarılsa
ürkekliğinin esrinde uykusuyla
içini çekse kollarında
açar gözlerini
sanmış gidecek gibi
usulca sarılmak geçer içinden
uyanmasın diye
duasına sığınır
dokunsa
ayılır belki sarhoşluğundan
şehrine geri döner
göçebe kavminden geldiğin için mi
her şehrin aşinası
kaldığın her ev
biraz daha yabancı
her yattıtğı yatak
kalk git artık diyecek
her kadın
içini çekse
kendinden bilecek...
yar'dan düşmüş
yarısını yazmış yarasının
sustuğu yer
yeni bir şehir
alıp başını geldiği
aklı geldiği yerde kalmış
kalbi kadında
içini çeken
ayağını çarpsa yürürken
kendinden bilecek...

hakkını verdik her sevişmenin
iklimi bozulmuş bir cografyanın
ansızın başlayan sağanak yağmuru gibi
dur durak bilmezken
durmuş aniden
ıslanmışız
iliklerimize kadar yorulmuşuz
karışırken birbirimize
uyanmayacakmış gibi
uyandık diyelim
inanmayacakmışız gibi
yalnız olduğumuza
kalbi kırıkların ülkesinde
görmemeyi öğrendik
ağlarken belli etmemeyi
dolu dizgin sevişirken
yorulmamayı
her bitişin ardından
daha büyük şehvetle sarılmayı
şimdi senin içinde çarpan kalp benim
benim içimdeki
kanatlarını açmış
yükseliyor alabildiğine...
öpüyorum tuzlu teninden
bu kokun var ya
siniyor ya üzerime
 uyandık diyelim
birbirimizden izler bulacaklar üzerimizde
biraz sen kalmış ben de
biraz ben
aklında
uyanmak buna engel mi?

16 Temmuz 2017 Pazar

Bölüm-5

-Çağan merhaba Fırat ben..
-Fırat naber yaa... Ne zamandır görüşmüyorduk.
-Evet, işler yoğundu bu aralar. Kusura bakma daha önce arayamadım.
-sorun değil, nasılsın keyfin nasıl? Geçen gün çocuklarla buluştuk senden bahsettik arayıp sormuyor diye. Sen de hayırsız çıktın.
-ne deseniz haklısınız kardeşim. Biraz koptum sizden. Sen hala aynı yerde mi çalışıyorsun? parıltı yayınevi?
-Evet, hala buradayım. Ama sıkıldım çok. varsa yeni bir iş değerlendirebilirim.
-Aslında bir iki aya kadar yeni bir iş çıkacak seni önermeyi düşünüyordum. tabi sen de kabul edersen.
-Nasıl bir iş bu? Şartları nasıl?
-benim şu anda yaptığım iş için yerime seni önerecektim ne dersin?
-nasıl yani?
-ben bir aya kadar işten ayrılacağım, ama yerime güvendiğim sağlam birini bırakmam gerekiyor. bence sen bu işlerin üstesinden gelebilirsin.
-bir saniye ağırdan alalım. ülkenin sayılı holdinglerinden birinde yüneticilik mi teklif ediyorsun bana?
-evet, tamam belki uzmanlık alanın olmayabilir ama bence yapabilirsin.
-...
-hemen cevap vermek zorunda değilsin. vaktin varsa arada gelir benim yanımda yaptığım işleri incelersin eğer sana uymazsa kabul etmezsin. ne dersin?
-Fırat, bu çok büyük bir iyilik. yıllardır seninki gibi bir işte çalışma hayali kuruyordum. Son konuşmamızda da bundan bahsetmiştim. Ama şimdi birden sen böyle söyleyince, kusuruma bakma lütfen. Biraz şaşırdım.
-Seni anlıyorum dostum. O yüzden biraz düşün hazır olduğunda yanıma gel daha detaylı konuşalım. Kafana takılan her soruyu cevaplayacağım.
-Sen neden bırakıyorsun işi? şu an da aklımdaki en büyük soru bu.
-Sadece bir süre uzaklaşmak istiyorum. Bu şehirden, insanlardan, karmaşadan...
-Anladım.
-Tamam dediğim gibi dilediğin zaman, sana uygun olduğunda yanıma gel. Sana yaptığım işle ilgili bilgi veririm. Bir de senden küçük bir ricam var eğer mümkünse.
-tabi, ne demek! yapabileceğim bir şeyse lafı bile olmaz.
-Okuldan bir arkadaş vardı Olcay, pek sesi soluğu çıkmazdı. hatırlıyor musun?
-Olcay?
-Evet Olcay. Bazen bizimle takılır bir şişe bira içmeden kafayı bulup sarhoş olup sızardı.
-haa dilsiz Olcay, hiç konuşmazdı. Sonra o şiir yarışmasını kazandı havalara girdi.
-Aslında havalara girmedi de, kızların ilgisini çekti diyelim.
-Sen hep böyle hümanisttin zaten.
-Neyse, Olcay bu yazma olayını abartmış biraz. Ama yazdığı roman bir kaç yayınevi tarafından kabul edilmemiş. Onunla iletişime geçip yardımcı olabilir misin?
-Olurum tabi ki, sen bana numarasını gönder kendisiyle görüşeyim.
-Tamam birazdan gönderirim. Kitabın masraflarını ben karşılayacağım yalnız. Yani mutlaka yayınlanmalı.
-Nasıl? Anlamadım?
-Yani yazdığı kitabın içeriği ne olursa olsun gerekeni yapıp yayınlayım. tüm masraflar bana ait ve bu aramızda kalsın.
-Sponsor mu oluyorsun?
-Öyle de diyebiliriz. Bence yetenekli bir yazar ama malum nedenlerden dolayı gözardı ediliyor.
-Malum nedenler derken? Kusuruma bakma böyle soruyorum ama, ne yazmış ki böyle neden kabul edilmemiş başkaları tarafıından?
-Aslında öyle çok sakıncalı şeyler değil. İşgüzar yayınevlerinin işine gelmemiş diyelim biz. Eğer bu senin için sorun olacaksa anlarım.
-Sorun olacağını sanmıyorum. ben onay verdikten sonra her kitabı yayınlarız. Yine de ben kendisiyle bir görüşeyim.
-Tamam. ben sana numarasını gönderiyorum şimdi. Diğer prosedürleri aranızda halledersiniz ama dediğim gibi, benden haberi olmayacak. Herşeyi siz yapıyorsunuz gibi görünecek.
-tamam Fırat'ım sen merak etme. Ben hallederim. Kendine iyi bak lütfen...

Saat on ikiye yaklaşıyordu. normalde bu saatlerde işlerini düzene sokup yemeğe çıkmak için hazırlık yapardı. Ama şimdi hala üzerinde pijamaları olduğu halde yatağının kenarında oturmaktaydı. Sekreterinin ısrarlı aramalarının hiçbirini cevaplamamıştı. Yatağından kalkıp mutfağa gidip kendine kahvaltı hazırlamaya başladı. Sekreteri bir yere kadar müşterileri idare edebilirdi ama patronunun kapısına dayanması an meselesiydi. Sukunetini koruyor olmasına kendisi bile şaşırdı. Önceden olsa evden on dakika geç çıktığında bile nasıl kalbi sıkışır, işe geç kalma düşüncesi rahatsızlığı kıvrandırırdı onu. Oysa şimdi nasıl da rahattı. Yavaş hareketlerle kahvaltısını hazırlayıp masaya oturunca küçük televizyonu açıp haberleri izlemeye başladı. Yükselen döviz kurları, düşen borsa, ülkedeki olağanüstü halin etkileri, işsiz kalan insanlar, eğitim sistemindeki çarpıklıklar, ülkenin gidişatı, hiçbiri ilgisini çekmiyordu artık. Sakince kahvalatısını yaparken kapısının çalındığını duydu. saatini kontrol etti. tahmin ettiği gibi tam vaktinde gelmişti patronu.

-hala yaşıyormuşsun!
-İçeri gel.
-Fırat! nasıl bir şaka bu? dünden beri bana dönmen için sana not bırakıyorum. Senin yüzünden zavallı kıza ağzıma geleni söyledim. Bana ulaşman bu kadar zor muydu?
-kapıda mı konuşalım yoksa içeri girecek misin?
-Ulan! neyse... Çay yaptın mı bari?
-Korumaların da içer mi? Onlara da vereyim.
-gerek yok! bana doldur bir bardak. Sonra da ötmeye başla ne oluyor?
 -İşi bırakıyorum.
-Bu yaştan sonra küfrettirme bana! ne demek işi bırakıyorum?
-işi bırakıyorum demek
-Bak Fırat! benimle dalga geçme! izin istiyorsan çık git parisemi romayamı nereye gidiyorsan git on gün bir ay tatilini yap ne demek işi bırakıyorum? delirtme beni lan!
-Patron ben...
-başlatma patronuna lan! hakan'ım ben Hakan! Senin arkadaşın! Ne oldu başına saksımı düştü, tersinden mi kalktın ne oluyor oğlum?
-Hakan abi, benden bu kadar. Yoruldum. Artık bırakıyorum. Yerime de çok sağlam birini buldum. yani işler aksamayacak.
-Ne işi oğlum? İş umurumda mı? ben sana ne oldu diyorum!!
-Abi gerçekten, bir süre uzaklaşmak istiyorum buralardan.
-Tamam oğlum dediğim gibi diledigin yere git kafanı topla sonra gel yine konusalım. Ne oldu sevgilinle kavga mı ettin.? Zaten sana göre değildi söylemiştim.
-Yok abi öyle bir şey değil.
-ne peki oğlum? Delirtme lan beni!
-Çayını iç abi.
-başlatma lan çayına!!! dalga mı geçiyorsun benimle? ulan tam işi büyütüyoruz sen gidiyorum diyorsun! Manyak mısın?
-Değilim.
-hala dalga geçiyorsun! oğlum söylesene ne oldu?
-Abi ciddiyim ben. yoruldum ve bırakıyorum. daha fazla sorma lütfen. Bundan sonra sana faydam dokunmaz benim.
-Senin faydanı isteyen kim?
-Afedersin abi haklısın ama gerçekten yoruldum artık kendime yeni bir yol çizmeye karar verdim.
-Sen ciddisin?
-Evet
-Çay güzel olmuş, bir bardak daha ver.
-Biliyorum bana kızıyorsun ama böyle olması gerekiyor. Yoksa seni yarı yolda bırakmazdım.
-Yolu falan boşver, her zaman yanındayım ben ama iyi düşündün mü?
-Düşündüm.
-Yani yoksun artık?
-Yokum.
-Peki. Nereye gideceksin?
-Henüz karar vermedim.
-Karar verince bana söyleyecek misin?
-Bilmiyorum
-Lan yalan söylemeyi bile beceremiyorsun hala!
-üzgünüm, böyle olmasını istemezdim.
-Bir şey olduğu yok. Sadece neye ihtiyacın olursa bana söyleyeceksin yoksa nerede olursan ol seni bulur gerekeni yaparım biliyorsun!
-Biliyorum.

Hakan gidince yatak odasına geri döndü. bir an için nefes alırken göğsünün sıkıştığını hissetti. hastalıgının belirtilerinden biriydi bu. Çok üzerinde durmadı. yapacak bir sürü işi vardı kısıtlı zamanı içinde. telefonunu eline alıp Mete'yi aradı.

-Mete selam naber?
-İyidir fırat senden naber?
-Olcay'la konuştun mu bahsettiğim işi?
-Konuştum, hatta bir denemesini yaptık oldukça iyiydi. bundan sonra birlikte çalışacağız.
-sevindim.
-Bu adamı nereden tanıyorsun bilmiyorum ama sen üstelemesen çoktan göndermiştim onu. Sana teşekkür borçlu.
-okuldan eski bir arkadasım ve yetenekli. senin de işine yarar diye düşündüm sadece.
-haklıymıssın, zaten işler durgundu bu sayede biraz hareketlenecek. baska bir istegin var mı benden?
-istek demeyelim estağfirullah, sadece rica
-seni dinliyorum.
-ona verecegin ücretin iki katını vermeni istiyorum, aradaki farkı ben karsılayacagım.
- o ne demek öyle?
-dediğim gibi demek işte
-fırat aramızda paranın lafı olmaz.. bu mekanı açarken ihtiyacım olan krediyi sen vermiştin bana unuttun mu? ona daha fazla para ver diyorsan tabi ki veririm senin karışmana gerek yok
-teşekkür ederim Mete, ama zaten sen üzerine düşeni yaptın. o yüzden senden fazlasını isteyemem.
-bu konuyu hiç konusmadık varsayıyorum. ben gerekeni yaparım senin için rahat olsun.
-eyvallah Mete, bir sıkıntı olursa mutlaka haberim olsun
- tamamdır, hafta sonu mekana gel birlikte iki tek atar sohbet ederiz. özledim valla.
-gelirim. şimdilik hoşçakal.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Bölüm-4

-Olcay Bey, taslağınızı editör arkadaşlarımız inceledi. Ama siz de takdir edersiniz ki romanınızda işlediğiniz konu pek popüler bir konu değil. Evet mitolojik efsanelerdeki tanrıları günümüz sosyal medya fenomenlerine benzetiyor olmanız, mitolojik olaylarla bugün yaşınılanlara göndermeler yapmanız bir yere kadar ilgi çekiyor. Ama bahsettiğiniz bazı konular, nasıl en doğru şekilde açıklayabilirim bilmiyorum ama biraz şey gibi...
-Açık konuşun lütfen, ikimizde bir çok şeyin farkında olacak yaştayız ve farkında olacak kadar ülkenin gerçeklerine hakimiz!
-Bahsettiğiniz, daha doğrusu anlattığınız bazı konular günümüzde yaşananlarla benzerlik taşıyor.
-Yani!
-Yanisi şöyle, editörümüzün not düştüğü konularla ilgili değişiklik yapıp biraz daha mistik hava katarsanız, ne bileyim mesela doğa üstü olaylardan falan bahsedip gerilim ya da korku temalı anlatımlarda bulunursanız kitabınızı yayınlayabiliriz.
-Evet editörünüzün düştüğü notları inceledim, bana diyorsunuz ki günümüzde nüfuz sahibi insanların ayaklarına basmayacak, etliye sütlüye dokunmayacak masallar anlatmamı istiyorsunuz!
-Bakın çok zengin ve akıcı bir diliniz var, anlatımlarınız, tasvirleriniz neredeyse mükemmel, okuyucuyu avucuna alıyor ama takdir edersiniz ki böylesine etkileyici bi dille yazmanız ister istemez okuyanların akıllarında soru işaretleri uyandıracaktır.
-Koyunları uyandırmadığım sürece sorun yok diyorsunuz?
-Lütfen, en nihayetinde ticari bir kaygı bu. Yayınevi politikamız gereği bazı konularda hassas olmamız gerekiyor.
-İktidara yakın olduğunuz için böyle davranıyorsunuz! Yarın başka bir iktidar gelince bundan önce yayınladıklarınızı ne yapacaksınız?
-Olcay Bey konumuz bu değil. Neyse, editörlerimizin tavsiyeleri doğrultusunda düzenlemeler yaparak eserinizi getirirseniz yeniden incelemeye alabiliriz. Şimdilik bu kadar.
-Aslında şöyle yapalım, siz iktidarı yalamak için nasıl bir roman istiyorsunuz onu açıkça söyleyin, ben de kelimelerimi hizmetinize sunayım!
-İyi günler Olcay Bey!

Masanın üzerinde duran dosyasını eline alıp arkasına bile bakmadan cam kapıyı çarpıp çıktı odadan. Bu görüştüğü dördüncü yayıneviydi ve neredeyse hepsinden aynı tepkiyi almıştı. İki yıl çalışıp araştırmalar yapıp ortaya çıkardığı roman, birilerini rahatsız edeceği düşüncesiyle sürekli red ediliyordu. Görüştüğü yayınevlerinden sadece bir tanesi kabul etmişti kitabı basmayı ama onlarda iktidara muhaliflerin düzenlediği bir konferansta konuşmacı olmayı kabul etmesi şartıyla. Oysa Ne kitabı yazmadan önce ne yazarken ne de şimdi siyasetle hiç bir ilgisi yoktu. tek derdi yazmaktı, aklındaki kelimelerdek kurtulmak için yazıyordu her zaman. Birilerine yaranmak ya da birilerini yermek için değil. Anlayamıyordu insanların onu kategorize edip sınıflandırmaya tabi tutmaya çabasını asla anlayamayacaktı...

Yayınevinin bulunduğu binaden çıktığı anda telefonu çalmaya başladı. Ekrandaki numara tanıdıktı. Son bir haftadır sürekli arayan, borcu olduğu bankalardan biriydi bu. Borcunu ödeyebilmek için yeni bir kredi çekmiş ama onu da ödeyemeyince sürekli aramaya başlamıştı bankalar. Part time çalıştığı işler dışında bir işi yoktu ve kazandığı ancak karnını doyurmaya yetiyordu ama artık dibe vurduğunu hissediyordu. Artık yazmayı bırakıp bir işe girip çalışmalıydı. Yazmayan bir Olcay? Bunu düşünemiyordu bile. Son bir ay içinde bulabildiği en iyi iş, bir barda garsonluktu. Öğleden sonra saat altıda başlayıp gece ikide biten. Borçlarını ödeyemeyecekti belki ama en azından bir kaç ay zaman kazandırabilirdi, ona kitabını yayınlatana kadar... Otobüs durağına geldiğinde oradan geçen otobüs hatlarını inceledi. Bir tanesi çalıştığı barın olduğu semtten geçiyordu. Oturup beklemeye başladı. beklerken yanına elinde bir demet kırmızı gül taşıyan en fazla yirmili yaşlarında bir genç geldi. Durağın diğer tarafına elinde o günlerin en moda giyim firmalarından birinin poşetini taşıyan aynı yaşlarda bir kız. Genç adamın telefonu çalar, konuşurken yüzü asılır. telefonu ilk açtığında söylediklerini duyabiliyordu ama bir kaç dakika sonra sanki fısıltıya dönen sesi rüzgarın uğultusunda kayboldu. Telefonu kapattığında gencin yüzüyle birlikte elinde taşıdığı güllerinde rengi soldu. Az önce yukarıya bakan çiçekler telefonun cebe konmasıyla birlikte yere eğilmişti. Durağın diğer tarafında beklemekte olan kız bunun farkında değil. Sadece genç adam ve onu izleyen Olcay farkında olan bitenin. Olcay ayağa kalkıp genç adama yaklaşıp ateşinin olup olmadığını sorar. genç adam ceplerini yoklayıp çakmağını çıkardığı an da Olcay bir dakika diyerek kızın yanına gider. genç adam bir an şaşırıp duraksar ve adını sonradan öğreneceği Olcay'ı izler. Olcay kıza duyamadığı birşeyler söyler, kız omzunda asılı duran çantasını açıp bir paket sigara çıkartıp içinden bir tanesini Olcay'a verir. Olcay sigarayı alıp genç adamın yanına gelir. Genç adam şaşkınlığın etkisinden kurtulup çakmağını ateşleyip sigarayı yakar. O an da kızın da az önce kendisinin yaşadığı şaşkınlıkla kendisine baktığını farkeder ve ne olduğunu anlayamamış gibi bir mimik takınır yüzüne, kız gülümser. Olcay sakin bir şekilde genç adamın yanında durarak sigarasını içmeye başlar. Bir kaç saniye sonra otobüs gelince kızı yanına çağırıp yarım sigarasın kıza verip otobüse binip uzaklaşır oradan. Kız kendisine bir emir verilmiş gibi Olcay'ın yanına gelip sigarayı alır ve öylece bakakalır arkasından.

-Ne tuhaf adam!
-Evet, benden ateş isteyince kendi sigarası var sandım ama gidip sizden sigara istedi.
-Benden sigara isteyince dilenci ya da tinerci sandım bir an ürktüm, çünkü sizin yanınıza geldiğini farkettim önce, sonra yanıma gelince sizin terslediğinizi düşündüm.
-Hayır, benden ateş istedi, ben çakmağımı çıkartınca sizin yanınıza gitti. Tuhafmış gerçekten.
-Evet, pardon benim otobüsüm geldi, size iyi günler.
-pardon! bu otobüse mi bineceksiniz?
-Evet?
-ben de öyle, yani başka bir otobüse binecektim ama gerek kalmadı.
-Oysa güzel çiçeklermiş, sahibine ulaşmayacağı için üzülmüş olmalılar, böyle boyunlarını yere eğdiklerine göre...
-Belki gerçek sahibini arıyorlardır...
-Nasıl yani?
-Lütfen siz önce binin.
-Teşekkür ederim.
-Otobüse binmeden önce ne demek istediniz anlayamadım?
-Bakın, çiçekler boynunu bükmekten vazgeçti.
-Evet, daha parlaklar şimdi!
-Buyrun, sizin almanızı istiyorum.
-Hayır, hayır teşekkür ederim ama bunu kabul edemem.
-Eğer kabul etmezseniz bu çieçekleri bir çöp kutusuna gömmek zorunda kalacağım, üstelik yaraşır bir cenaze töreni bile düzenlemeden.
-Bu çiçekleri kime aldığınızı bilmiyorum ama bana almadığınızı biliyorum.
-Adım Yusuf, 25 yaşındayım, bir teknoloji mağazsında çalışıyorum, üzerine fiyat etiketi koyabileceğin herşeyi satabilecek kadar çok kendime güveniyorum. Bu çiçekler ücretsiz!
-Adım Hilal, her ne kadar adınızı yaşınızı ve mesleğinizi az önce öğrenmiş olsam da yabancılardan karşılıksız bir hediye alma konusunda katı kurallarım vardır.
-O halde bu çiçeklerin cenaze merasimi olmadan bir çöp kutusuna atılmasının sorumluluğu size ait, nasıl isterseniz.
-Bundan sonra bir kadınla tanışırken ukala olduğunuzu da belirtmeniz gerekiyor, yoksa sizi hile yapmakla suçlayabilirler, şimdi benim yapabileceğim gibi.
-Daha önce işlediğim hiç bir suçta vicdanım bu kadar rahat olmamıştı...
..........

Olcay çalışacağı barın önüne geldiğinde daha bir saat vardı mesaisinin başlaması için. Personellere ayrılmış barın arka tarafındaki bölmeye gidip elindeki dosyayı bırakıp barın isminin yazılığı olduğu önlüğü giydi. hanüz kimse yoktu mekanda. Masaların tozunu alıp taburleri düzeltti. Daha çalışmaya başlayalı bir ay bile olmamıştı ama sıkılmıştı artık. Sipariş verecekler getireceğim. Masa boşaldığı zaman temizleyip yeni müşteriler için hazırlayacağım. Herkes gidince ortalığı temizleyeceğim. Bu rutin düşünceler arasında ilk müşteriler gelmeye başladı. Güler yüzle karşıladı onları. Her birini istedikleri yerlere oturtup siparişlerini aldı. Bir süre sonra omzunda asılı gitarıyla en fazla yirmi yaşlarında bir çocuk içeri girip sahneye doğru yöneldi. Ses sisteminde gerekli ayarlamaları yapıp şarkı söylemeye başladı.İlerleyen saatlerde mekan neredeyse tamemen dolmuştu. Başını hangi tarafa çevirse boşlan bardaklarını doldurmasını isteyenlerle gözgöze geliyor isteklerini yerine getiriyordu. kandaki alkol miktarının artmasıyla birlikte hem mekandakilerin hem de şarkıcının keyfi yerine gelmiş, doğal bir koro oluşmuştu. hep bir ağızdan söylenen şarkılar, boşalan bardaklar, dolan bardaklar, ayağa kalkarken sallanan insanlar, oturduğu yerden sesinin çıktığı kadar şarkılara eşlik edenler ki bazıları sessiz kalsa daha iyi olur, barda durup önüne konan her bardağı dolduran barmen, kasada oturan hesap fişlerin hesaplayan kasiyer, alkolü fazla kaçırıp hesaba itiraz ettiği için yaka paça dışarı cıkarılanlar, bazı masalarda tek basına oturup, tek basına yan masalarda oturan karşı cinslerini süzenler, tüm bunlar arasında gidip gelen Olcay... Saat iki olmak üzereydi. şarkıcı programını bitirip gitarını kılıfına yerleştiriyordu. İçeride sadece iki masada bir kaç kişi kalmıştı. Olcay diğer masaları temizlemeye ve tabureleri düzeltmeye başlamıştı bile. Şarkıcı gitarını omzuna asıp barın kapısından çıkarken bar sahibi içeri girdi. Kasanın yanına gelip hasılatı soruyor olmalıydı o anda Olcay'la gözgöze geldiler. Mekandaki son müşteriler de kalktıktan sonra masalarını temizliyordu.

-Olcay, biraz gelebilir misin, o işi başkası halleder. Hem daha erken temizlik yapmak için.
-Buyrun Mete Bey.
-Gülperi, Olcay Bey'in hakedişini hesaplayıp verir misin?
-Anlamadım? Yanlış bir şey mi yaptım? Neden ücretimi ödüyorsunuz şimdi? Daha ay başına bir kaç gün vardı.
-Bak Olcay'cım, seninle sürekli çalışman konusunda anlaştığımızı biliyorum ama senin de gördüğün gibi hafta içleri neredeyse bomboş ortalık. Sadece hafta sonları ya da tatillerde iş oluyor. Sen yine hafta sonları gelip burada takıl ücretini al, hafta içi de başka bir iş bakarsın kendine. Hem sen üzülme hem de biz üzülmeyelim öyle değil mi?
-Bakın Mete Bey, zaten part time işler bulabiliyorum ama bana sürekli bir iş gerekiyor. Çok fazla borcum var, kısa süreli işlerde kazandığım ancak karnımı doyurmaya yetiyor.
-Seni anlıyorum Olcay'cım ama seni sürekli işe alırsam sigortanı yaptırmak vergi vermek durumunda kalacağız. Sen de bizi anla, yorma gel iki kadeh içelim, otur dinlen biraz. Ne içersin?
-Sadece bira...
-Tamam bize oradan iki bira verin, kızım sen hesapladın mı Olcay Bey'in ücretini? Yarısı kadar daha ekle üzerine!
-Teşekkür ederim ama hiç gerek yok buna. Haketmediğim hiç bir şeyi istemiyorum sizden.
-Olur mu öyle şey Olcay'cım, eline sağlık geldiğin günden beri işini doğru düzgün yapıyorsun. Bunu bir çeşit ikramiye olarak düşün. Hem yeni olduğun için sana bahşişten pay da vermiyorlardır. Onu da telafi etmiş oluruz. Bu arada daha önce konuşamamıştık, senin bir mesleğin, bir uzmanlığın var mı?
-Hayır üniversiteyi yarıda birakıp askere gittim, geldikten sonra da orada burada kısa süreli ilerde çalıştım hep.
-Hımm.. Zor olmalı senin için. Yaş da ilerledikten sonra insanın bir işi öğrenmesi kalıcı olması zor olur. ben de senin gibiydim. Baktım bir iş yapamıyorum babamın da yardımıyla burayı açtım. Beki bir gün sen de kendine bir yer açarsın ticarete atılırsın ne dersin?
-Bu zamanda parası ya da birikimi olmayanların iş kurma hayali bile kurması çok zor. O yüzden pek düşünmüyorum.
-Hadi canım bu kadar çatma kaşlarını, umutsuz olma. Belki biriyle ortak olursun. Hem üniversite de hangi bölümde okudun? Oğlum ordan birer bira daha ver ama soğuk olsun. Ne bu böyle imamın abdest suyu gibi! Müşterilere de böyle mi veriyorsunuz birayı?
-Türk dili ve edebiyatı bölümünde okuyordum, ikinci sınıfta bıraktım okulu bazı nedenlerden dolayı.
-Hımm.. Devam etme ya da bitirme şansın yok mu dışarıda falan?
-Az önce dediğiniz gibi bir yaştan sonra öğrenmek zor oluyor!
-Sen zeki bir adamsın biliyor musun? Gülperi bahsetmişti geçen gün bir şeyler yazıyormuşsun. Yazar olursun kitap falan yayınlarsın belki?
-Aslında bir roman yazdım ama yayınevleri tarafından kabul edilmedi.
-Bir ara okumak isterim. Belki çevremdeki arkadaşlardan birinin tanıdığı yayınevi vardır onla konuşurum. En azından sanata katkımız olur ne dersin?
-Bir bira daha alabilir miyim?
-Gel şöyle masaya geçelim. Oğlum bardaklar boşaldıkça doldur bekleme istememizi. Başka neler yazarsın sadece roman mı?
-Kısa denemeler yazıyorum, anlık duygular ve düşünceler, kısa hikayeler bazen şiir...
-Ne zamandır yazıyorsun?
-Uzun zamandır hatırlamıyorum ne zaman yazmaya başladığımı.
-Vayy hatırlamadığın kadar uzun zamandır yazıyorsun ve şimdiye kadar seni kimse keşfedememiş. Yazık. Bak aklımda bir fikir var ama bugüne kadar hiç denemedim. Sesin güzel mi?
-Güzel derken?
-Yok yav şarkı söylemek için değil, yani güzel şiir okuyabilir misin?
-Arkadaşlar bazı şiirlerimi güzel okuduğumu söylerler ama ben emin değilim.
-Peki burada şiir gecesi yapsak sen müşterilerin istediği şiirleri hatta kendi şiirlerini sahneye çıkıp müzik eşliğinde okusan? Evet işte bu gözlerindeki ışıltıyı görmek istiyordum. Kabul et güzel fikir değil mi?
-Emin olamadım. Daha önce hiç topluluk karşısında şiir okumamıştım. Biraz ürkütücü geliyor bana.
-Bak açık konuşayım, istersem çok güzel sesli iyi şiir okuyan birilerini bulabilirim. Ama madem ki senin de paraya ihtiyacın var ve üstelik yazıyorsun sana bir fırsat vereceğim. Denemek için hafta içi bir kaç gece gelip bir kaç saat okursun bakalım nasıl tepki alacağız müşterilerden. Eğer tutarsa hafta sonuna alırız saatlerini, garsonluk yaparken aldığın paranın iki katını alırsın. Üstelik program boyunca içtiğin ücretlerde bizden olur. Ha ! Ne dersin? Hadi şerefe kaldıralım!
-Bu konuda kendime pek güvenmiyorum. Yazdığım şiirlerin bile güzel olduğunu sanmıyorum. O yüzden bilemiyorum.
-Canım sen de popüler şiirleri okursun. Hani şu sosyal medyada sürekli sözleri dönen şairlerin yazarların. Önemli olan güzel okuman. Dİnleyenleri mest etmen. Anlıyor musun? İNsanlar şiirleri senden dinledikçe daha çok içmeliler, daha çok içince ne oluyor?
-Sarhoş?
-Evet o da var, sarhoş olmak için daha çok içiyorlar biz de kazanıyoruz. Tamam Eğer bu fikrim tutarsa ve mekan dolarsa sana şimdi kazandığının üç katını ödeyeceğim.
-Bir şartım var!
-Şart?
-Şiirler dışında her gece kendi yazdığımı bir iki deneme yazısını ya da hikayeyi de okumak istiyorum.
-Bu biraz sıkıcı olmaz mı? Yani insanlar masal dinlerken sıkılabilirler.
-Dediğiniz gibi deneriz. olmazsa zaten değiştiririz ya da vazgeçeriz.
-Sevdim seni Olcay! Demiştim akıllı adamsın. Tamam hadi şimdi bir deneme yapalım çık sahneye.
-Şimdi mi?
-Evet hala içeride bir kaç müşteri var bakalım nasıl tepki vererecekler. Gerçi çoktan kafayı bulmuşlar ama olsun. Hem görmüş oluruz.
-Yalnız, yanımda hiç şiirim yok.
-Aklında da mı yok yazdıklarından?
-Hayır
-Nasıl bir şair kendi yazdığı şiiri aklında tutamaz ki?
-Belki şair değilimdir.
-Gülperi! diz üstü bilgisayarı getirirmisin? Tamam internetten kafana göre bir iki şiir bul çık sahneye, Oğlum! Olcay abinin sesine göre şu ses sitemini ayarlayın hemen, sakin bir müzkte bulun, bak ama sadece müzik söz olmasın! Hadi bakalım Olcay göreyim seni, ha biranı da al yanına...

Olcay oturduğu yerden kalkınca hafifçe sallandığını hissetti. Bir süre ayakta sabit durup yarısı dolu bira bardağını da alıp sahneye çıktı. Her gece müzisyenin oturduğu yüksek koltuğa oturuken Gülperi diz üstü bilgisayarı notaların konduğu yere bırakıp, Olcay'a gülümseyip indi sahneden. Olcay bilgisayarın internete bağlı olup olmadığını kontrol edip kendi blog sayfasına bağlanıp, eskiden yazdığı şiirlerden birini açtı. Aynı anda ses sistemini ayarlayan çocuk Olcay'dan mikrofana yaklaşıp konuşmasını istedi. Olcay'ın ağzından çıkan ilk kelimeyle birlikte tiz bir ses bütün barı yalayıp geçti adeta. İçeride son kalan müşteriler bir an ayılmış gibi dikkatli bakışlarını Olcay'ın üzerine çevirince utandığını hissetti. Kan yüzüne baskı yapıyordu adeta. Kalan birasını bir dikişte bitirdi sakinleşebilmek için. Birasını bitirip bardağı yere bırakırken garsonla göz göze gelip yeni bir bardak daha istediğni işaret etti. Garson işareti görür görmez hızlı bir şekilde bıra doldurup yanına getirdi. Bir yudum daha aldıktan sonra Olcay şiiri okumaya başladı. İlk bir kaç mısrada sesi çok az çıkınca ses sistemini ayarlayan çocuğun ikazıyla durdu. Çocuktan tamam işaretini alınca en baştan okumaya başladı. Sesi şimdi daha iyi duyuluyordu. Okumaya devam ederken çocuk başka ayarlarda yapmıştı. Artık sesi ona ait değilmiş gibi, hafif ekolu, biraz derinden gelmeye başladı. Üzerindeki heyecanı atınca çalan müziği hissetmeye başladı içinde. Müziğin temposuna uyarak sesini azaltıp arttırıyor, bazı kelimelerin üzerine vurgu yapıyor, bazı satırları nefesini tutarak okuyordu adeta. Bazı mısralar arasında durup bir yudum bira alıyor, derin bir iç çekiyor öncekinden daha içli bir şekilde okumasına devam ediyordu. Şiiri bitirene kadar bilgisayar ekranından ayırmamıştı gözlerini. Sanki kendi odasında az önce seviştiği bir kadına okur gibi okumuştu. Şiir bitirip başını kaldırınca müşterilerle göz göze gelmişti. Barın iki ayrı ucunda oturanlar ne zaman onun dibine kadar gelmişti ki? Şiir bitmiş, Olcay susmuş, müzik durmuş, aynı anda sanki zaman da durmuştu. Ne müşteriler, ne Mete ne de çalışanlar, hiçbiri hareket etmiyor büyülenmiş gibi ona bakıyorlardı. Bir kaç saniyelik zaman durması herkesi sarmıştı. İlk kendine gelen kasada duran Gülperi, yavaş ama kendinden emin bir şekilde alkışlamaya başlamış, ardından müşteriler, Mete ve diğer personeller de alkışa katılmışlardı. kendini tuhaf hissetti. Yerde duran bardağına doğru eğilip eline aldı. Sonra doğrulup sahneden inecekti ki müşterilerin arasından bir kadın bir tane daha okumasını rica etti. Kadının isteğinden sonra Mete'yle göz göze gelince onaylarcasına başını salladığını görünce yeniden yerine oturup başka bir şiirini açtı bilgisayar ekranında. Ses sistemiyle ilgilenen çocuk bu defa bir piyano sonatı açtı. Müzik çalmaya başladı. Bir kaç saniye kendini müziğin sihirli kolları arasına bırakıp içine işlemesine izin verdikten sonra okumaya başladı. Okudukça başka bir dünyanın içinde yol aldığını hissetti. Hiçbir kaygının, acının, üzüntünün olmadığı, kendi dünyasının içinde kollarını açmış süzülüyordu adeta. Bitirdiğinde daha önce olduğu gibi yine kimseden ses çıkmıyor herkes dikkatli gözlerle ona bakıyordu. Bu defa başını kaldırmadan bir yudum aldı birasından. Mete ayağa kalkıp müşterilere teşekkür ederken önmüzüdeki günlerde şiir geceleri yapacaklarını açıkladı. Artık kapanma zamanı geldiği için müşterilere hesap pusulalarının gönderilmesini istedi çalışanlardan.

-Olcay'cım sen neymişsin böyle yaaaa!!! Daha önce neden denemedik bunu. Hepimizi mest ettin gerçekten. Gülperi kızım! Cumartesi gecesi gelecek olan şu şarkıcı kadın vardı ya, adı neydi? neyse, hani şu çok para isteyen kapris yapan, ona söyle bu hafta iptal. Olcay Bey çıkacak sahneye. Bak Olcay'cım bu cumartesiye kadar sen düzenle şiirlerini, gelirsin buraya aynı az önce olduğu gibi okursun. Bu defa yanında bizim gitarist çocuk da olur. Birlikte kararlaştırırsınız, ne istiyorsan onu çalar. Eminim çok iyi olacak!
-Peki deneme yazılarım ve hikayalerim?
-Eğer onları da bu kadar güzel okuyabiliyorsan, küfür etsen umurumda değil! Yeter ki insanları büyüle! Şimdi evine git dinlen biraz, Oğlum! oradan bir şişe viski ver Olcay abine, Seninle güzel işler yapacağız Olcay'cım...

Mete, Olcay'ın karşılık vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp uzaklaştı yanından. Olcay siyah bir poşet içinde kendisine verilen viskiyi alıp diğer çalışanları başıyla selamlayıp dışarı çıktı. Bu yaşadığı duruma sevinse mi üzülse mi emin olamıyordu bir türlü. Para kazanıp rahatlayacak olma düşüncesinin yanında şiirleriyle insanları sarhoş etme düşüncesinin iyilik/kötülük hesaplaşması vicdanını rahatsız ediyordu. Neden bazıları yazdıklarını beğenmiyor diye, beğenecek olanların okumasına engel oluyordu ki bu sistem? belki de yazdıklarını okuyanlar yakın çevresi olduğu için o kırılmasın diye çok beğendiklerini söylüyorlardı. Zaten yıllardır açık olan blog sitesini takip eden sadece bir kaç kişi vardı. O halde yazdıkları, eserleri! onlara eserlerim diyemiyordu ki hala... Kendini bir sanatçı, bir yazar, bir şair olarak bile görmüyordu. Peki az önce dinleyip onu çok beğenenler? Sadece sarhoş oldukları için mi beğenmişlerdi? O halde cumartesi gecesi de insanlar sarhoş olunca çok beğeneceklerdi. Evet, tam olarak buydu. yazdıklarını sadece sarhoşlar beğeniyordu. O halde o da sadece sarhoşlarla paylaşacaktı yazdıklarını. Neden olmasın? Kolunun altına sıkıştırdığı siyah poşete sarılı viski şişesini hissedip biraz daha içmek istedi o an. Adımlarını hızlandırırken arkasından gelen bir sesle duraksadı.

-Olcay Abi!!
-Gülperi?
-Ne kadar hızlı yürüyorsun öyle, sana yetişeceğim diye nefes nefese kaldım!
-Afedersin farkında değildim. Bir şey mi oldu? Hesaplarda bir hata falan mı var?
-Hayır, bir şey yok. Seninle yürümek istedim. Çok güzeldi şiirlerin, sesin, okuma tarzın... Tarif edemiyorum ama öyle içten ve nasıl deniyor??
-İçine...
-Hah evet! içime... Özür dilerim senden, daha önce bahsetmiştin yazdığından hatta blog sayfanın adresini de almıştım ama ne yalan söyliyeyim, herkes blog sayfası açıyor herkes bir şeyler yazıyor artık. Onlar gibi sanıp bakmamıştım. Ama bu gece pişman oldum. Eve gider gitmez hepsini okuyacağım.
-Teşekkür ederim Gülperi, ama büyütülecek bir şey yok. Öylesine yazılmış yazılar şiirler işte. Bu yüzden uykusuz kalma.
-Saçmalama yaaa... Mekandaki müşterileri görmedin mi? O kadar içtiler sen şiiri okurken hepsi ayıldılar ve yeniden sarhoş oldular. Gerçekten harika okudun. Hem Mete kolay beğenen bir adam değil, cumartesi gecesine seni koyması ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Laf aramızda o şarkıcı kadını hiç sevmiyordum. Burnu havada züppenin teki. Yok onu istemem, yok bunu getirin, yok ses sistemi kötü, yok gitarist acemi... Şarkı söyleyemiyorum demiyor da ona buna bok atıyor!
-Bilemiyorum, ben çok anlamam ama müşteriler eğleniyordu.
-Sarhoş olunca herkes eğleniyor, Ben çıkıp söylesem ben de eğlendiririm!
-Belki söylemelisiniz...
-Şaka yapıyorsun değil mi?
-Hayır, ben de şiir okuyacağıma inanmıyordum. Beğendiğine göre sen de bir gün şarkı söylersin.
-Sen çok özel bir insansın biliyorsun değil mi?
-Özel olmanın maddi karşılığı olmadığı sürece bu çok önemli değilmiş gibi geliyor artık.
-Amaaann abi, biraz kendini sev, değer ver. Her şey para değil!
-Çok şey para, neyse, nerede oturuyorsun sen? seni bırakayım bu saatte yalnız gitme.
-Aslında, biraz da o yüzden seninle konuşmak istemiştim ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...
-Nasıl yani? Rahat ol, bir sorun mu var?
-Şey, abi sen yabancı değilsin. benimkiyle tartıştık biraz. Daha doğrusu bildiğin kavga ettik. Kovdu beni.
-Sen ailenle kalmıyor muydun?
-Burada çalışmaya başlayınca babamla tartıştım o da beni evden kovdu. Yani kısaca bu gece gidecek bir yerim yok. Acaba?
-Bu pek iyi bir fikir gibi gelmedi bana. Başka bir arkadaşın yok mu gidebileceğin?
-Yok, yani bu saatte kime gideyim ki? Neyse bir otel de kalırım bu gecelik çok önemli değil.
-olur mu öyle şey? Saçmalama! Ama şimdiden uyarayım seni, evim biraz dağınık ve pis olabilir. Bir misafir beklemiyordum çünkü.....


6 Temmuz 2017 Perşembe

Bölüm-3

-Dün seni aradığımda beni tanıyamadığına inanamıyorum hala! Kızım nasıl unutursun beni dört yıl boyunca aynı evde yaşadık!
-Gizem çok özür dilerim inan, telefonum arızlanınca herkesin numarasını kaybettim, beni aradığında biraz dalgındım ama sonra hatırladım.
-Evet! Ben hatırlattıktan sonra... Hani ölene kadar sen sevgilim, ben gizemlin olarak kalacaktık. İki yıl uzak kalınca unutulduk tabi. Bulmuşssundur kendine bir yakışıklı oh mis!
-Saçmalama Gizem, yakışıklıları sürekli kapsama alanına alan sendin unuttun mu? Neredeyse okulu uzatacaktın adamlar yüzünden. beni kendinle karıştırma!
-Tamam Sevgilim, kızma hemen, takıldım sadece... Eee, ne var ne yok neler yaptın görüşmeyeli, ha şu gideceğin iş ne ile alakalı, çalıştığın yerden memnunsun sanıyordum, tabi iki yıldır hala aynı yerde çalışıyorsan.
-okuldan sonra bildiğin gibi kaldım hep, çok fazla değişiklik olmadı hayatımda ve evet aynı iş yerindeyim hala. memnunum aslında bir sıkıntı yok ama bu gideceğim görüşme çok büyük bir firmanın satın alma müdürlüğü. Eğer bu işe girebilirsem sonra çok daha iyi yerlere gelebilirim. Çok teşekkür ederim yanımda olduğun için, inan öyle heyecanlıyım ki...
-Tabi kızım eski bir arkadaşı yeniden görmek değil de, iş görüşmesi nedeniyle heyecanlısın anladım... Tamam, tamam asma hemen yüzünü. Görüşme saatine ne kadar kaldı? Geç kalmayalım sonra...
-Yok geç kalmadık, birazdan kalkarız önce çaylarımızı bitirelim, İstersen sen burada bekle beni çıkışta yanına gelirim, birlikte bir şeyler yaparız. Hem iki yıl boyunca Almanya'da neler yaptın merak ediyorum. Almanca'nı geliştirebildin mi bari?
-Sorma, radarıma çok yakışıklı Alman bir çocuk takıldı, dilinin tüm inceliklerini öğretti bana. Ne o kızım hala yüzün kızarıyor ben böyle konuşurken, hiç değişmemişsin.
-Sen de sürekli böyle konulardan bahsedip utandırıyorsun beni. Zevk mi alıyorsun?
-Kız, yoksa hala biriyle birlikte olmadın mı?
-Oldum tabi ki! Ama altı ay önce ayrdıldık.
-Vay vay vay... Sevgiliye bak sen, Madem birlikte oldun neden hala yüzün kızarıyor ben böyle konulardan bahsederken. Bak! gözlerini kaçırıyorsun hala...
-Ben kalkayım, görüşme saati yaklaştı.
-Kaç tabi hemen sıkışınca, neyse dur ben de geliyorum.
-Gizem, gerçekten senin gelmene gerek yok. hem belki orada oturup beni bekleyeceğin bir yer de olmayabilir. Sıkılırsın.
-Sevgi! Hala adını böyle sert söyleyince yelkenlerini suya indiriyorsun. Kızım hadi yürü, geç kalacaksın şimdi.

Çantasıyla birlikte özgeçmişi ve kafasında tasarladığı bir projenin çıktısının olduğu kağıtlarla dolu kalın klasörü kollarının arasına alıp arkadaşıyla beraber yürümeye başladılar. Gidecekleri yer çok uzak değildi. Yol boyunca eski günleri, eski arkadaşları hatırlayıp sıkça gülüşerek yürüdüler. Firmanın bulunduğu gökdelenin önüne gelince ikisi de bir an durup ne kadr yüksek olduğuna baktılar. Gizem, Sevgi'den daha önce toparlayıp kendini arkadaşının kolundan tutup giriş kapısına doğru sürüklercesine çekti. Kapıdaki görevlilere iş görüşmesine geldiklerini söyleyip gidecekleri yeri öğrenince asansörlerin olduğu bölüme geçtiler. Attığı her adımda kalp atışları hızlanıyordu. Kulakları uğuldamaya başladı. Yanında yürüyen Gizem bir söylüyordu ama suyun altındaymış gibi boğuk sesler duyuyordu sadece. Önünde durdukları asansörün kapısı açıldığında dışarıya doğru siliütlerin çıktığını hissetti sadece. takım elbisleri içinde adamlar, şık kıyafetler içinde kadınlar ve yoğun bir parfüm kokusu... Zorlukla başını kaldırığ baktığında O'nunla gözgöze geldi. Tüm o bulanık görüntüler arasında net olarak seçebildiği bir çift siyah renkli gözdü. O an etrafındaki tüm şekiller olması gerektiği gibi düzelmeye başladılar. Derin bir nefes aldı. Siyah bakışların altında gülümseyen dudaklar, geniş omuzları saran dar bir ceketve kokusu... Parfüm değildi bu, saf ten kokusuydu ve öyle güzeldi ki... Bir yerlerden anımsıyordu, nereden olduğunu aylar sonra anımsayacaktı ilk defa kollarının arasına alıp saçlarını okşadığında.

Adam için bir kaç saniye, kendisi için zaman kavramının anlamsızlığı kadar bir süre karşısında durduktan sonra kenara çekilip onun asansöre binmesine izin vermişti. Sonra hafifçe omzuna değen omzuyla birlikte çıkıp gitmişti asansörden. Gizem kıvılcımları hissetmiş, asansörün kapısı kapandığı an da arkadaşının kolunu sıkıp, adamın ne kadar hoş olduğundan bahsetmeye başlamıştı bile. Evet, bakışları kokusu duruşu ve sonra hareketlenmesiyle, her eylemiyle bahsedilmeye değerdi. Ama kendini çabuk toplayıp şehirden uzaklaşan asansörün içinde görüşmenin yapılacağı yere yaklaştığının farkına çabuk vardı.
...........................

-nasıl geçti?
-Güzeldi
-bu kadar mı yani? Kızım bir buçuk saattir içeridesin ve senin yaptığın yorum sadece güzeldi mi?
-Ne diyebilirim ki, sordukları soruları cevapladım, projemden bahsettim. beğendiler sanırım. Eğer onaylanırsam ikinci görüşmeye çağıracaklar. Neyse şu an çok gerginim. Gidip biraz alışveriş yapalım olmaz mı?
-Açıl susam açıl! Sihirli kelimeleri söyledin bebeğim. Gidip kutlayalım zaferini...

yaklaşık bir saat süren mağaza gezme trafiğinin ardından kendilerini yorgun bir şekilde teras katındaki kafenin sedir sandalyeleri üzerine bırakıp kahve söylediler. Ellerindeki alışveriş torbalarını yere bırakarak.
-oturduğumuzdan beri elindeki telefonu bırakmadın! Eski sevgilini mi kontrol ediyorsun hayırdır?
-Saçmalama Gizem. ben öyle şeyler yapmam
-versene şu telefonu!
-Ya ne yapıyorsun? geri ver telefonumu!
-İnanmıyorum sana ya!! Hala bu yazıları mı okuyorsun?
-ne varmış okuyorsam adam güzel yazıyor!
-Adam olduğunu nereden biliyorsun. Sahte bir isim ve profilinde saçma bir resim. Okuldan beri takip ediyor musun bunu?
-Kim olduğunu ya da ne oldugunu bilmiyorum. yazdıkları doğal ve sahici. Dün gece yazdıklarını okuyorum. Zaten ne zaman ne yazacağı belli değil
-Bir sürü yazar varken tekipçi sayısı oniki olan birini okuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Tamam bunu bir yere kadar anlarım. bari mesaj atıp kim olduğunu öğrenseydin.
-Atmadım mı sanıyorsun? Bir sürü yorum yaptım ama tek kelime söylemedi.
-benim kadar Gizemli yani, doğru söyle lan beni bununla mı aldatıyorsun?
-hayır. sadece yazıyor. bir beklentisi olmadığını hissediyorsum. bazen günlerce yazmıyor, bazen bir anda bir sürü yazı ekliyor. ne yorum yaparsam yapayım cevap vermiyor. sanki tüm dünyadan kopmuş, kendi içinde yaşıyor. böyle biri olabilir mi?
-yakışıklı ve almanca biliyorsa üzerinde durmaya değer. yoksa sadece senin abartmandan ibarettir. Neyse madem okumayı seviyorsun al telefonununu iyi okumalar.
-tamam, afedersin saygısızlık yapmak istemedim sana sadece ilgimi cekmişti son eklediği yazı
-yıllardır çekmiyor mu zaten?

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Bölüm-2

-Bakın bir yanlışlık olabilir mi? En son ne zaman doktora gittiğimi bile hatırlamıyorum. Yılda bir defa grip olurum, onu da yatmadan atlatırım. Siz şimdi kalkmış en fazla altı ay ömrüm kaldığını söylüyorsunuz. Şakamı bu?
-Bahsettiğmiz bu hastalık son ana kadar kendisini gizleyebilir, bir çok hasta herhangi bir sağlık sorunu hissetmediği ya da hissettiği rahatsızlıkları önemsemediği için teşhisde bulunmakta geç kalınır. Yaptığımız detaylı kan testleri ve filmlerden anladığımız kadarıyla hayatınızı düzenli bir şekilde yaşarsanız en iyi ihtimalle bir yıl olabilir. Düzenden kastımız içki ve sigarayı bırakacak, stresli ve sizi mutsuz eden ortamlardan uzak duracak, uyku ve yemek saatlerinize dikkat edecek ve sağlıklı gıdalar tüketeceksiniz. Bununla birlikte gerekli tedavilere hemen başlayacacağız. Yapılan araştırmalara ve elimizdeki bulugulara göre hayatta kalma şansınız yüzde onbeşten yüksek değil.
-Matematiksel bir denklemden bahsediyorsunuz sanki. Peki bu dediklerinizin hiçbirini yapmazsam neler olabilir?
-Yani aynı şekilde hayatınıza devam ederseniz, en iyi ihtimalle altı ay yaşarsınız. Son aylarınız oldukça ağrılı ve sorunlu geçebilir. Eğer tedaviyi kabul etmezseniz hazırlayacağımız beyannemeyi imzalamanız gerekiyor.
-Yani ölüm kararımı kendimin aldığını, sizin bir sorumluluğunuz olmadığını ispatlayacak bir belge?
-Lütfen bizi yanlış anlamayın bu tamamen yasal prosedürlerin gereği hazırlanmış bir belge. Ve evet durumunuzun bahsettiğiniz gibi bir yönü de var, bu bir gerçek.
-Anlaşıldı, siz beyannameyi hazırlayıp bana haber verin, ben biraz düşünmek istiyorum izin verirseniz.
-Fırat Bey düşünebilirsiniz tabi ki ama siz karar verene kadar geçen her dakika aleyhinize işliyor. Bunu unutmayın.
...............

Hastanenin kapısından çıkar çıkmaz bir sigara yakmak için elini cebine attığında, sigara içilmez uyarılarının yazdığı afişleri gördü. En azından bahçenin dışına çıkıncaya kadar bekleyebilirdi. Sigarayı dudalarının arasına alıp, behçeden çıkana kadar bekledi. Şehrin en büyük ve en iyi hastanelerinden birinde en iyi doktorlar tarafından muayene edilmişti. Yanlış teşhiş olabilir miydi? Olabilirdi tabi ki, insanlar her zaman hata yapar. Yöneticilik hayatı boyunca hep insan hatalarının sonuçlarıyla uğraşmamış mıydı? İşinde ne kadar uzmanlaşmış olursa olsun, insan faktörü her zaman hata yapmaya elverişliydi. Bu yüzden kimseye sonuna kadar güvenmiyordu kendisi dışında. Yurt dışındaki hastanelerden birine gitmeyi düşündü. İşinden bir haftalığına tatil bahanesiyle izin alır, dünya çapında bu hastalık konusunda ün salmış doktorlara muayene olur ve o zaman yeni bir plan yapabilirdi sonraki hayatı için... Neyi planlayacağım diye sordu kendine. Tüm hayatı boyunca gideceği okullar, alacağı eğitimler, gideceği kurslar, yapacağı işler hep bir planlamanın parçasıydı. Ya bu hastalık? hangi planda yer alıyordu?

İşyerinin bulunduğu dış yüzeyi camla kaplı gökdelenin önüne gelmişti.Kapıda duran güvenlik görevlilerine selam verip içeri girdi. Cebinde taşıdğı şirket kartını turnikelere okutup geçti. Binanın diğer tarafına bakan en uçtaki asansörün düğmesine basıp beklemeye başladı. Asansörün bir tarafı şehre bakıyordu. 22. katta bulunan ofisine çıkarken bulutların arasına yükseldiğini hissederdi. Öldüğüm zaman da böyle mi olacak diye düşünüp keyiflendi bir ara. Hayatı boyunca dini konularla hiç ilgilenmemiş, sadece dünyayı ve üzerindekileri önemsemişti. Tanıdıkları arasından ölenler olduğu zaman bile bu duygulara hiç kapılmamıştı. Başka bir duygusu varmıydı ki? Hırs, öfke, nefret, şehvet dışında ne hissedebilmişti? Son bir kaç ay dışında... Bir kaç ay önce? Planlarında değişiklik yapmaya başlamaya, sevgi, aşk ve mutluluk gibi duyguların da içinde var olduğunu anlamaya o zaman mı başlamıştı?

Sevgi'yle tanıştığı günü anımsadı ineceği kata gelip asansör durduğunda. Bir an için inmekten vazgeçip giriş katının düğmesine bası bekledi. Yeniden asansör harekete geçmişti. Az önce onu dünyadan uzaklaştıran asansör aynı hızla onu dünyaya geri getiriyordu. Sevgi'nin de onun üzerindeki etkisi böyle miydi gerçekten? Onu gerçek dünyadan alıp belki daha yavaş ama daha kararlı bir şekilde ütopik, insanların mutlu yaşayabileceği, rekabet içine girip kazanma hırsıyla birbirlerini kırmadan, yıpratmadan yaşadıkları başka bir dünyaya götürüyordu. Asansör en alt kata geldiğinde kapısı yeniden açıldı, işte tam da burasıydı Sevgi'nin ürkek bakışlarıyla karşılaştığı yer. Fırat bir toplantıdan çıkmış arkadaşlarıyla dışarı çıkarken, Sevgi başka bir toplantıya girmek için geliyordu. Üzerinde teninin kıvrımlarını ve rengini belli edebilecek kadar ince beyaz gömleği, altında gri renkli dizlerinin üzerine ancak gelen dar eteği, özenle uğraşıldığı belli olan omuzlarının üzerinde düz siyah saçları ve koluyla göğüslerinin arasına sıkıştırdığı kalın dosyalarıyla tam da burada, bu mekanik dünyalar arası seyahati mümkün kılan bir nevi uzay mekiğinin kapısında ki, karşılaştıkları an da bir asansöre bu kadar anlam yüklenebileceğini bilmiyordu; daha sonra ki görüşmelerinin birinde Sevgi anlatmıştı ona karşılşatıkları ilk yerin ne kadar özel olabileceğini. Asansör kapısı biraz bekleyince kapanacaktı ki birisi elini kapının arasına uzatıp durdurdu. Alt katında çalışan stajyerlerden biriydi. başıyla hafifçe selam verip yüzünü yine birazdan uzaklaşacağı şehre döndü.

Ofisine geldiğinde sekreteri onu ayakta bekliyordu. Patronun O'nu aradığını ulaşamayınca biraz sinirlendiğinden bahsetti. O yokken arayan diğer firmaları anlatmaya başladığında sanki duymuyormuş gibi sekreterinin yüzüne bakıp gülümsedi ve odasına girdi.Kadın dinlenmediğini hissedince sanki sesi düğmesine dokunulup hafifçe kısılan radyo gibi kısıldı ve sustu. Fırat'ın arkasından baktı bir süre, anlam verememişti, vermek için biraz daha uzun süre baktı, kapı kapanana kadar. Büyük deri koltuğunu pencerenin önüne kadar çekip bıraktı kendini üzerine. Yapacağı o kadar çok iş vardı ve doktorlar haklıysa bir o kadar az zamanı... O halde neden yapmalıydı ki o işleri? Neden yaşıyoruz, neder bu dünyadayız, Ne yapıyoruz? sorularını bu güne kadar kendisine hiç sormamış olması ilk defa garip geldi. Önce ailesinin sonra kendisinin yaptığı planlar sayesinde oldukça rahat ve konforlu bir hayat yaşamıştı. Kazandığı maddi güç sayesinde her istediğini yapıyordu. Evet çok çalışıyordu, hala çalışıyordu ve ölene kadar çalışacaktı ama bir çok insan hayatı boyunca yapamadıklarını yapmış, göremediklerini görmüştü. En sonunda Sevgi'yle tanışmıştı ve ilk defa erken bir emeklilikle bu hayattan vazgeçme kararı almaya yaklaşmıştı. Kaderin tuhaf bir ironisi gibiydi şu an yaşadığı. Hayat onu kendinden emekli etmeye karar vermişti. Kader mi? Bu güne kadar kaderin varlığına inanmayan, insanın kaderini şekillendirdiğini düşünen biri için ölüm oldukça aydınlatıcı olabiliyormuş demek ki, diye mırıldandı kendine. Yine de yaptığı ya da yapmadığı hiçbir şeyden pişman değildi. belki de ölüm tarihini öğrenen birine göre biraz fazla rahat olmasını buna borçluydu. Zaten son bir kaç yıldır yaşadıkları önceki hayatının tekrarı gibiydi. Her geçen gün hırsları ve doyumu azalıyordu. Sevgi'yle tanışana kadar... Sevgi... Zorlukla yutkundu... Onunla geçirebileceği o kadar az zamanının kalmış olması kötü hissettirdi. Evet daha önceden bir tercih yapma şansı olsaydı servetinin önemli bir kısmını kazanmak yerine o zamanı Sevgi'yle geçirmeyi tercih ederdi. Telefonunu eline alıp sevgilisini aramayı düşündü. Gerçeği söylemeli miydi?

Sevdiğin birine şu tarihte ayrılacağız ve bir daha görüşmeyeceğiz, nasıl söylenir? 'Sevgi, ben çok hastayım ve öleceğim....' Aklından Sevgi'nin bunu duyduktan sonra vereceği farklı tepkileri geçirmeye başladı. En sonunda yoruldu, her tepkinin ortak paydası korkunç bir hüzün ve acıyı beraberinde getirmesiydi. İşin daha kötü yanı, bunu ona ilk söylediği anda hissettireceği ve hissedeceği o korkunç acının, öleceği ana kadar sürekli taze kalacağı, o öldükten sonra Sevgi'nin içindeki o acının katlanarak artmasıydı. Yaşamak için değil de, sırf bu yüzden tedavi olmaya çalışabilirdi. Sevdiği kadının o kadar üzülmesini engellemek için... Doktorun söylediği aklına geldi, 'hayatta kalma şansınız yüzde onbeşten fazla değil...' O halde ne yapmalı? Yöneticilik yaparken insanlarda farkettiği bir durum vardı. Çaresizlik nedeniyle yaşanan kötü olaylar, insanların kendi tercihlerinden kaynaklanan kötü olaylara göre daha fazla acı veriyordu.  Yeni bir  yerden sonra insan evet bu benim yaptığım bir hataydı deyip kendisini affediyor, ya da çektiği acının yaptığı bir hatanın bedeli olduğunu kabul ederek çektiği acıyı kabulleniyordu. Ama kendi elinde olmayan başkalarından kaynaklanan faktörler nedeniyle başına gelen olumsuzluklarda, bunu yaşamayı hakedecek ne yaptım sorusunun cevabını bulamadığı için o acı hep taze kalıyordu.

Bulmuştu. Belki bunu anladığında Sevgi ondan nefret edecekti ama ondan ayrılınca çekeceği acının kaynağı ona duyduğu sevgiyse, bu nefret Sevgi için bir kurtuluş olacaktı. Düşünceler arasında gidip gelirken elinde tuttuğu telefonu farkedip aradı sevgilisini:
-Canım nasılsın?
-İyiyim canım sen nasılsın? Bir şey mi oldu, mesai saatlerinde aramazdın pek?
-yo, hayır, sevgilimi özlemiş olamaz mıyım? Bu kadar duygusuz muyum ben?
-Değilsin tabi ki, sadece genelde göstermeme konusunda uzmansın diyelim.

Kendisi gibi o an Sevgi'nin de telefonun diğer ucunda gülümsediğini sesinin sıcaklığından anlayabiliyordu.

-Akşam kaçta bitecek işin? gelip alayım seni dışarıya çıkalım olur mu?
-Canım ya, bu akşam arkadaşlara söz verdim, ama bak sana bir filmden bahsetmiştim ne zamandır bekliyordum çıkmasını. O yarın gösterime giriyormuş. Ona gidelim birlikte olur mu? Hem daha önce de söz vermiştin.
-Tamam hayatım, seans saatlerine baktın mı? Hangi saatlerde varmış?
-Akşam dokuzda son matine, hem senin işyerine yakın bir alışveriş merkezi var ya, oradaki sinemada, iş çıkışında buluşuruz, olur mu?
-tamam canım o zaman yarın akşam dokuzda görüşürüz, öpüyorum seni, bir de...
-Bir de?
-Seni seviyorum....
-Çok zorlanıyorsun değil mi? Eh tabi alışık değilsin, duygularını göstermeye... Ben de seni seviyorum sevgilim...

dedikten sonra gülerek kapattı telefonu Sevgi. Fırat hala kulağında tutuyordu. Belki de tüm o tedavi saçmalıkları yerine sadece Sevgi yeterdi onun iyileşmesi için, kim bilir?

Evet şimdi son planını tasarlıyordu kafasının içinde, son ve hayatı boyunca yaptığı en iyi plan olmalıydı. yoksa en sevdiği insanı tarifsiz acılarla tek başına bırakacaktı. Ceketini alıp ofisinden dışarı çıktı. Sekreterinin sorgulayan bakışlarıyla karşılaşınca biraz işi olduğunu yarına kadar gelmeyeceğini, arayanları not almasını söyleyip bir şey söylemesine fırsat vermeden uzaklaştı. Zavallı kadın bir elinde arayanları not ettiği defteri diğer elinde telefon öylece kaldı.Uzay mekiğine binerek dünyaya geri döndü, genelde sürekli müdavimi olduğu yakınlardaki bir bara attı kendini. Ayakta duramayacağını hissedinceye dek içti. Arada bir çok kişiyle konuştu, şakalaştı, eğlendi. Flört etmek için yanına yaklaşan kadınları nazikçe geri çevirip sonunda bir taksiye binerek evine gitti.

Ayıldığında saat öğleden sonrayı geçmişti. Kalkıp kendine kahvaltı hazırlarken kapanan telefonunu sarj olması için prize taktı.Bir şeyler atıştırdıktan sonra telefonunu açmasıyla onlarca mesaj geldi. Bir çoğu sekreterindendi. Yıllarca bir gün bile işine geç kalmamış birinin bu saate kadar işine gitmemiş olmaması, sekreterinden gelen son mesajında yazdığı gibi, polise haber verilmesi gereken bir durum olarak düşünülebilirdi. Neyse ki bu son mesaj bir kaç dakika önce gelmişti. Arayıp iyi olduğunu ama bugün işe gelmeyeceğini söyleyip yine cevap beklemeden kapattı telefonu. Patronunun çok kızacağını hatta evine gelip onu göreceğini biliyordu bu yaptığından sonra. Ama hissettiği tuhaf rahatlık duygusuyşa doyuncaya kadar sakin bir şekilde kahvaltısına devam etti. Ses sisteminin kumandasını kullanıp radyoyu açtığında çalmaya başlayan 'Where is my mind' şarkısı hayatın ona yaptığı küçük şakalardan biri geldi ve gülümsemesi kahkahaya dönüştü. telefon rehberini açıp incelemeye başladı. Yüzlerce isim kayıtlıydı belki binlerce, o kadar çoklardı ki... Bu kadar insanı ne zaman hayatına almıştı? ne çok insanın hayatına girmişti. Ve hepsinin hayatından birden çıkacaktı, sanki hiç varolmamış gibi. az önce içinde hissettiği rahatlığın arttığını hisseti. Sekreterini arayıp, yıllardır satın alıp yatırım yaptığı tüm hisse senetlerini satmasını söyleyip yine cevap beklemeden kapattı telefonu.

yeniden telefon rehberindeki insanlara geri döndü. Bir çoğu iş nedeniyle tanıştığı, bazılarının yüznü bile görmedi sadece sesini duyduğu insanlardı. Aralarda akrabalar, okul arkadaşları, eskiden birlikte olduğu kadınlar... İsimleri okudukça hemen hemen hepsini hatırlıyordu. ne zaman nerede nasıl ne konustuklarını. Olcay ismine gelince duruyor bir süre. Kimdi bu Olcay? Zorluyor hafızasını, son tanıştıkları insanlar arasında bu isimde biri yoktu. Önceki işyerlerini gözden geçiriyor, hayır, daha geri... Okul yıllarına dönüyor. Üniversite zamanları. Çok fazla ortamlara girmeyen, sınav dönemleri dışında çok fazla okulda görünmeyen, yapılan şiir yarışmasında dereceye girmese aynı sınıfta olmalarına rağmen tanışmayacağı o çocuk... Okul bittikten bir kaç yıl sonra, eski arkadaşlarla yeniden görüşme bahanesiyle gittiği yerde bir kaç dakika konuştuğu, telefonunu alıp verdiği, ,işe ihtiyacı olduğunda aramasını söylediği ama hiç aranmadığı aramadığı arkadaşı. Facebook adresinde de ekli olduğunu anımsayınca açıyor bilgisayarını ve sayfasına giriyor daha net hatırlayabilmek için. Evet en son iki yıl önce aradığını anımsıyor. Yine okul arkadaşlarıyla buluşma düzenliyorlardı. Arayıp nezaketen hal hatırma konuşmasından sonra buluşmaya çağırmıştı. Gelmiş miydi? Anımsayamıyor. facebook sayfasında paylaştıklarını okuyor dikkatlice. Şiirler, yazılar, hikayaler... Bir kaç yıl önce bir yazdığı bir kitabından bahsetmiş. Okuldayken de derslerin birinde öğretmenleri gelecekle ilgili olanlarını sorduğunda yazar olmak istiyorum dediğinde sınıftan gülüşmeler yükselmişti. Çünkü yazar olmak isteyen birinin ekonomi bölümünde okuması tuhaftı gerçekten. Yazdığı bazı şiirleri güzeldi ama bazıları çocukçaydı. En azından ona öyle geliyordu.

-Alo, merhaba Olcay, ben Fırat nasılsın?
-Fırat?
-Fırat evet, üniversiteden. En son çocuklarla toplanmıştık. Seninle aynı şehirden....
-Evet hatırladım.
-nasılsın neler yapıyorsun? Aramıyorsun uzun zamandır.
-Yeni kitabımla uğraşıyordum kusura bakma, bazen uzaklaşıyorum herkesten, sen nasılsın?
-Çok canım sıkkın, eğer müsaitsen seninle konuşmak istediğim bir konu vardı. Mümkün mü görüşmemiz.
-Aslında pek müsait değilim bu aralar, daha sonra görüşsek?
-Gerçekten çok önemli, beni senin anlayabileceğini düşünüyorum.
-Peki, madem bu kadar önemli diyorsun, ne zaman görüşelim?
-Bu akşam sekiz buçuk gibi sana uygun mu? Hala aynı yerde oturuyorsan sana yakın bir alışveriş merkezi var. Oraya gelebilir misin?
-Tamam, akşam görüşürüz.
-teşekkür ederim gerçekten, görüşürüz, hoşçakal.

Her ne kadar beklediği gibi geçmese de telefon görüşmesi yanılmadığını ölmeden önce anlayacaktı. İçindeki şüphe bataklığından uzak durarak planının sonraki kısımlarını hayata geçirmek için evinden dışarı çıktı.