31 Mart 2016 Perşembe

Bilinç'ötemden yansımalar-5

Yaptığı yanlışların, doğrularına mezar olduğunu farkettikçe insan biraz daha uzaklaşıyor kendinden. Biraz daha, yapmaktan, denemekten,zorlamaktan kaçıyor. Önceleri damarlarında sinsice gezinen yalnızlık, yüzsüzlükte sınır tanımıyor artık. Her sabah uyandığında gördüğü duvarlar, gece uyumadan önce yüklediği anlamlar yüzünden solmuş renkleriyle üzerine ne kadar güneş ışığı vursa da, hep bir karamsarlık ekliyor üzerine. Küçük bir çocukken babamla gittiğim pazar alışverişlerinde taşımaktan nefret ettiğim poşetleri düşünüyorum da şimdi, o kadar da ağır değillermiş. En azından yorulduğumda bir köşeye çekilip elimdekileri bırakıp dinlenebiliyordum. Ama şimdi bu yalnızlık, karamsarlık, vazgeçmişlik hali ruhumda taşıdığım, kısa süreli de olsa zaman zaman alkol köşelerinde soluklansam da, yeniden yüklendiğimde üzerime taşınmayacak kadar ağır geliyor.

Ölümünden sonra yapılmasını istediklerinin yazıldığı bir vasiyeti bile olmayacak kadar yanlız insanlardanım ben sanırım. Gerek olmayacak çünkü. Nasıl bilirdiniz diye soracaklar, herkes iyi bilirdik diyecek, bilmedikleri halde. Bankadan kredi istediğim zaman kefil olmayan insanların, Tanrı'nın karşısında bana kefil olmaları oldukça ironik kaçacak ama sanırım bu ironiyi sadece ben farkedeceğim. Ne de olsa hala yaşadığımız dünya da paranın rengi, ruhunun renginden daha değerli zaten? ben de öyle yapıyorum tabi ki... Bankaya karşı kefil olmak istemediğim insanların cenazelerine katıldığımda Tanrı'ya karşı ona kefil olduğumu söylüyorum. Ama şöyle bir mazeretim var benim, ya da vicdanımı bu şekilde kandırıyorum diyelim ki siz de yapabilirsiniz bunu. Ölen kişi kim olursa olsun, ne kadar kötü olursa olsun, artık yaptıklarını değiştiremeyecek. Ama geride kalan ben ona kefil olarak yanlış yaptıysam bile, sahip olduğum hayat boyunca bu yanlışı telafi etme şansım var. Bunu ne kadar becerebilirim bilmiyorum ama bir ölüden daha fazla şansım varmış gibi geliyor bana...

Saatleri ileri aldıklarından beri, her gün insan hayatına bir saat eklemişler sanki ve her yeni gün 25 saat gibi... Mesela artık uyandığımda, güneş batmamış oluyor... Böyle bir durumdan iyimserlik sonuçları çıkartabildiğime göre hala benim için umut var diyebileek kadar umut doluyum. O yüzden lütfen karamsarlıkla suçlamadan önce beni iyi yanlarımı da düşünün...

Yorgunluk dediğimiz aslında, aklımızın bir oyunu mu bize? Ne kadar yorulsakta, gerektiği zaman ayağa kalkıp yürüyebiliyoruz. Ve gerektiği zaman gerekenleri eksiksiz olmasa da yapabiliyoruz. O halde yorgunluk diye bir şey yok diyebiliriz. Ruhu tembel insanların, tembelliklerine uydurduğu kılıftan başka birşey değil. Ama yine de zorunluluklar yüklediğimiz bu eylemler canımızı sıkıyor ve biz daha çok yorulduğumuzu düşünüyoruz. Sonra her gün daha geç uyanıyor, bir süre sonra çıkmak istemiyoruz yataktan. Çıkıpta ne yapacağız sanki?

Hayatlarımıza sponsorlar bulabilseydik eğer belki de daha kolay olurdu yaşamak. Birilerine borçlu olduğumuzda, ya da bizim dışımızdaki insanların sorumluluklarını taşımak söz konusuysa eğer, kendimiz için yapmadıklarımızı öyle kolaylıkla yapıyoruz ki, bence akademisyenler, örneğin sosyologlar ve psikologlar bu konu üzerinde düşünüp araştırma yapmalılar. Belki bu araştırmalar sonucunda benim gibi tutunamayan insanların da mutlu olmasını sağlayacak yeni çıkarımlar ortaya koyabilirler. Ama bu gerçekten gerekli değilmiş gibi geliyor çoğunluk için. ünkü biz mutlu olmasakta düzen işleyişine devam ediyor. O halde aksasa da bu düzen zaman zaman, çokta fazla müdahale etmemek gerek.

Eskiden çalıştığım fabrikalardan birinde, hayati önem taşıyan bir makina vardı. Oldukça eski ve bakımsız. Bir şekilde sürekli çalışıyordu o makina ve kimse nasıl çalıştığını, bozulursa ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden bakım bile yapmıyorlardı. Çünkü bakım yapıp temizlemeye kalkarlarsa ve makina bozulursa bütün işler aksardı. Hepimiz farkındaydık makina her gün biraz daha ihtiyarlıyor ve ölüyordu. Ama hiçbirimiz müdahale etmeye cesaret edemiyorduk. Birgün o makinanın tamamen bozulup duracağını ve hepimizin işsiz kalacağını tahmin ediyorduk ama o gün belki bize denk gelmezdi. Bazı günler makina homurdanır, tuhaf sesler çıkarır ve çalışması yavaşlardı. Makinanın yavaş çalıştığı belli olmasın diye biz de çalışmamızı yavaşlatırdık. Göze batmasını istemezdik. tek istediğimiz bir gün daha fazla çalışmak, bir gün daha sahip olduğumuzu sandığımız hayatın düzeniyle uyuşturmaktı kendimizi. Bazen çok komik gelirdi davranışımız. Biz işçiler, bizim ustabaşlarımız, onların üzerinde müdürler, hepsi farkındaydı makinanın birgün pes edeceğinin ama sanki hiç duraymacakmış gibi bizi, biz kendimizi motive ederdik. Hiçbirimiz hayatımızdan memnun değildik. Hepimizin kendince geçerli nedenlerle şikayetleri vardı sürekli. Ama bir şekilde her saba bize söylenen saatte o fabrikaya gelir, söylenen saate kadar çalışır, sonra çıkıp sıkıcı hayatlarımıza geri dönerdik. Hayatımız da bir anlamda o makina gibiydi. Böyle gitmeyeceğini, böyle yaşarken mutlu olmadığımızı biliyorduk. Ama asgari heyecanlar karşılığında, riske girip maceralara atılmak yerine, mümkün olduğunca görmezden geliyorduk. Çoğumuz yetenekleri sayesinde ok daha imkanlarla, çok daha iyi şartlarda işlerde çalışabilecekken, işsiz kalma korkusuyla asgari mutluluğa eyvallah diyorduk.

İşin enteresan yanlarından biri de, bazılarımızın yeteneklerini geliştirme şansları olsa da, sıradan işlerle yetiniyor olmamızdı. örneğin büyük bir firmanın satın alma departmanında yönetici olabilecek kadar zeki olan bölüm şefim, ben dahil altı tane ergenlik çağındaki çocuğun başında durup, kaytarmamamız için bize göz kulak oluyordu. benzer durumda, iyi bir üniversitenin edebiyat bölümünden, üstelik yüksek dereceyle mezun, isterse kitaplar yazabileceğine inandığım biri her sabah bizden yarım saat önce gelip çay demliyor, mola saatlerinde bize çay servisi yapıyordu. Bu işleri sevdikleri için yaptıklarını sanmıyorum çünkü, hiçbirine rastlamadım, sabah kart basarken gülümsemiyorlardı. Nasıl bir duyguydu bu? İnsan nasıl, daha iyisi olabilecekken, daha iyisine sahip olabilecekken, elindekini kaybetmemek için, kendini kapatırdı.

Bir sabah o büyük, eski ve yorgun makina çalışmadı. Hepimiz masalarımızın başına geip beklemeye başladık makinanın çalışmasını. Müdürler makinanın başında bekledi bizim gibi. Kimse ne yapılması gerektiğini, makinanın neden çalışmadığını bilmiyordu. Bir süre daha bekledik. Edebiyat bölümü mezunu bize çay getirdi, mola saatine daha vardı oysa ki. Hepimiz çaylarımızı içtik. Hiçbirimiz konuşmuyordu. Belki de herkes kendi kendine konuşuyordu ama kimse bunları dile getirmek istemiyordu. Daha önce de böyle olmuş diyordu eskiler. Beklemişler sonra çalışmış makina. Baen çalışmazmış, bir tamirci çağırırlarmış, ama makina kadar eski bir tamirci olmadığı için gelenler, orasına burasına bakar, bir iki tornavida değdirir, makina çalışırmış. Bekledik. Öğlen saati geldiğinde hepimiz birer robot gibi gidip yemeklerimizi yiyip geri geldik masalarımıza. Biz masa, müdürler makina başında bekledik. Bir tamirci geldi. Yüzündeki çizgiler, saç ve sakallarınıdaki beyazlardan ihtiyar olduğunu düşündürten, ama yine de makina kadar ihtiyar olmayan bir tamirci... İçinde onlarca tornavida, iki tane çekiç,tuhaf şekillerde metal parçalar olan dış yüzeyi yağlanmış, yeşil renkli çantasını açıp üzerinde gösterge paneli olan, o panelin lat tarafına bağlı kabloların ucundaki metal kıskaçları makinanın içinde bizim hiç göremediğimiz yerlere tutturup, makinayı kapatıp açtırdı. O an sanki steteskopuyla bir hastanın kalp atışlarını dinleyen doktor gibiydi. İşin kötü yanı nabız duyamadı. Yeniden kapatıp açtırdı. Yine nabız yoktu. Dış yüzeyi yağlanmış yeşil renkli çantanın içinden bir tornavida alıp yine bizim göremediğimiz yerlerine doru uzattı makinanın içinde. Yüzündeki şekillerin kasılmasından bir iş yaptığını farkediyorduk, belki de bir iş yapıldığının farkedilmesi için yüzünü öyle kasıyordu emin değilim şu anda... Yeniden kapatıp açtırdı makinayı. Çalıştıramadı. Fabrikanın sahibiyle görüşmek istediğini söyledi. Ameliyat masasında kaybettiği hastasının haberini vermek için yakınını görmek isteyen doktor gibi. Tam anlamıyla ölüm sessizliği çökmüştü fabrikanın içine. YIllardır boyatılmayan, makianlardan sıçrayan yağ lekeleriyle renklerini kaybeden duvarların ne kadar soğuk olduğunu o an farkeder gibi herkes birbirine sokulmuştu. Tamirci fabrika sahibinin odasından çıkıp makinanına yanına geldi. yerde duran çantasına, çıkardığı aletlerini yerleştirip kapatıp sessizce dışarı çıktı.

Çalışma arkadaşlarımın yüzüne baktım tek tek. Yıllardan beri asgari mutluluk karşısında, uzak durdukları o hayat mecburen karşılarındaydı artık ve hiçbiri hazır gibi durmuyorlardı, benim gibi. Fabrika sahibi yanımıza gelip evimize gidebileceğimizi söyledi. Ama kimse ertesi gün gelip gelmeyeceğimizi sormadı. Soramadı...  Makina durmuştu. fabrikanın varolma nedeni makina artık çalışmıyordu. Bu oraya gelme nedenimizi de ortadan kaldırmıştı ama kimse bu gerçekle yüzleşmek istemiyordu hala. Herkes üzerindeki çalışma önlüklerini çıkarıp montlarını giymek için soyunma giysi dolaplarına yönelip, çıkarken yine kart bastılar. Fabrikanın sahibi de hiçbirşey söylemedi. O gün herkes evine, olması gerekenden bir saat önce gitti. Tahmin ediyorum, evde bekleyenler de bu erken gelişi görmezden geldi. kendi evimde bekleyenlerden biliyorum.

Ertesi gün, bizden istenen saatte yine fabrikaya gelip çalışma masalarımızın başındaki yerlerimizi aldık. Müdürlerimiz makinanın başındaki yerlerini aldılar. Cami avlusunda, cenaze namazının kılınmasını bekleyen naaşın başında bekleyenler gibiydiler. tek kelime konuşmuyorlar, sessizce, arada makinaya bakıyorlar, arada birbirlerine. Sonra fabrikanın sahibi geldi. Hepimizin sırayla muhasebe bölümüne gidip hak edişlerimizi hesaplatmamızı istedi. Sonra teşekkür edip odasına kapandı. Kimse duymamıtı sanki. Bazıları hala ellerinde tornavidalar çalışmaya hazır bekliyordu. Müdürler makina başındaydılar hala. Edebiyat mezunu adam çay getirdi. Kimse içmedi. Bugün olması gerekenden çok daha erken gidecekti herkes evine. Belki de en çok, evde bekleyenlerin sorularına verecek cevabı söylemek zor gelecekti. Bu yüzden hala bazılarımız, çalışma masalarından kalkmakta tereddüt ediyordu. Çok iyi olmasa da sahip oldukları bu hayat bir anda altüst olmuştu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Aslında bir an da değildi bu alt üst olma hali. Herkes biliyordu, ama kimse, kendine bu gerçeği söylerek, huzursuzlanmak istemiyordu. Her huzursuzluk beraberinde sorgulamaları getirir. Sorgulamalara tabi tutulan hayat, mutsuzluğu ele verir bir süre sonra.Mutluymuş gibi yapmalar, mutsuz yaşamaktan daha kolay olduğu için, hiçbirimiz hazır değildik.

Hakedişlerimizi hesaplatıp, alacaklarımızı tahsil ettikten sonra, bir daha geri gelmemek üzere son defa çıkarken o fabrikadan, bazılarımız kartlarını bastı. İnsan nasıl da bağlanıp, alışıyordu, mutlu olmasa da işleyen düzene.Ertesi gün fabrikaya gidecekmiş gibi aynı saatte uyandım. Hatta kalkıp yataktan yüzümü yıkayıp kendime gelinceye kadar bu düşünceden kurtulamadım. Sonradan duyduğum kadarıyla, fabrika kapandıktan sonraki günlerde bile bazıları her sabah onlara söylenen saatlerde fabrikanın kapısına gelip beklemişler bir süre. Nasıl bir düzendi bu? İnsanı dişlileri arasına alıp öğütüyor, bir gün tükürüp atsa bile insan vazgeçemiyor.

Tanıdıklarımın bir çoğu benzer işler bulmuşlar. Bazıları daha kötü şartlarda işlere girmişler, aynı itaatkarlıkla çalışmaya devam etmişler. Belki de hepsi buldukları ilk işe girmişlerdi. İyi ya da kötü ayrımı yapmadan. Çünkü çalışmıyor olmaktan daha kötüsü olamazdı bizim için. Bölüm şefim, başka bir fabrikada sıradan bir eleman olarak çalışmaya başlamış. Edebiyat bölümü mezunu ise büyük bir markette temizlikçilik yapmaya başlamış. Kimbilir belki de bu yüzden yıllarca o fabrikada sahip olduklarına şükrederek minnetle çalışmışlardı. Bizi, yani insanları sahip olduğumuz standartların altına razı olmamıza neden olan bu düzen, görevini eksiksiz yerine getiriyordu. Tepkisiz insanlar topluluğu haline gelmiştik. Bir gün tamamen yıkılıp yok olacağımızı bilsek bile, olmayacakmış gibi yapıp sahte mutluluklarla hayatlarımıza devam ediyorduk.

Ben çalışmadım bir süre. O fabrikadan kazandığım son parayı bitirene kadar kendimi eve kapattım. Para bitince ben de diğerleri gibi ne iş olsa yaparım diyerek, kapı kapı dolaştım. Şu işi yapabilirim, bu işi daha iyi yaparım demek bir işe yaramıyordu. Ben de öğrendim o zaman. Benden üretmem değil, bana söyleneni yapmam bekleniyordu. Öyle yaptım. Düzenin dişlileri arasındaki yerimi bulup öğütülmenin hazzına varıp kendimi uyuşturdum.

Yıllar sonra, o fabrikanın önünden geçtiğimde, bir düğün salonu olduğunu gördüm. 'Umut Düğün Salonu'... Her gün çalışmak için girdiğim geniş kanatları olan demir kapının önünde, süslü ve gösterişli giysileri içinde insanlar toplanmıştı. Makina aklıma geldi. Hala aynı yerde duruyor muydu? Benim gibi insanların sahip oldukları asgari mutluluk dolu hayatlarını devam ettirebilme umudu olan o makinanın, 'Umut Düğün Salon'unda hala bekleyip beklemediği düşüncesi içime oturdu. Derken geniş kanatları olan demir kapının aralığından beyaz gelinlik içinde bir kadın göründü. Hemen ardından siyah takım elbise içinde genç bir adam. Bizim umutlarımızın kaybolduğu o eski binadan, yeni umutlarla gülümseyerek dışarı çıktılar. O an canımı en çok hangisi sıktı emin değilim. O mutlu gençlerin, düzen içindeki ait oldukları yeri alıp, bir zamanlar bizim gibi asgari mutluluklar karşılığında hayallerinden vazgececek olmaları mı?, ihtiyar bir makinaya umut bağlayıp en güzel yıllarımı harcamış olmam mı...

9 Mart 2016 Çarşamba

Bilinç'ötemden yansımalar-4

Çıkmaz dediğin yollara bir yenisini eklerke, girdiğin o yolun çıkması, ve şaşkınlığın... Ardından kaybolacağını bilsen de ilk andaki o şaşkınlık mutlu eder insanı. Acizliğe alışmışken bu kadar, bir çıkar yol bulup, umut adındaki zehri damarlarına enjekte ederken, ve kanında yayılırken, nasıl da canlanırsın. Her sabah uyanırsın, ama her sbah ki gibi açmazsın gözlerini. Kalkar güzel bir kahvaltı edersin, gülümsersin yüzünü yıkarken duvarda asılı aynaya. Hava dün sabah ki kadar soğuktur, titriyorsundur, ama kimin umurunda? Yatağını toplarsın belki, yıllardır toplamadığın gibi. Yerdeki kitapları alır raflara dizersin. Pencereni açıp evi havalandırırsın soğuk olması kimin umurunda?

Bir kız çocuğu öpebilir diye dudaklarından, daha özenli fırçalarsın dişlerini. Biraz daha fazla sıkarsın parfümünden. Pantalon, gömlek ve mont renklerin birbirine uysun diye düşünürsün giyinirken. Yola çıktın ya, daha dik yürürsün mesela... Üzgün birini görsen sormak gelir içinden; hayat bu kadar güzelken, neden asıyorsun suratını?

Tüm bunlar hep, o çıkmaz diye girdiğin sokağın, çıkmasından işte... Nereye çıktığını önemsemezsin...Çıkmıştır işte bir yere önemli olan bu değil mi? Mavi ve pembe renkleri daha çok hayaller kurarsın artık. Piyangodan para çıkmamış bu çekilişte de, kimin umurunda? Fakirim ama işte bu yol çıktı bir yere.... Nereye...

Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar eğlenceli değildir. Çünkü umursamazlar, çünkü 'umut' adındaki zehre karşı bağışıklıkları vardır. Kış güneşlerinin aldatıcı sıcaklığında ısınmak yerine, arkalarını dönerler. Huysuzdurlar, sürekli şikayet ederler. Kaybetme korkusu taşımazlar. Bu yüzden tanrı korkusuz bu insanları sevmez. Bir gün onlara olmayacak bir şey vaat eder. Girdikleri yolu bir yere çıkarır. Öyle şaşırırki, kaybedecek birşeyi olmayan insan. Bir anda kapılıverir büyüsüne, mücizelerin gerçek olacağına inanır. Yolun çıktığı yere varıncaya kadar, zehirler aklını 'umut'la... Sanki onca yıl onun canı yanmamış gibi, sanki onca yıl hep düşmemiş gibi, ayakta durabileceğine inanır. Doğrulur dizlerinin üzerinde. Başını kaldırır. Ne dişlerindeki ağrı, ne bedenindeki ihtiyarlık, hepsi kaybolmuştur yeniden doğmuş gibi. İşte şimdi eğlenceli kısma geldik.

Yolun çıktığı yer, bir aldatmacadan başka bir halt değildir. Kısa da olsa bir süre, yaşamayı hisseder. Kazandığını hisseder. Sarılır elindekilere. Çünkü kaybedecek bir şeyi yokken, kaybetmek için endişe etmez.O halde? O yol sonunda kaybedeceği birşeyler vermek gerek eline. Ne kadar sıkı sarılırsa, kaybedince vereceği tepki o kadr eğlenceli olacaktır. O yolun çıktığı yerde hayatının anlamını bulur. Sabah olur, yol kapanır. Yeniden kaybetmiştir. Yıllardır kaybediyor olmaktan, buna alışmaktan daha zordur. Kazandığını sandığında, tek başına uyanmak. Dün gece de yalnız uyanmıştı oysa. Ondan önceki sabahta, daha öncekinde de... Ama hiç bir sabah, son sabahtaki kadar koymaz. Tanrı çok eğlenir. İnsan üzülür.

Daha sonraları hatırlasa bile tekrar edeceği bir hatayı yapmıştır insan. Hiç kazanmadığını kaybettiğini sandığı için, daha üzgündür artık...

1 Mart 2016 Salı

Bilinç'ötemden yansımalar -3

çocuk olmanın ne demek olduğunu çocukken farkedip, çocuk kalmak isterken hızla büyümüş ve bu büyümenin pişmanlığını her zaman içinde hissetmiş gibi...

bahçemizdeki erik ağacına çıplak ayaklarım ve üzerimde kısa şortum olduğu halde tırmanırken canımın yanması hoşuma gidiyordu. daha olmamış erikleri daha safrayken ağzıma attığımda, o ekşi tad, biraz fazla yersem karnımın ağrıyacağını bilmek umurumda değildi. çünkü o an, bir daha asla yaşanmayacaktı...




bahçenin büyük demir kapısına asılıp sallanırken ileri geri, kendi dışımdaki bir güce teslim olmak, onun kollarındaymış gibi savrulmak, sanki uçabiliyormuşum gibi, oysa yerden en fazla beş santim ayaklarım kesilmiiişken, kendimi geriye bırakıp gözlerimi gökyüzüne dikmek ve hayal kurmak...

biliyordum. büyüyordum, bir daha hiçbir savrulma o kapıya asılıp sallanırken hissettiklerimi yaşatmayacaktı bana... o an biliyordum. bilmek gölgeliyordu hissettiklerimi. büyümek istemiyordum. belki de ilk defa karşı koyamamak kadere içime en büyük sıkıntıyı düşürmüştü.

sonra iniyordum o demir kapıdan, karnım acıkmış, annem sanayağ sürmüş bir dilim ekmeğe, üzerine bir parça tuz serpmiş, almışım elime sokağa çıkmışım. Nasıl tatlı o yavan ekmek, nasıl çiğniyorum, tuz tadı, damağımda, doyuyorum... Yıllar sonra zengin bir içki sofrasında, ne yesem az gelmiş ruhuma, içmekle doldurmuşum o boşluğu...

Plastik topla oynadığımız her maçta, karşı komşunun bahçesine kaçmış topumuz, adam huysuz mu huysuz, tırsmışız hepimiz öylece oturup kaldırım kenarına bahçenin duvarına bakıp, hangimiz daha cesur girip alacak topu diye düşünürken, adam çıkmış dışarı. Küfürün bini bir para. Bir elinde ekmek bıçağı, diğer elinde plastik top. Saplamış, atmış posasını önümüze lanetler okuyarak. Biz ne yaptık? Patlak topla oynamaya devam ettik... Çocuğuz çünkü... Hayallere bıçak işlemez ki...

 Çok yorulmuşuz gün boyu top peşinde koşmaktan. Kaybetmişiz, ya da kazanmışız ama sonuç yorulduk işte. Birimiz bir koşu gidip evden su getirmiş. Dikmişiz ağızdan ağıza. Kana kana, yana yana içmişiz suyu... Sonra, devre oldu ya, top peşinde koşturmaya devam etmişiz....

Çocuğuz çünkü... Çocuktum.... Farkındaydım geçtiğinin. Geçti... Şimdi anımsamak, anımsadıklarımı yazmak, asidi kaçmış bir bardak kolayı içmek gibi...