27 Mayıs 2017 Cumartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-29

parmaklarımdan çıkan kelimeler üzerime yapışıyor. her ne kadar yüzme bilmiyor olsam da, suyun üzerinde durabilme konusunda başarılıydım. ama her kelimenin ağırlığıyla biraz daha dibe çöküyorum. dalgıçların, yüzeye çıkarken acele etmeleri, paniğe kapılmalarıyla, suyun basıncına maruz kalıp vurgun yemeleri her zaman ilgimi çekmiştir. İnsan nasıl oluyor da ölmemek için kontrolünü kaybedip ölmeyi göze alabiliyor. Bu yüzden yüzeye çıkarken ağır ağır çıkıyorlar. Düşünce dehlizlerinden derinle düşünce insan, yeniden yukarı çıkarken de kontrolü kaybetmeden yavaş yavaş mı gelmeli gerçek denilen dünyaya. Gerçeklik algımızı duyu organlarımızla tanımlayabiliyoruz ya, bu organlar bozulduysa ne kadar gerçek olur yaşadıklarımız. Tuhaf bir paradoks kurulabilir hatta paralele evrenlerle açıklanmaya çalışılabilir, hipotezler üretilir ve antitezlerle çürütülebilir. Ama bitkisel hayata girmiş biri için gerçek dünya, bizim onu yatakta yatarken gördüğümüz dünya mıdır, yoksa onun uyurken gördüğü rüyalar alemi mi?

vurgun yemiş bir dalgıcın düşüncelerini merak etmişimdir her zaman. Öyle derine dalmıştır ki hayatının, bir daha geri dönmesinin zor olduğu yerlere ulaşmış, belki geri gelemeyecek, ama gittiği yerden memnun değil midir? Elbetteki hayatta kalıp iyileştiğinde muhtemelen bu konuda bir şey anımsamayacaktır. Öteki taraf, öteki dünya, ahiret adına her ne derseniz deyin, insan öldükten sonra ne olacağı konusunda elimizdeki kaynaklar dinlerin açıklamalarıyla sınırlı. bilimsel ispatlardan uzak, şartsız biad gerektiren bir inanç silsilesinin ortaya kondukları bunlar. çünkü hala kimse öldükten sonra geri gelip neler gördüğünü anlatmadı. Tünelin ucundaki beyaz ışık, sonsuz karanlık, daha önceden kaybedilmiş yakınların görülmesi kısa süreli ölüm deneyimini yaşayanların anlattıkları. Belki de bu belirsizlik ve netsizlik halinin en çok dinlere faydası vardır. Sonsuz ahiret hayatı, vaad edilen ödüller, insanları dinlerin peşinden gitmesini sağlıyordur. Kim bilir, bu konuda bir ilahiyat uzmanı olmadığım için benim bahsettiklerim de sadece düşüncelerimin suyun yüze vurmasından ibaret sadece.

herkesin inancı kendinedir. buna inanırım. birileri bana dünya ve dini görüşlerini dayatmadığı sürece kimsenin inancıyla ilgili sorunum yok zaten olamazda. ama insanların bu çok savundukları inançlarını başkalarına dayatma konusundaki saplantısı bazen rahatsız edici olabiliyor. her ne kadar çoğunlukla yapılanları umursamasam da yapılan mahalle baskıları yüzünden değer verdiğim insanların üzülmesi hoşuma gitmiyor. ve din tüccarlarını basit oyunlarına inananları görünce sadece onlar için üzülüyorum. Sahip olduğumuz akılların bize verilme amacını herkes biliyorsa, neden din tüccarlarının, dini kullanıp onları kandırmasına izin veriyorlar. 'Aldatıldık' savunması inandığınız tanrının huzuruna çıktığınızda ne kadar hafifletici bir neden olabilir. yaratıcı insana bu aklı neden vermiş diye düşünmek bile yeterli gelecek oysa.

tüm dinlerde önce insan geliyorken, bugün dini savunanlar önce inanç diyor ve kimse bunu sorgulamıyor. öyle ki sırf inancı farklı diye başka bir insanın öldürülmesine hoşgörüyle bakabiliyorlar. tüm dinlerde insan öldürmek en büyük günah olarak yasaklanmışken, türlü bahanelerle bu bile yüceltiliyor bugün. gerçekten tuhaf bu insanlar, otobüste giderken ihtiyar birini görünce kalkıp yer vermeden önce inancını sormayanlar, yolda yürürken birisi takılıp düşecek olsa düşmesin diye elinizi uzatmadan önce inancını sormayanlar, gerekirse sırf inancı farklı diye o yer verdikleri ihtiyar kadının , yolda düşmesin diye ellerini uzattıkları adamın ölümüne sevinebiliyorlar. Bu çelişki neden kimseyi rahatsız etmiyor? yani inancı dili ırkı insan olmanın önüne koymak dindarlık olarak kabul ediliyor. oysa tüm dinlerde önce 'insan olmak' anlatılmadı mı? ne zaman ve kim değiştirdi bu öncelik sırasını?

insanlara gönderilen peygamberlerin ilettiği mesajlardan vazgeçip, peygamberleri yüceltip, dini şekillendirip kendi çıkarları için kullanıyorlar ve kimse neden diye sorgulamıyor. çünkü önce sorgulamanın günah olduğunu kazıyorlar insanların beynine. okumanın haram olduğunu dayatıyorlar, sanki Kuran'ın ilk sözü 'Oku' değilmiş gibi....

kimin kimi nasıl kandırdığı belli değil... aldatıldık bahanesi ne kadar yetecek bir gün yaratıcının huzuruna çıktığımızda? 

23 Mayıs 2017 Salı

eski bir film gibi....

ve ben yine gideceğim
bırakıp seni kendi halinde
kendi halime kapanıp
kafamı gömdüğüm kum yığınları arasında
mutlu mesut,
mesut kimin umrundaysa artık
işte öyle yaşayacağız birlikte
sen geleceğim günü bekleyeceksin
ben geldiğimde gideceğim anı
bir hayal kırıklığına teslim olacaksın sonunda
bile bile heyecanlancaksın
defalarca izlediğin bir filmi yeniden izlerken
sanki sonunu bilmiyormuş gibi
sanki bu defa seslensen sonunu
değiştirecekmişsin gibi
merakla bekleyeceksin
dur biraz diyeceksin soluk ekrandaki adama
biraz daha bekle
sustuklarını söyle şimdi
erteleme
dinlemeyecek seni
ama yine de umut işte
sesleneceksin
adam duymayacak
bırakıp gidecek yine sevgilisini
yıllar sonra karşılaştıklarında
sevgilisi başkasının annesi
adam ihtiyarlamış
güzel günlerdi...
diyecekler
evet diye onaylarken bakamayacaklar gözlerinin içine
yaşamadık çünkü diye bahaneler hazır
yıllarca çalışmışlar bu konuya ikisi de
belli
senin beklentilerin farklıydı diyecek kadın
senin beklediğin ben değildim diyecek adam
tabiat kanununa aykırı bir karşılaşmaydı bizimkisi
onaylayacak kadın
bir gözü kızında
uzaklaşmasın diye
adamın bakışları yerde
ayrıldıkları gündeki gibi
kadın anlayacak her şeyi
anlamamazlıktan gelecek
artık çok geç dönebilmek için geri
adam ayağa kalkıp hoşçakal derken
sus diyeceksin içinden söyleme
bir şans daha olmalı
olacak biraz daha kal
kalmayacak adam
kadın kızının yanına gidip
kucağına alırken
adam uzaklaşacak
biliyorsun işte kaç defa izledin
zamanında söylenmemiş sevgi sözleri
uzun vadede suskunluklara yol açarken
ikimizden başka kim daha iyi bilir bunu?

ve ben yine gideceğim
tıpkı izlediğin o filmdeki adam gibi
sen sustuklarımı merak ederken
ben
belki bir gün diye
ertelerken umutlarımı
doğru zaman, doğru mekan kavramını
bu kadar ıskalamışken üstelik
sen üstüne çekip yorganını
içini çekerken
ben bir şişe daha açıp
yenisini eklerken
çok bilmişliğimin yanılgılarına
yalnız kalınca bir şişe daha
sonrası
doldurmaya çalışmak
dipsiz bir kuyuyu
unutmak
her hatırladığında
bir şişe daha açıp....

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Bilinç'Ötemden Yansımalar-28

umudumuzu kaybetmemek üzerine kuruyoruz en büyük hayallerimizi. Beklemiyormuş gibi davranıyoruz en çok beklediklerimizi, çünkü inandırdık kendimizi, neyi çok istersek olmayacak diye. bir nevi kendimizi, hayır hayır, kaderimizi aldatma yoluna gidiyoruz. istediğimiz olursa çok şaşırıp, çok mutlu olacağız rol de olsa bu yaptığımız. çok çalıştık çünkü bu oyunculukta. belki her gece prova yaptık, nasıl da mutluymuş gibi içimiz içimize sığmadı. sığmıyanları ne yapacağımızı bilemedik, çok da önemi yoktu zaten, istediğimiz oldu ya gerisi önemsiz. unutulduğunu sandığımız doğum günlerinde evimize geri döndüğümüzde sürpriz bir pastayla karşılaşmanın mutluluğunu düşündük mesela. unutmazlardı biliyorduk, son ana kadar unutmuş gibi yaparlardı, bazen inanırdık, inanmış gibi yapar, mumları üzerinde yanan pastayı görünce gözlerimiz dolardı. içimize sığmayanlar gözlerimize mi doluyor yoksa?

umudumuzu kaybetmemiz kimsenin işine gelmiyor. belki de bu yüzden en çok dibe vurduğumuz anlarda, en beklemediklerimiz yanımızda bitiveriyor. hayatın bir çeşit oyunu olabilir bu. başkalarının umursamadıkları, bizim keşkelerimiz olurken, ne çok minnet taşıyoruz yanımıza yaklasanlara. biz de öyle yapmıyor muyuz  çoğu zaman. başkalarının acılarını paylaşırken, bir filmi izler gibi yorumlar yapıp, soğuk kanlı yaklaşımlarımız, akil insan tavrıyla akıl verme gayretlerimiz aslında o acıdan uzak durmamızdan, o acıyı yaşamıyor olmamızdan kaynaklanmıyor mu? bir nevi şükretme ritüeli gibi. sanki ölümcül bir kazadan kılpayı kurtulmuşuz da, kenarda durup halimizden memnun, o kazanın kurbanlarına yardım etmeye çalışır gibi. başka insanların hayatlarına müdahil olma konusunda ki başarımızın, kendi hayatımız üzerinde tam bir hayal kırıklığı haline gelmesi, kurban-kurtulan arasındaki mesafeyle doğru orantılı olmalı diye düşünüyorum.

bir şekilde tüm bu insanların bildiği ve benim bir türlü kafamın basmadığı bir şeyler olmalı. her sabah kalkıp işe giden, gün boyu çalışan, akşam evine dönen, biraz film izleyen, bilgisayarda oyun oynayan ya da sevgilisiyle konuşan, sonra uyuya kalan, tatil günlerinde dinlenen, arkadaşlarıyla, akrabalarıyla vakit geçiren ve tüm bunları yaparken zevk alan insanların bir bildiği olmalı. bunu bilememek içimdeki yabancılaşmayı, insanlara yabancı kalmayı körüklüyor durmadan. her gün, her sabah, her saat biraz daha uzaklaşmak, gördüklerim, duyduklarım, anladıklarımla bu yabancı kalmayı haklı çıkarmak kendime, aklımdaki binlerce düşünce arasında girdabın merkezine doğru çekildiğimi hissetmek, karşı koymaya çalıştıkça hızlanması düşüşümün, ardından uyanamamak....

normal insanların düşünmeye fırsat bulamadıkları belki de düşünmekten uzak durduklarına yaklaştıkça mı onlardan uzaklaşıyorum? aradaki bu mesafenin bir ölçme birimi var mı? mesela odamdan sokağa çıkmak için otuz iki adım atmam gerekiyor. peki normal insanlar gibi hissedebilmek için ne kadar uçmak gerek? düşüncenin sınırlarını kaldırdığın zaman geri konamıyormuş. bu konuda neden kimse uyarmadı beni? her şeyi düşünebileceğimi de kimse söylemedi biliyorum ama düşünme de demedi, lisedeki din kültür ve ahlak bilgisi öğretmenim dışında. kaldı ki o bile çok arkasında durmadan söylemişti bunu. o gün bugün hep ötesindeyim normal insan düşüncelerinin. belki de bu yüzden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorum, herkesin bildiklerinden...yoruldum... herkes gibi olamamaktan...

7 Mayıs 2017 Pazar

Bilinç'Ötemden Yansımalar-27

sığ sularda yüzüyorum boğulmamak için. yüzme bildiğimden değil, ayaklarım yere bassa yeter, yüzer gibi yapmayı iyi biliyorum. yaşar gibi yapmayı bildiğim gibi. gecenin körü değil aslında o gecenin boşluğu. ne yapacağını bilemezsin, bilsen olmaz, olsa üzerinde iyi durmaz, dursa ne çok bahane tüketilir yine de mutlu olunmaz, olunca çabuk biter, bitince yeniden boşluk gecenin köründe...

yarın ne yapacaksın? bir planın yoksa yanımda kal. akşam olana dek yanımda kal, gece olana dek sonra sabah olana dek, sonra yeniden akşam olsun yanımda... birlikte sığdırmaya çalışalım koca mutluluğu küçüçük zaman aralığına. damağımızda kalsın tadı, öptükçe daha çok isteyelim, ayrılırken otobüs durağında, ardından bakakalayım. sen hiç giden bir otobüsün ardından bakakalmış birini gördün mü? ben gördüm. elleri ceplerinde, zaman ve mekandan bağımsız bekler durur. Fizik dalında yükseklisans yapmış olan birileri o boyutu tanımlayabilir ama ben anlatamıyorum. belki bu yüzden yazma çabalarım. herkes bazen anlatamasa da aklından geçeni konuşmak için çabalamıyor mu? çabalarken saçmalamıyor mu? giden bir otobüsün ardından bakan insanın ruh halini anlatmaya çalışmak ütopik bir felsefenin varlığını somut kanıtlara dayandırarak açıklamaya çalışmak gibi. yaşamayan bilemez! yaşayan da öğrendiğini anlatamaz! o halde tuhaf bir paradoks içinde kendi halinde bırakmalı öyle insanları ve fazla gözleri dikip incelememeli.

korkuyorum. bir yere bir kimseye bir fikre bağlı kalmaktan korkuyorum. düşüncelerimin sınırlandırılmasından, sınıflandırılmasından, ideolojilere kapılmaktan, bir ırka ait olmaktan, yaftalanmaktan, sıfatlar yüklenmesinden, bir inancın biad kültürünü taşımaktan, dışlanmaktan, içselleştirilmekten, ait olmaktan, aidiyet duygusundan, yoksulluktan, paranın beni bozmasından, hasta olmaktan, güçlenmekten, çok mutlu olmaktan, ağlayamamaktan, heyecanlanmaktan, kalbimin durmasından, kalbimden, aklımdan, yere göğe sığamamaktan, sığınmacı olmaktan, sırf onlardan daha iyi olduğum için benden nefret eden insanlardan, sırf onlardan daha aptal olduğum için benden nefret eden insanlardan, öfkelenmekten, sorgulanmaktan, hesap vermekten, beklentileri karşılamaya çalışmaktan, beklenmekten, özlenmekten, bir gün artık yazamayacak olmaktan, sakat kalmaktan, gidememekten, kalamamaktan, bir gün sarhoş olamamaktan, doymamaktan, denize uzak kalmaktan, yorulmaktan, yoruldum işte....

giysi dolabında onca giysisi olmasına rağmen sokağa çıkmadan önce ne giyeceğine karar veremeyen kadınları düşünüyorum bazen. böyle bir dert sahibi olmalarına imreniyorum. düşünsene, elbiseyi seçecek, sonra altına giyeceği ayakkabıyı, sonra kolunda taşıyacağı çantayı, bir de yüzüne yapacağı makyajı... zor işler bunlar. bir de hafiften sinirliyse işin içinden çıkamaz bir türlü. karar verme süresi uzadıkça zorlaşır. hatta dışarı çıkmaktan vazgeçebilir de. bunalıma girip tüm gün evden dışarı çıkmadan evlilik programları izleyebilir. hatta kilo alacağını umursamadan kendini yemeğe de verebilir. akşama kadar oturup birşeyler yedikten sonraki günlerde aldığını düşündüğü kiloları vermek için spor salonuna gidip zayıflamak için üzerine para verebilir. kilo da veremez üstelik yorulduğu ve para kaybı yanına kar kalır. sonra yaz geliyor denize gidecek, göbeğinin sarkıyor olması, kalcalarının biçimsizliği, basenlerinin şişmesi daha büyük sıkıntı verecek ve tüm bunların nedeni dışarı çıkarken ne giyeceğine karar verememesi. ne büyük dert.... benim de böyle dertlerim olsa diyorum çoğu zaman...

kaldırımda yürürken çizgilere basmamaya çalışmak yazılan son şarkıdan sonra demode olmuştu. artık kimse dikkat etmiyor buna. araba plakalarındaki harflerden kelime türetme ritüeli ise sanırım arabanın icadı kadar eskiye dayanıyor. son zamanlardaki takıntım saymak. sayılabilecek her nesneyi, köşelerini, kenarlarını,  attığım adımları, bir dakikada yanımdan geçip giden insanları, gece ddamlayan musluğun damlama adetini, sigara paketini her elime aldığımda içinde kalan sigaraları, kitapçının rafındaki kitapları, rafın ayrılmış bölümlerini, bu saydıklarımı yeniden saymak sonucunu bile bile, sonra sonuç farklı çıkınca nereyi kaçırdım diye dönüp yeniden yeniden yeniden saymak ta ki doğruyu bulana dek.... psikoloji dalında yüksek lisans yapanlar bu sayma rahatsızlığına bir hastalık teşhisi koyabilirler. ama ben o kategorilerin isimlerine vakıf olmadığım için şimdilik kendimi hasta kabul etmiyorum.

kabullenmediğimiz halde yaşadığımız ne çok an var....


4 Mayıs 2017 Perşembe

kapalı...

dükkanı kapatma zamanı şimdi,
sandalyeler ters cevrilip konacak masaların üzerine
ve yerler süpürülecek...
sandalyelere başke yere konabilme şansı vermemek ne acı
ocağın altı kapanacak
ve daha fazla çay demlenmeyecek bundan sonra,
tezgahın altından çıkacak rakı şişesi...
gün boyu nasıl sıkılmış o izbe yerde durmaktan
Müslüm söyleyecek tutamadığını zamanı,
çay bardağından susuz içilecek rakı,
mezesi şalgam suyu....
acılı üstelik,
yaşadığımız kadar olmasa da...
hafız kapıyı kilitle içeriden,
kimse gelmesin dışarıdan...
içimizdekilerden çektiğimiz kafi,
susalım bir süre,
dinleyelim ustayı...
karart ışıkları,
gereksizse söndür yazmadık diye mi
ışıl ışıl dünyamız...
dışı seni yakar
içi sönmüş volkan
belgeselciler meraklanıp gelir üzerimize
ne yandık be hafız zamanında!
şimdi kraterimizde tuz gölü
nasıl sevişmişsek terimiz birikmiş
dinle bak
inlemeleri hala yankılanır
taşa dönmüş lavlarımızda
kapıyı kilitledin mi hafız?
açılırsa kabul görmek borcumuz
tanrının ne vakit misafir göndereceğini kim bilir?
aklımıza düşen başımıza gelirse
bu zenginlik bizi bozar...
çok mu mutluyuz bu gece?
çok mu fazla gelmiş gülümseme
gün boyu somurtan yüzmüze
arar birazdan
aramasa son görülmemize bakar
konuşmuşmuyuz başka biriyle
teknoloji icad oldu
bozuldu çapkınlığın
yakalansak da unutur bir süre sonra
tesellisi...
neyse hafız...
geçmiş bizden
bir sevdayı zor taşıyorken
ikincilere meyletme çabası...
doldur bir bardak daha
korkak alıştırma elini
yarın yeniden buradayız,
yeniden yaşıyormuş gibi yapmaların telaşı
yeniden açılacak
o az önce kilitlediğin kapı
aynı yüzler gelecek hayatına
eski bir deste iskambil isteyecek senden
aynı oyunları oynayacaklar
yeniden kaybedip kazanırken
öldürecekler zamanı
sanki ellerinde çok varmış gibi
ve biz seninle yarın gece
kapatıp kapıyı oturup bu masanın iki köşesinde
yine içeceğiz
gün boyu taktığımız maskeleri çıkarıp
bıraktığımızda
sandalyelere konacak daha iyi bir yer bulamadık diye
hayıflanacağız
belki
dördüncü kadehten sonra
arayamadığımız kadınları anımsayıp
beşinciyi dolduracağız...
öyle işte be hafız
kilitle kapıyı
içimizdekiler bize yeter
tanrı yollamasın dışarıdan kimseyi...
kalabalık bizi bozar
kapalı yazısını astın mı?

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Bilinç'Ötemden Yansımalar-26

eskiden gazete köşelerini keser kupon biriktirirdik, şimdi efkar biriktiriyoruz. karşılığında kimse bize buzdolabı ya da televizyon vermiyor. Meydan larousse ansiklopedilerimi ne yaptım anımsamıyorum. aynı anda altı tanesini birden kaldırmaya çalışırsan fıtık olma garantisi vardı. Ne tuhaf, on iki cilt kitap toplasan on iki sayfasını açıp okumadım. Aylarca kupon biriktirdim oysa alabilmek için. O yıllarda google diye bir icat yoktu tabi ki, elindeki telefondan girip ulaştığın bilgiyi o kalın kitaplardan arayıp bulman gerekiyordu. Hiç bilgi ihtiyacım olmamıştı sanırım. Sanki her şeyi biliyormuş gibi değildim tabi ki, belki önemsemiyordum. Yıllarca durdu o kalın ansiklopediler, üzgün ve mutsuz, siyah renkli kapaklarının altında açılıp okunmayı beklemişler midir? Sonunda ne oldular? hatırlamıyorum bile...

ama istikrarlı bir eylemdi bu, her gün aynı gazeteyi alıp kuponları kesmek, ay sonunda onları sıraya dizip, eksik varsa yedeklerle tamamlayıp sonra dağıtım yapan bayilere gidip sıraya gidip beklemek ve almak... o istikrarı kaybettim bir gün, o günden sonra hayat kendi başının çaresine bakmaya başladı beni çok umursamadan. yani bildiğini okudu, sanki benim okumadığım o kitaplara inat onların intikamını aldı benden. bu tuhaf iç hesaplaşmaların saçma sapan zamanlarda ortaya çıkıp aklımı meşgul etmesi de ayrı bir konu tabi ki... yıllar öncesine gidip gelmek istemeyişlerimin şimdiki zaman karşılıklarını bulmak için uzman bir psikolog olmaya gerek yok. istediklerimin olmayacağına inancım arttıkça gerçeklikten uzaklaşıyorum. tıbbi terimlerle bunu açıklayabilseydim afili cümleler kuralabilirdim ama en basit ifadesiyle sadece vazgeçiyorum'dur bu.


1 Mayıs 2017 Pazartesi

sıkıntı...

anlamsızlığını anladığım hayatı,
başlamadan bitirdiğim bu şiir gibi
noktalayacağım....
derken şair neyi kastetmiş olabilir emin değilim. merak etmiyorum. her şekilde bir sabah daha olacak, kanımdaki kolestrol oranlarının neden olacağı olası bir tıkanıklıkla kalbimin teklemesini ve nihayetinde durmaya karar vermesini gözardı edecek olursak bir sabah daha olacak bundan şüphem yok. şehrimdeki tüm ağaçlık alanların yok edilmesi neticesinde iklimlerin intikam alırcasına kafasına göre takılmasından müzdarip bir gün yazın sıcağı ertesi gün poyrazın soğuk esintileriyle kafamın içindeki bazı tıbbi terimlerle ifade edilebilen ama benim bilmediğim kanalların kapanmasıyla baş ağrısı nöbetleriyle uyanacak olmamın yaşam standartımı düşürmesine kayıtsız kalmam, aynı zamanda ağzımın içinde çürümeye yüz tutmuş dişlerim ve bozulan diş etlerim yüzünden artık yemek bile yiyemiyor olmam zaten çoktan bitmiş bir hayatın uzatma dakikalarını gösteriyor olabilir mi?

bir rövanş maçı yok bu karşılaşmanın. yenildiğimi kabul edip sonrasında bilinmezliğin/yokluğun hazzıyla sakin olmam gerekiyor biliyorum. o kadar güçlü müyüm? emin değilim. ama hala bitmediyse bir şey daha olmalı değil mi? hayat bir şey olacak diye geçmiyor mu zaten? bir şey olacak... yarın olacak sonraki gün olacak ama bir gün olacak diye diye her gün geçiyor bir şey olmadan. güzel hayaller de kuruyor insan elinde olmadan, kapılıyor hatta. sonra bir denizin kenarında kumsala uzanıyor. evet o anları da yaşadım ben sonra işte buradayım yani o hayaller de çok bir halta yaramıyor. güzel bir kadınla birlikte olacağım diyorsun mesela oluyorsun sonra, sonra, oluyorsun işte geçip gidiyor. hatta zenginler gibi yaşıyorsun, nerede akşam orada sabah, ertesi gün yokmuş gibi, olmayacakmış gibi, ölmeyecekmiş gibi de yaşıyorsun, sonra, ölüyorsun işte....

hayal ettiğin ne varsa yaşıyorsun ve sonra bitiyor. bir şekilde kalıyorsun tek başına. hatıraların kalıyor aklında, yeni hayaller kuruyorsun sanki onları da yaşayıp geçmeyecekmişsin gibi. sanki bir hayal anında sonsuza kadar mutlu yaşadılar masal sonu, masal sonu işte... hayat tüm hayallerin bittiği yerde noktalanıyor ve kimse mutlu ölmüyor. ölüyor mudur? bilmem hiç bir ölüye bunu sorma fırsatım olmadı benim. bu yüzden emin olamıyorum. o halde yaşadığımız ne aslında? bir bilgisayar oyununda ne farkı var yaşadığımız hayatın? tüketiyoruz ne varsa elimizde, tüketeceklerimizi biriktiriyoruz bir süre, mesela para kazanıyoruz, mesela aşık oluyoruz, seviyoruz, nefret ediyoruz kin tutuyor özlüyoruz vs... sonra? game over! çok kişi gömüldüğün gün iyi biliyor seni, sonraki günlerde anımsamıyor bile. anımsanmak güzel bir şey mi? anımsanmak neye yarar sen öldükten sonra?

ve bir son özetliyor tüm yaşanılanı. öldüğü halde aklımda kalan insanları düşünüyorum bazen. bunun yani onları hatırlıyor olmamın onlara ne faydası var? bir yerlerden bana bakıp onları hatırladığım için mutlu oluyorlarmıdır? ben onların yerinde olsam buna çok takılmazdım. yani ölmek yerine yapılacak bir sürü şey varken, tanımadığım insanlar tarafından hatırlanmak bana çok çekici gelmiyor. tanıdığım insanlar tarafından hatırlanacak olmak da güzel değil, sevenler üzülecek, üzülmesinler! sanırım ölüme bu yüzden karşıyım ben, yaşarken mutlu edemediğim insanları bir de ölerek mutsuz etmek düşüncesi canımı sıkıyor.

her neyse işte... her gün yarım saat yürüyüş yapmam gerekiyormuş, her gece başka dünyalara gidiyor olmam yetmiyormuş gibi...gerçekliğimin insanlar arasında kabul edilmiyor oluşunun, beklentileri karşılayamıyor oluşumun onların kurallarına göre var olmam gerektiğinin bu durumun benim için bir teslimiyet oluşunun bir anlamı yok. ya kabullenip onlar gibi olacağım, ya da inkar edip yok olacağım... kararsız kaldığım sürece ödeyeceğim bedelleri sürekli fatura ediyorlar. ben direndikçe farklı yollardan hesap soruluyor. tanrıyı bu konuya karıstırmaya niyetim yok. bir süredir beni uzaktan izlediğinin farkındayım. en sonunda 'ben sana demiştim!' diyeceğinin de farkındayım... bu farkındalık canımı sıkıyor....