31 Ekim 2013 Perşembe

Kürtçe bir aşkı, Türkçe'ye çevirememek...

kürtçe bir aşkı
türkçe'ye çevirememekte ki beceriksizliğimden müzdarip,
hala kafiye olsun diye
ucuz kelime oyunları oynayan bir haylazım.
boğazımda,
yutkunduğum halde bir türlü aşağı inmeyen yumruklar.
toplamak isteyipte ne zaman telaşlansam
ve korksam seni kaybetmekten
yani
ne zaman düzeltmek istesem daha çok bozarak
dokunmasam solacak diye,
sımsıkı sarıldığım için
kollarımın arasında kırılan bir sevdanın ikliminde yaşamaya çalıştın sen...
ve sen ne zaman 'kırıldım' desen,
ben bunu üstüme alınmamak için,
duymazdan geldim...
şimdi yokluğunu,
'nasıl olsa ararsın'lara bağlıyorum.
nasıl olsa ararsın...
aramazsan,
böyle bir kayba hala hazır değil aklım...

önemli kararlar arefesindeyim.
hep arefesinde beklediğim kararlarım,
çok düşündüğüm için belki de
bu kararsızlığım.
kapayıp gözlerimi karamsarlığıma
sonunda sen olursun diye,
ihtimal diye
şimdi alıp başımı başka şehirlere göç etmeyi
göze alışlarım...

kürtçe bir aşkı
türkçe'ye çevirememekte ki beceriksizliğim,
hayatıma yaşanamamışlık olarak ekleniyor.
belki de en güzel yerinde olduğum için,
en güzel yerinde,
seni kaybedeceğimi bildiğim için,
güzel olmasın diye hayatımdaki hiçbir şey
inkar ettiklerim...
sanki yoksun gibi,
öyle çok soru sordum ki sana,
şimdi aklındaki kararsızlığın
benim,
duyduklarımı duyup inanmayışlarının mantıklı açıklamaları...
seni anlıyor olmam,
sana kendimi anlatmama yetmiyor artık...
seni seviyor olmam,
beni sevmene yetmiyor...
gitme kal dememin,
kalmana yetmediği gibi...
canım yanıyor.
senin yanındayken öyle meşguldüm ki seninle
öyle seninleydim ki
düşünemedim...
gidersen bir gün yanında götür,
beni değilse bile
sana almayı akıl edemediğim çiçekleri...
sana söylemeyi beceremediğim sevgi sözlerini...
şsimdi durup durup sana gelirken yazdığım şiirleri.
üzerine al sorumluluğu!
her kayba hazırım ben...
senin dışında.
gideceksen eğer,
sevmediğini söyle ve öyle git!
yapmadıklarımı bahane etmeden,
yaptıklarımı yüzüme vurmadan!
sadece 'sevmiyorum' de,
git...
geride kalmasın
keşke diyerek aklıma yükleyeceğim suçlamalarım.
sadece alıp başını git.
sanki hiç olmamış gibi...
sanki yalanmış gibi...
git artık!
üstü kalsın yaşadıklarımızın,
yaşayamadıklarımızın hayali...

kumar

eksilmiyor her gün hayatından...
zaten borçlu olduğun için,
alınmakta senden zaman.
üstü kalsın diyemezsin
üstünde bir şey yok!
isyan etsen adını koyamazsın,
sus!
alkolün etkisi geçiyor artık damarlarından...
en ağır yerinde kabusunun,
ayılma ihtimalin var...
sus!
ağzını açmadığın sürece,
kazanma şansın var....

ben!

alkış tuttuğunuz
benim yıkımımdan başka birşey değildir.
hayranlığınız,
tanıklığınızdır en büyük kayba.
birazdan çıkıp gideceksiniz hayatımdan
ve yıkıntıları toplaması gereken
yıkılırken etrafı kirleten benim!
salona girerken elinde feneriyle
size yer gösteren çocuk benim!
film başlarken salon kapılarını kapatan,
film bittikten sonra gözyaşlarınızı silip yere attığınız,
kağıttan mendilleri toplayan ben!
beyaz ekranda görüp çok beğendiğiniz,
kimi zaman dudaklarınızdaki tebessümlere engel olamadığınız,
belki de son vazifenizi yaparken size:
'-Nasıl bilirdiniz?'
diye sorulacak benim
aslında hiçbir fikriniz olmadığı halde,
'-İyi bilirdik!'
diyeceğiniz,
ben...

meşgul sesi...

çok meşguldün sen!
ben telefon başında tırnaklarımı yerken,
nasıl da huzur dolu
hırs dolu
arzu dolu bir hayatın kollarında
zevkten inlerken sen...
ben bir kaybın hasarlarını soruyordum
içimdeki komplo teorisyenlerinden
uzak kaldıkça senden
aramızda ki mesafeler katlanırken
her gün biraz daha zor nefes alıyorken
öyle meşguldün ki sen
zaman zamanda olsa
sesimi duyma gereğini bile hisetmiyorken
üstünü kapamaya çalışıyordum
sen yoksun diye durmadan
içimde açtığım yaraların
telefonun başında aramanı beklerken
aklımı sıradan televizyon dizileri arasında pay ederken
elde kalanları alkole basıp
'gittin işte artık yoksun'a alışamayıp
sudan bahanelerle uzatıyordum bu karşılaşma(ma)yı...

sabah uyanıp işe giderken
akşam olsun diye söylenen
küfürbaz bir ihtiyar gibi
her akşamın karanlığında
gömülürken umutsuzluğa
nasırlanan parmaklarım anlatmaya çalışırken,
öyle mesguldün ki sen....

30 Ekim 2013 Çarşamba

söyle Morella!

yaşamak neleri öğretiyor Morella...?
kanayan yaraların icin zaman gerekli..
zaman için dayanacak gücün var mı Morella?

'olmayacak'ların en acılarından birini zamansız almışssın içine...
yaralı diz kapaklarına sarılırken
ağlayacak gücün varmı Morella?

ömrünü yollara bölüyorsun ya aklına koyup...
yollar bitince
 yaşayacak ömrün varmı Morella...?

nereye baksan
ne duysan
ne söylesen
onu iliştiriveriyorsun bir köşesine...
sanki ondan öncen yokmuy du Morella...?

bir hayalin ucundan tutup gitmek istiyorsun ya
bırakıp ardında seni bağlayan zincirleri...
yeni zincirlere sarılmak özgürlükmüdür Morella...?

seni anlamadığım icin bana kızıyorsun ya durmadan...
anlamak uzun zamandır
çözmeye yetmiyor bu düğümleri...
hayat bazen
çoktan seçmeli cevapları olan soruları sormak yerine
tek bir şık veriyor insana....
seçme şansın olmasa bile
bu seni yıkabilir mi Morella...?

bütün bunlar düş...

seçtiğin her kelimeye yüklediğin anlamların
o kelime bu anlamı taşıyamasa bile
nasıl bir büyücülüktür bu
elinde sihirli bir değnek olmasa da
yazmak
bize ateşle barutu öğrettiler
yanyana gelirse tehlikeli diye
ve bu tehlike durumunda
kırmamız icin camlar bahşedildi..
ama kimse kağıt ve kalemle başlatılan yangının
nasıl söndüreleceğini öğretmedi
şehirler değil de
ruhlar ateşe verilir gibi
ve bir ruhtan diğerine
bulaşıcı bir hastalık gibi
kalp rengine bulanmış kelimenin
isteseler de göremezler, baksalar bile
hayatın acısı bir yarışma programıyla
ertelenebilir ertesi gecelere
ekmek kavgası dedikleri
9-18 arası mesai içi zaman kaybı
umutsuzluktan müzdarip
sıradan zevklere alıştırıyorlar kendilerini
mutsuzluklarını bastırmak için belki de
en sırçasında köşklerinin
avazları cıktığı kadar bağırıyorlar
belli olmasın diye ağlamaları
ve sen tepedeki çimenlikten izlersin insanları
küçücük ufacık olmuş halleriyle
kandırmacalarla dolu
oyunlarını..

29 Ekim 2013 Salı

görüyormusun?

kelimelerim var benim
az kullanılmış
üzerinde tozları durur
küçük bir çocukken
kırılmasın diye
oynamaya kıyamadığın oyuncakların olur ya
kırılmasın diye
hiç oynamazsın
sonra bir bakarsın
oynamak için artık büyümüşsündür...
sana her baktığımda
ve bana baktığını gördüğümde
öyle hissediyorum...
sanki gözlerimi senden almazsam
kırılacakmışsın gibi...
kaçırdıkça gözlerimi
söndürüyorum
içimde tutuşan ateşleri...

28 Ekim 2013 Pazartesi

kayıt zamanı şimdi...

ne ben adam olabilirim bu saatten sonra,
ne de sen
beğenebilrsin olacağım adamı...
en fazla yaşanılacak zamanlara ortak olabiliriz.
ne ben vazgeçebilirim ben olmaktan,
ne de sen
bana rağmen
sevebilirsin beni...
en fazla seviyormuş gibi görünüp,
bir iki damla yaş dökebilirsin
ardımdan...

büyümek...

nasıl da ürkek ve kırılgandı sesin.
bunca yıl hor kullanılmaktan yorulmuş,
kapat artık yeter derken bile
bir söz bulamamak nasıl da zor
bunca kelimenin efendisiyken...
kıyamadım,
konuşamadım..
sesin sesime karışırken
iliklerime kadar bir ürperti
teslim oluştu bu çaresizliğe.
bu kadar isterken yanında olamamak,
dokunamamak saçlarına.
masallarım öksüz yarım bırakılmış
seni kollarıma alamamak dilimi bağlamış
öpsem diyordum ya güzel dudaklarından
sesin karışırken sesime
heyecanın içimde
bu ten kokusu
bize bahsedilen dünyanın silüeti canlanırken gözlerimin önünde
vaat edilen kutsal topraklarda sevişebilmek gibi
tüm yasaklara inat
beklerken seni
içimdeki surları yıkmak
şimdi benim için yanıyorsun ya
alıp aklına
içinde tutuyorsun ya
gözlerini kapayıp ısırıyorsun ya dudaklarını
anlatamıyorum ya artık
sığmıyorsun satırlarıma
bildiğim bütün çocukça planları yeniden gözden geçiriyorum
bütün mazeretleri seni görmek için.
şimdi yanıyorum ya senin için...
sesin,
sesime karışırken
beklerken seni
nefesinin tenim üzerindeki etkilerini hesaplamaya çalışırken
özgür bıraktım aklımı
ve bütün utanmazlığımla sana hazırladım,
en edepsizce sözlerimi...
al beni...
içinde tut
bırakma sakın!
hala kendi başıma uçabilecek kadar
büyümedim ben....
sen durmadan
içimde büyürken....

doğum günü kızına...

heyecandan al al olmuş yanakların
sesinde ki ürkeklik
avuçlarındaki telaş
yanında olduğum anların toplamı kadar,
hayatında ki anlamım.
nasıl da ürperirdin
öperken dudaklarından...
yangının sığmaz içine
beni de sarardın...
dursun isterken zaman,
nasıl da ikimize inat
akıp giderdi,
açuclarımda sımsıkı tutarken ellerini.
ilk göz göze geldiğimiz an da
ilk o an da
alamamıştım kendimi
bu sarhoşluktan
sonra ne açlık kaldı
ne üşümek
incitmekten korkar gibi tutarken belinden
yürüyebilmek yanında...
sanki bir hayaletin koluna girer gibi...
hesapların kapatıldığı
üstü kalsın denilen anların yasandığı
ve anıların arasında yerini aldığı zamanlardı
dudaklarımın arasındayken dudakların
nasıl da içim titrerdi
açamaz gözlerimi
korkardım
an'ın gerçekligine tek tanığım yoktu.
senden sonra inandıramazdım kendimi
sanki ben kurmuş ben oynamışım gibi
arşivime eklenirdi.
sürekli yeni başlayıp
yarım bıraktığım
hikayelerim arasına...

çekinerek yürümek yanında
yanında ama elini tutamadan
sarılamadan beline
ne zordu
kokun hala damağımdayken
tutup yakalarından öpememek güzel dudaklarını...
sanki az önce arkandan sarılmamışım gibi
şimdi yolda yürüyen
iki yabancı...
kaç günde kapanırdı?
bu kadar derinde açılan bir yara.
seni o otobüse bindirirken ki içimde hissettiğim sızı...
sonra ayrılamamak o duraktan
seni alıp giden o dakikayı
kazırken aklımdan....

doğum günün kutlu olsun bebeğim...
sen gittikten sonra
içimdeki bütün mülteci istekleri
örtbas ettiğim....
şimdi bütün sorumluluğu benim olsun bu hataların
en güzeli senin
yaşanacak yılların....

hoşçakal...

hoşçakal sevgilim...
üzerimden sıyırıp alıyorum kullanılmış derimi
senden sonra kazandığım bütün iyi huyları
ve alışkanlıkları
bir poşete sarıp ağzını bağlıyorum
işte şimdi son olarak
mısralarıma nokta koyuyorum
kafiyelerimi yarım bırakıp
yasadığım şehri değiştirip
üzerime doktordan az kullanılmıs takım elbiseler
ve çoğu psikolog tarafından önemsenmemiş
yalnızlık tedavileri ekliyorum

hoşçakal sevgilim
artık gidiyorum
yer kaplamasın diye kapının arkasına bırakılmış
evden çıkarken unutulmazsa
bırakıldığı yerden alınıp
en yakın çöp konteynırına bırakılacak
ağzı sıkı sıkı bağlanmış
kokmasın diye...
ne kadarım doğaya geri dönüştürülebilecek
dönüştürülmeyen hangi atık kapsamında
hatırlandıkça igrenilecek
ne yaşadın ki benle
şimdi
hatırladıkça miden ağzına gelecek
bu kadar mı sevdin beni?
bitti dediğin anda
düğmesi kapatılmış yorgun ve azgın bir makina gibi
kör kütük toz duman
sessizliğe gömülecek...

27 Ekim 2013 Pazar

kayıt zamanı şimdi!

bazen bir çuval inciri mahvetmekten korkar ya insan,
yine de tutamaz kendini...
öyle çok ister ya hani,
pembe pamuk şekerini...
ağzı burnu yapış yapış olsa da
o kadar kolay temizlenemese de
yaptıklarının sonuçları
yine de uzatır elini ve dokunur...
korka korka...
öyle bir istek bu
bazen
insan ne olursa olsun diyor
yeterki olsun..
sonra uzatıp elini
dokunacakken geri çekiyor
hani küçük çocukların
çok merak edip
çok ikaz alıp dokunma diye
sıcak sobaya
dokunmak istemesi gibi...
canı çok yanacak belki
ama yine de dokunacak...
bazen insan
yanacağını bilse bile
sevmiyor mu ateşi?

26 Ekim 2013 Cumartesi

ihtiyarlık...

yaşı genç bir sevdalının
yaşadığı heyecana tanık olmak
nasıl da acı veriyor şimdi...
sanki yüzyıllık yaşamışım da
saçlarımdaki aklar
doğal rengi sayılıyor...
sanki bana inat
21. yüzyılda hep
mutlu aşklar yaşanıyor...

kabuk tutuyor ama
kabuğun altındaki yara kapanmıyor.
içe kanıyor örtbas edilenler.
ne yazınca çıkıyor acısı
ne de pansumanlar bir halta yarıyor...
tahammülsüzlüğüm bundan kaynaklı.
biraz beklesem sıkılıyorum.
oysa bir kaç gün önceydi
bir kız çocuğu için
bir saat onbeş dakika beklediğim
bir otobüs durağında...
yanımdan geçenleri sayarken vakit geçsin diye
biri bana gelsin diye
beklediğim sendin...
geldiğin zaman
çocuk gibi heyecanlanıp
elim ayağıma dolaşırken
bunca yaşıma rağmen...

ben özlerim seni...

sen git...
ben boş zamanlarımda özlerim seni.
çay paydoslarında,
akşam iş çıkışlarında,
eve giderken bir otobüsün
arka köşesinde ki koltuğunda otururken
yoldan geçen arabaları izlerken
telefonumda radyo dinlerken
hayal kurarken
eve gelip yemek yedikten sonra
bilgisayarın başına oturmadan önce
sen gelene dek özlerim seni...
gecikirsen meraklanır,
seni aramak isterim,
ya da sadece kısa mesaj atıp sormak
nerdesin?

sen git,
ben özlerim seni...
konuşurken ansızın sustuğunda,
yavaş yazdığını bilsem de sabırsızlandığımda
sen ellerini yıkıyorken
ve kedilerinle oynuyorken
meraklanır
aklından geçenleri aklımdan geçirmeye çalışırdım.
sen git,
ben özlerim seni...
geri geleceğim dedin ya
beklerim
gülümsüyorsun ya
kıyamam
heveslenir kendimi tutamam
özlerim seni
gereksizliklerimi bir bir çıkartır hayatımdan
boşluklara seni eklerim
beklerim
geleceksin diye yarım bırakır bu şiiri
kafiyemi eksiltirim....

25 Ekim 2013 Cuma

bakıyoruz...

herkes bakıyor değil mi?
yanımızdan geçen güzel kızlara bakıyoruz.
parlak metalik renkli arabalara bakıyoruz.
sonra akşam oluyor
bir otobüsün koltuğunda
pencereden yanımızdan geçen arabalara bakıyoruz.
sevgilimiz yanımıza gelince
gözlerinin içine bakıyoruz.
bir dilenci görünce
yalan söyleyip söylemediğini anlamak için,
sakat uzuvlarına bakıyoruz...
kalabalık arasında ilerlerken
seslenen birini duysak
bize olmasa da dönüp bakıyoruz.
bir mezarlık yanından geçerken
mezar taşlarına bakıyoruz.
minübüste giderken
yanımızdaki adamın
okuduğu gazeteye bakıyoruz.
okulda sınavlarda
önümüzde ki çocuğun kağıdına bakıyoruz.
dışarda havai fişek atılsa
camdan bakıyoruz.
ünlü biri sokağımıza gelse
merak edip sokağa bakıyoruz.
yanımıza oturan hatunun gömleğinin üst düğmeleri açıksa
dışarı bakar gibi yapıp,
sütyeninin kıvrımlarına bakıyoruz....
çarpma sesi duysak
hasar tespiti icin kazaya bakıyoruz...
televizyondaki sözde kadın programlarına bakıyoruz...
en çok ta kimin karısı
kimin kayınçosuyla birlikte olmuş
ona dikkatle bakıyoruz...
...
liste uzar,
bakmak bitmez...
peki ne görüyoruz?
kaç kişi gördüğünün ne kadarını anlayabiliyor?
sanki sahnelenen bir oyun bu hayat.
biz sürekli perdeye bakıyoruz...
sonra çıkıyoruz oyundan
bir kaç saat sonra unutup hepsini
birşey görmemiş gibi
bakmaya devam ediyoruz...

anlamak

bir insan ne kadarını bilebilir ki?
hayatına giren insanların ve zamanlamalarının doğruluğunu?
kaybın büyüklüğü zamanla anlaşılmaz aslında,
aklın bunu kabul etmesi zaman alır...
özlemek acı verir...
bir süre sonra hatırlamak acı verir...
ama en acısı hatırlanmayı ummaktır,
bir süre önce hayatımızdan
çıkarttıklarımız tarafından...

anlamak her zaman çözmeye yetmez...
yetmiyor...
anlamak,
içindeki acıları katlamaktan başka bir halta yaramıyor aslında...
ve biz insanoğlu delice öğreniyor,
okuyor, izliyor,
düşünüp taşınıp,
anlamaya çalışıyoruz
olan biteni...
ama aslında olanlar hiç bir zaman
bitmiyor...

23 Ekim 2013 Çarşamba

mutlu insanlar ülkesi...

bir varmış
fazlası yokmuş
mutlu insanların ülkesinde
soğuk nedir bilmezken
kargaların kanatlarına yapışmış
yoksulluk
suratını asmış insanlar
ve karar almış tüm mutlular
sıcak yerlere gitmeye
yüzlerinde gülümsemeleriyle
düşmüşler yollara
başka mevsimlerinde olduğu
başka baharların hayaliyle
mutlu insanlar
masallarını da almışlar üstelik
ve uyumak üzere olan kız cocuklarına
anlatacak birşey kalmamış...
babalar çaresiz
çekip giden mutlu insanların ardından bakakalmış...
sararmış yaprakları ağaçların
en kötüsü solmuş umutları
koca bir ülkenin...

bir varmış
geri kalanı yok olmuş...
sen uykuya dalarken
heybesinde güzel bir masal kalmayan
adamın kollarında
şairin,
soluk bir ekran ışığında
bir kadeh daha doldurmuş...
mutlu bir insan aramış şiirine
el değmemiş
daha önce kullanılmamış
bulamamış şair
kendi içine kanamış
sen uyurken bir yabancının kollarında
şair kendi ağıtını yakmış
bir hayal kurmuş
mutlu insanların olmadığı
zamanın
hakedenler arasında eşit dağıtılmadığı
isyan etmiş
adı asi'ye çıkarken
hayalinle avunmuş...
teninden tualler yapmış
kelimelerinden resim
dokunsam sana
yangının önce beni yakar
sonra kelimelerimi
dokunsam sana bir kez
geriye ne şair kalır
ne enkaz...
çekmiş elini şair
yazamamış..
yazabilse şehvetinden dağlar erir
aklın almaz
bir fani bunu anlayamaz
tereddüt etmiş şair
sen uykuya dalarken bir başka şehirde
sana bir masal yazmış...
içinde mutlu insanların olduğu.
ama o insanlar ki
çoktan göçüp gitmişler
sıcak diyarlara..
şair üşümüş...
sen üşüme diye
her kelimesini yakmış hayallerinin...
bir gün okursan
üzülme diye...

ölümsüzlük!

sürekli,
ince bir buzun üzerinde yürümekten yoruldum.
hep eşiğinde durmaktan,
alınacak kararların...
beklemekten,
hiçbirşey yapmadan üstelik...
bekledikçe,
korktum delilikler yapmaktan...
hep çekindim
ve çekindikçe üstüme geldi
aklımdakileri uzağa atmak istedikçe
hep yakınıma düştü...
ve hangi yöne baksam sen vardın
ne yorgunluk kalıyordu sana bakarken
ne çekingenlik...
hala aynı hataları yapıyorsam eğer
senin baktığın yerde olduğum içindir...
ben yoruldum deyip vazgeçtiğimde
beni tutup yakalarımdan ayağa kaldıran
senin ellerindir...
ne olur bana bakmaya devam et!
gözlerini kaçırdığın her an
ne kadar ihtiyarladığımı yüzüme çarpıyor zaman...

itiraf...

paylaştıramadım içimdekini kimseye.
hep birazını eksik pay ettim,
ya da fazlasını verdim yanlışı seçip.
aklımdan geçirdiklerim tutmadı.
belki de hep tutmayacakları hayal ettim.
sahte isimlerle,
olmayan adreslerden mektuplar yazdım,
içimdeki en saf çocuğun hisleriyle...
kendimi oynadım en iyi,
repliklerim
reklam afişlerinden aşırma
slogan cümleler buldum
ve unuttum çoğunu
hangisine söylediğimi...
ne çok kadınım oldu
ve daha da büyüdü yalnızlığım
ne kadar çok paylaştırdım kendimi en sonunda
kendi boşluğumda kayboldum...

36

36. halkayı ekliyorken zayıf gövdeme,
ne kadar yorgun
ne kadar bıkmış bezmiş olsam da,
daha sıcak gülümseyebilmeyi öğrendim.
usta bir ressamın elinden çıkmış gibi
yüzümde ki mimikler
yıllara meydan okurken
içimde birikenleri kağıttan gemilere yükleyip
kaldırım taşlarının yanından akan
yağmur sularına bırakıyorum
önce kadınları tahliye etmeliyim biliyorum ama
gururlu olamayacak kadar güçsüzüm artık
bencilliği de öğrendim
bunca zaman sonra
kendim için istemeyi
ve inkar edebilmeyi gördüklerimi
korkup kaçmayı da öğrendim
köşeye sıkıştığımda
ağlar gibi yapıp yalvarmayı da kaybetmemek için
çok konuşmanın
susmaktan daha çok halta yaradığını gördüm
ne söylediğimi bilmesem de
ve yazmayı öğrendim
en söyleyemediklerimi...

uçabilmeyi öğrendim
ve bunun için
kanatlara gerek olmadığını
ve konmak için
illa ki elverişli pistlere ihtiyaç olmadığını
kaybetmenin şekillerini öğrendim
kazandıkça alışmamayı
gülmek icin mazeret aramamayı derken
kaybettim ağlamayı
yaşamaktan vazgeçerken
hayata daha sıkı bağlanmayı
hiçbir şeyim yok artık derken
bunu söyleyebilmeyi bile
kaybedebileceğimi gördüm
güçlüyüm şimdi
ayaktayım derken dizlerimin çözüldüğünü
bakarken görmeyi öğrendim
gördüklerimi beğenmedim
içime kapanmayı öğrendim
yetmedi kapılarım
duvarlar ördüm
bir çift söz icin
o duvarları maviye boyamayı öğrendim
ve sırf istediğim için
yarısında bir şiiri nasıl bıraktıysam
hayatı da bırakabileceğimi öğrendim...

22 Ekim 2013 Salı

Don Kişot!

haklılığımın hadım edilmiş yanlarına merhametle bakarken,
yeldeğirmenlerine saldıran
ve vazgeçemeyen
bu didişmeden
içimdeki kifayetsiz kelimerden zırh yaptım ruhuma
karşısına dikilip meydan okuduğum
en güzel değirmendin sen...

21 Ekim 2013 Pazartesi

uçurumun kıyısında...

dolu dolu bakıyorsun,
dokunsam boşalacak sanki,
dokunamıyorum...
bir söz söylesem
açılacak belki,
söyleyemiyorum...
görmezden gelsem daha iyi olacak
görmedikçe aklımda büyüyorsun...
bu barajın duvarları ne kadar dayanır?
bilmiyorum...
ve ben ne kadar durabilirim
konuşmadan
tahmin bile edemiyorum...

gecenin şeytanları!

saat 23:13
bilinmeyene yenileri ekleniyor
bu delilik bulaşıcı olmalı
nasıl da izlerken engel olamamak
hayatını sarsan bu gerçekliğe
elini uzatsan dokunacaksın belki
ama bunu düşünürken bile
herşey işin geç olduğunu...
görmek
ve tanık olmak en ön sıradan
gecenin tüm zebanileri beni arıyor sanki
almak icin cehennemlerine..
yarı düş yarı uyanık
yankılar içimden geliyor
en korktuklarım sıraya girmiş
yavaş yavaş ırzına geçiyor ruhumun
ve ben kıpırdayamıyorum bile
sadece tanıklık ediyorum
hangi mahkemede geçerli olacaksa artık...
bu boğuk havasız tımarhaneden kaçmanın yollarını aramıyorum artık
tadını çıkartıyorum sadece bu tecavüzün
beynim kulaklarımdan akıyor
yorgunum
avuclarımın arasında taşımaktan bu sefillliği..

sığındığım alkol yığınakları bile yetmiyor artık
ölüm olabilir mi son liman
o'nun bundan daha iyi olduğu nereden belli?
benden başka
kaç bilinmeyeni vardı bu denklemin...
ne olurdu sanki
bilinmeyenlerin yerine koyacaklarını bana sorsaydın
altını çizip kapatmadan önce bu hesabın
kanamalarını durdurmak için
beni de kanatman mı gerekliydi?
madem canımı yaktın
beni dizlerimin üstüne düşer gördükten sonra
gitmen mi gerekliydi?
teninin özleminden yanarken üstelik
nefes nefese
delice sevişmenin eşiginden dönmüşken
bilmem kaç defa..
daha çok acı çekelim diye
tanrının bize verdiğimiydi bu?
sonra dalga geçer gibi geri aldığı
hadi gel şimdi
görme bunları
yazma ve söyleme
hadi gel de şimdi inkar et içindeki fırtınaları
hiç birşey olmamış gibi
al başını ve git
beynim kulaklarımdan akıyor
yoruldum
ağır yaralı bırakılmaktan her savaşta...
yoruldum
dizlerimin üstüne düşüp düşüp
yeniden ayağa kalkmaktan
hadi şimdi gel de konuş karşımda
cevaplarını bana bırakma
suskunluğun canımı öyle yakıyor ki...

kayıt zamanı: Şimdi!

uçurumun kenarındayım..
bir sözün yetecek...
ya yıkılacak tüm duvarları şehrin,
ya da birşey demeyeceksin
hapsolup kalacağım..
birşey söyle...
ya bakmamamı iste
ya da sana baktıkça
gülümse...

ben?

bende ne görüyorsun?
ben de görebilmek isterdim.
senin olduğun yerden bakınca bana,
ne görüyorsun?
nasıl bir adam var karşında?
ne zaman oynuyor,
ne zaman duruyor?
neresi, üzerimde iyi durmamış,
neresi işte tam buna göre diyorsun...
nerede yalan söylüyorum,
yoksa söylediğim her söz doğru mu?
büyümeye çalışan bir çocukmuyum
ordan bakınca
yoksa çoktan büyümüş,
bunu inkar eden bir yetişkin mi?
ne hissediyorsun öpünce dudaklarımdan,
dokunurken saçlarıma
ve sarılırken sımsıkı
başını göğsüme yaslarken,
çekip beyaz bayraklarını
teslim olmaya mı hazırlanıyorsun?
yoksa fethe mi,
kendi halinde bir kaleyi...
gece tek başına girerken o yatağa
özluyor musun tenimi?
yoksa inkar mı ediyorsun,
ezbere aldığım her kıvrımını
gözlerim kapalı bulabilmemi...

oradan bakınca ne görülüyor?
ukala ve kendini beğenmiş bir şair mi?
yoksa acemisi mi sevda sözlerinin.
kendi açtığı parantezlerde sıkışıp kalmış
bir türlü açıklayamamış derdini dipnotlarla
aklı fikri bir karamsarlık edasında
sen ne zaman bakıp gülümsesen gozlerinin içine
bunu hayra yoramayan,
ne çok canı yanmış,
küçük mutlulukları kabullenemeyen,
asi ve dikkafalı
tüm kaybetmişliğine rağmen
ucuz eşya dükkanı sahibi gibi
'ne alırsan bi lira abla' diyen,
promotör parçası
gece olup alkole gömen içindekileri
yumuşasın diye değil,
bir gün yeniden hatırlamak durumunda kalırsa
bozulmasın diye
biraz rutubetli ortamda saklanmış
ama dayanıklı
güneş ışığından uzakta tutulmuş
bembeyaz tenli...

ne buluyorsun ki bende
billur bir avizenin kırılma sesi gibi
tahrik edici...
ve susması hala,
anlam verilemeyen....

20 Ekim 2013 Pazar

günahkar...

günahkarım!
belki de bu yüzden haketmiyorum seni...
pusulası bozuk bir gemi gibi kayboldum yokluğunda.
hangi yöne gitsem kayıbım,
senden sonra her yaşadıgım yarım...

sen okurken...

sana yazmamı bekliyorsun biliyorum..
gidip gelip sayfamı okurken,
satırlarımın arasındaki şifreleri çözme gayretini,
takdirle karşılıyorum..
benim tarafımdan özlendiğini bilmek,
düşünüldüğünü,
ve sana tutulduğumu okumak
ihtirasımı,
şehvetimi içimde tutamayıp,
kontrolümü kaybedip
sana yazılmamı...

nasıl da çekingensin.
çalıların arasındaki seslerden ürkmüş,
dikkat kesilmiş karanlığa...
kim seni hor kullandı bu kadar?
öpsem diyorum güzel dudaklarından,
gözlerini kapatıyorsun.
nasıl da kaçmak isterken tenin,
ruhunun başkaldırışı
bu kaçma isteğine...
kollarımın arasındasın ve titriyorsun.
nası lda yanıyorken benim için,
dudaklarını ısırıp susuyorsun...
hangi inkar
ört bas edebilir bu gerçekliği?
ben sevdanı kağıda dökerken,
sen bana uyuyorsun...

19 Ekim 2013 Cumartesi

zaman ve mekan karmaşası...

varlığının,
ruhum üzerindeki iyileştirici etkilerini hesaplıyorum...
kanamalı yaraların üzerine bastırılan bir el gibi.
hüzünlü bakışlara bir sığınak.
nasıl da şefkatinle örtüyordun yalnızlığımı.
doktorlar tarafından vadesi belirlenmiş,
ama bu vade bilgisi saklanmış hastadan.
çaresizlik içinde doğru kelimeleri bulmak çabası.
doğru zaman, doğru yer kavramanın havada kalması.
ne zamanıydı şimdi
ne de yeri...
'kalk artık hadi gidiyoruz'un...
oysa biraz daha zamanımız olmalıydı...
bir kaç söz daha..
bir kaç gülümsetme teşebbüsü...
oysa ben varlığının,
ruhum üzerindeki iyileştirici etkilerinden bahsedecektim...
yokluğunun yıkıcılığı altında kalmayı hesaplamamıştım.
beklenmeyen etkiler görüldüğünde kime danışılmalı artık?
ne kadar zamanım kaldı?
ne kadar...
her 'bitti'nin ardından,
geriye ne kaldı?
marşa basıp durma artık...
ateşlemiyor ,
ateşlenmiyor bu sevda...
kabul et ve sus!
çaresizliğin belli olmasın bari...
aklım fikrim yarım bırakılmış satırlarda...
sanki türkçe ifade edebilmişim gibi,
kürtçe 'özledim' diyebilmek icin uğraşıyorum...
sanki kendim anlamışım gibi
sana anlatmaya çalışıyorum.
varlığının,
ruhum üzerinde ki,
iyileştirici etkilerini..

ve tanrı sustu!

tanrı bana körlük ve sağırlık verdi.
dizlerimin üzerine düşsemde
vazgeçmedim yaşamaktan...
tanrı bana bir aşk verdi.
kaybedip ağlıyayım diye,
ağlamadım.
tanrı bana sağlık ve varlık verdi.
kaybedip isyan edeyim diye,
haklıydı.
isyan ettim.
tanrı bana bir hayat verdi.
farkına varıp ona kulluk edeyim diye,
farkettim ama sorularım çoktu.
tanrı bana cevap verdi.
anlayıp inanayım diye.
inandım ama içimdeki çocuk çok yoruldu...
tanrı bana umut verdi.
en karamsarlığımda bile ışık olsun diye,
uzandığım her ışık
önce elimi yaktı...
tanrı bana akıl verdi.
ondan cok uzağa gitmiyeyim diye.
bu arada şeytana
bu aklı cezbetme yeteneği verdi,
adını irade koyarak...
tanrı bana bir sürü seçenek verdi.
sanki neyi seçeceğimi bilmiyormuş gibi.
sorumlulukta verdi,
ve mukafat vaat etti,
cezayla tehdit ederek...
tanrı bana seni verdi.
karşısına kendini koyarak
seçmemi istedi...
sonra seçimimi beğenmedi,
beni lanetledi...

tanrı bana hayat verdi.
geri alacağını taahhüt ederek,
oturup tahtından izledi,
çoğu zaman gülümseyerek.
seçimlerimde özgürlük verdi.
ukalalık verdi birde,
kendini begenmişlik.
bana yüzünü gösterdi.
gördüklerime kimsenin inanmayacağını garanti ederek...
ve bana lütfetti
beni seçerek.
diger her yarattığını seçtiği gibi...

tanrı bana seni verdi
her ihitmale karsı
vazgeçme olasılığımla sigorta ederek,
hayatımdan...
şimdi geri aldı!
hep bir kapıyı aralık bırakıp,
geri dönersin diye,
tutunmamı sağladı...
tanrı cok eğlendi...
ben ayrıntılarla ugraşıp,
en basit soruyu atlarken...
ve tanrı sustu!
ben nefes almaktan vazgeçerken...

18 Ekim 2013 Cuma

delilik bu!

03:27
sabah olmuyor mu?
bana mı öyle geliyor...
zaman gecmiyor mu?
ben mi istemiyorum bunu...
sen yok musun?
oysa ben böyle planlamamıştım.
aklım almıyor mu?
hangisi daha zor,
sensiz zamanın durması mı,
sensiz yaşıyor olmak mı?
sözler nereye gitti?
mırıldanılan kimin şarkısı?
kırılacak mı inceldiği yerden,
dayanır mı bu sevda yokluğuna?
pişmanlıkları uc uca ekleyip,
sana yol yapıyorum.
sana varmıyorsa
bu benim yoksulluğum.
gelirsin diye
yüzüm gözüm tertemiz.
öyle zordu ki son dakikalar bitecek diye...
tutmaya calıştım zamanı
avuçlarım kanarken...
nasıl dokunabilirdim sana az sonra,
gideceğini bilirken...
nasıl öpebilirdim dudaklarını,
nasıl sarılırdım?
ellerini kaçırırken ellerimden,
nasıl aklım alırdı bunu?
sen giderken,
sanki birşey olmamış gibi
hayatıma devam etmeyi...

16 Ekim 2013 Çarşamba

iman...

aklını bir türlü başına alamamış bir sevdaydı bizimkisi
görmezden gelmeye çalışılmış.
çalıştıkça hep o dersten sınıfta kalınmış
üzerine oynadığın bahsin oranları kadar imkansızdı,
kazansan inanılmazdı.
belki de bu yüzden en başta biz inanmamıştık
kopar mıydı inceldiği yerden?
yoksa elde var 1 deyip,
sonraki basamaklara mı sarkardık?

teninin kokusu sıcak ve ıslak.
cennetin anahtarlarını saklardı gözbebeklerin
kolların ve bacaklarınla sardığın ben miydim?
sabah gözlerimi açtığımda
yüzümü sakladığım senin saçların mı?
avuçlarınla gözlerimi kapardın
kokun üzerime siner
başka bir adam uyanırdı bedenimde,
kollarında...
aklının yetmediği icin kabullenen
kör bir munafık kadar dindardım.
her sebebine razıydım.
yokluğun bir gerçeklikse eğer
ben bu yalanda
en gönüllü kanandım...
sana yazılırken şimdi
en yukarısına koyuyorum seni
inandıklarımın...

siyah beyaz bir film

defalarca izlediğin bir filmi
yeniden izleyip
aynı sahnede gözlerinin yaşarmasına engel olamamak gibi...
ölecek işte o o adam sevgiliisne kavuşamadan bunu biliyorsun.
nedir bu denli içini acıtan?
izlediğin çaresizlik midir her defasında
farklı olmayacak bilsen de
içinde yaşattığın umut mudur?
umut dediğin her yaşadğında
daha cok canını acıtan mıdır?
mucizeleri tekeline almşs insanların dünyasında
sıradan figüranlar olmaktan başka bir rol düşmüyor bize
kazanacaklarımız
kaybedeceklerimiz kayda alınmış
hüzün gözyaşı olup konuyor gözlerimize
ne cok ölüyor kavuşmadan sevgiliye
ne cok doğuyoruz her sabah
bir bşskasının izlediklerinde
hayat kararını veriyor
dizlerinin üzerinde de olsa
sadece yaşamak düşüyor bize

13 Ekim 2013 Pazar

kalp yetmezliği...

son bir kıyak mıdır bu tanrımdan bana?
canım yanmasın diye
alnıma dayanan soğuk namlular.
bir yarın daha mükafatımıdır?
geçmişimdeki sevaplarımın.
bu dünyada mı hesaplaşıyoruz?
yoksa bu hesap devredilip borç bakiyesi,
karşılığı olmayan alacaklar hesabına,
vergiden düşülecek mi?

küçük ölçekte ki sarsıntılardan tecrübe kazanmış,
büyüklerine hazır.
yıkımlarının sarumluluğunu sonuna kadar taşır.
sonra ayağa kalkar
birşey olmamış gibi,
kurursa mürekkebi
kalemini kanına bandırır...
bir soranı yok
ne zamandır kendi halinde,
kendi sayfalarına yazılır...
soğuk mekanik bir sesle uyanır uykusundan.
her ayıklık
başka bir farkındalığa gebe
ögrenmek uzun zamandır,
acının katlarıyla hesaplanır.
seni düşündükçe
başka tenlere sarılır.
içimdeki hayvan acı çekmesin diye,
zincirleri açılıp doğaya mı salınır?
senden sonra ne kadarına katlanılır?
yaşıyormuş gibi yapmalar,
kimden ödül alır?
akla sığıyor olsada ayrılık,
buna hangi kalp
durmadan
ne kadar dayanır?

kısa hikayeler...

alkol karışınca kanına,
aklına sigara dumanı,
sökülür kelimelerin buzu,
erime başlar içinde.
kalbini tutan suskunluklar,
incelir seni bağlayanlar.
kırılır avucunda billur camdan bir bardak,
kesilirsin içine,
kanayan bir yabancı!
sözlerine inandığın yalancı,
hayat hikayelerden ibaret,
hikayeler biter!
her son
bir öncekinden daha acı....

eyvallah...

yaşadık ve tükettik.
oysa daha dün başlamış gibiydi.
bunca söz, bunca yazı ve bunca ses...
kimin hakkı verildi harcanırken,
kiminin üzerinde bile durmadık...
geçti diyorsun ya şimdi,
ona da eyvallah...

çok sevdik belki de,
canımız yandı.
sakladık,
ağır kanamalı yaralarımızı.
anlatamadık,
bir süre sonra vazgeçtik
yazmaya çalısmaktan.
susuyorduk,
sürekli diğerimiz konuşsun isterken,
bir sorumlu arıyorduk belki de
gidecek bir başka düş.
önce sesimizi kaybettik,
durmadan susuyorduk.
çünku söylenen her kelime
daha derine batıyordu.
nasıl ki,
sakındıkça üstüne geliyordu...
korktukça aklımızdakinden,
başımıza geliyordu.
yoruldum artık diyorsun ya.
ona da eyvallah...

son bir hevesle dokunuyorduk birbirimize.
zorlama bir sevdaya yüklüyorduk ertelediklerimizi.
bir süre sonra
tatminden ötesi gelmiyordu elimizden.
tenimizdeki yangınları söndürme telaşları,
ayrılırken
sarılıp öpüşme anları,
cafe köşelerindeki susma zamanları,
telefonun diğer ucundan hesaplaşmalar izliyordu sonra.
yetmiyordu çünkü,
bin kilometrelik bir mesafeden,
birbirine tutunmaya çalışan
iki sevgiliydik biz.
artık sevmiyorum diyorsun ya,
ona da eyvallah...

sen beni sevmedin ki...

sen beni hiç sevmedin ki!
 alkol kokan dudaklarımı öpmeyi sevdin.
kendimi kaybetmişken,
yazdıklarımı...
ayılır ayılmaz sana sarılıp öpmemi sevdin.
bazı sabahlar sırtımı dönüp, uyumamı hatta.
yolda yürürken elinden tutmamı sevdin.
bir türlü ayak uyduramasam da
yanında durmamı...

sen beni hiç sevmedin ki!
devrik cümlelerimi sevdin,
durup durup saçmalamalarımı,
bir mağazada alışveriş yaparken,
kararsız kalmamı sevdin.
herşey sana yakışıyordu,
senin üzerinde iyi duruyordu işte,
sen bunu söylememi sevdin,
çoğu zaman da susmalarımı...

sen beni hiç sevmedin ki!
gecenin bir yarısında,
telefonunun çalmasını sevdin.
canın sıkıldığında mesajlar okumayı.
unutmak istediğinde
unutacak biri olmasını sevdin.
terketmek istediğinde
garide bırakılacak birini.
aklına geldiğimde
arayıp sormayı sevdin.

beni sevmedin ki...
geceleri masallar dinlemeyi sevdin.
uyuya kalmak üzereyken
yanında durup konuşacak,
sana dokunacak birini sevdin.
sımsıkı sarılıp seni avutacak.
okumayı sevdin sen,
senin icin yazılanları.
özgürlügü sevdin.
bir sabah uyanınca terkedebilmeyi,
ve artık bitti demeyi sevdin
sevgiline
günaydın demek yerine...

yeniden...

bir bebek kadar safım şimdi.
aşkınla sadeleştirirken
ruhumun sivriliklerini
hayat herşeye rağmen
devam ediyor gibiydi...
akıp gidiyor zaman.
örselenmiş umutlarım da olsa
nasıl da sakinim simdi
fırtına sonrasın da
varlığının iyileştirici etkileri,
bakışlarımdaki karamsarlığı dağıtıp
aydınlık bir sabahta
demli bir bardak çay içmek gibi
güzel bir kahvaltıyla birlikte...
sonra çıkıp sahilde yürümek
artık sigara içilmeyen bir vapurla karşıya geçmek
sonra aynı vapurla geri gelmek
öpmek güzel dudaklarını
en ummadığın anda
tutarken ellerinden
nasıl da iyi geliyordun bana
yeniden başlıyor gibiyim
bıraktığım yerden de geriye dönüp
bir bebek kadar safım şimdi
sanki az önce
doğurmus annem ben..

12 Ekim 2013 Cumartesi

ya sonra?

böyle mi geçecek bundan sonra?
birlikte olduğumuz zaman paylaştığımız özel günlerimiz.
ayrıyken ağır geldikçe,
alkole mi bastıracağız düşlerimizi?
ya da görmezden gelip o geceleri,
erkenden uyumaya mı çalışacağız?
kalın kitaplar alıp ellerimize...
belki de siyah-beyaz,
türkçe dublajlı bir film seçip,
arkamızı dönüp ekrana,
sadece dinleyecek miyiz konuşmaları?
artık ayrıyız diye,
günler öncesinden hazrılıklarımız olmayacak mı?
bilinen sürprizler planlayıp birbirimize,
şaşırmış gibi yapmayacak mıyız?
böyle mi olacak bundan sonra?
biz birlikteyiz diye mi o kadar özeldi o geceler?
bir anlamı kalmadı mı artık?
bu günün doğum günün olmasının...
şimdi kapatıp bütün pencereleri üzerime,
hiç olmamışsın gibi mi yapmalıyım?
hiç öpmemişim gibi güzel dudaklarını...
bir pazarlığı yok mu bunun?
ne kadarını cıkarmalıyım hayatımdan?
ne kadar,
boşlukta düşmeden durabilirim?
kendimi bıraktığım zaman
tutacak biri olmadığını bilerek arkamda...
hangi ara bu kadar önemli olmuştu 5 kasım günü?
şimdi bir anlam nasıl geri alınabilirdi üzerinden?
olduğu gibi mi bırakmalı?
her ayrılıktan sonra insan
ne kadar eskisi gibi
kalabilir ki?

böyle mi geçecek bundan sonra?
birlikteyken önemli olan gün ve geceler,
biz ayrıyız diye,
görmezden gelinip,
yoklarmış gibi mi yapacağız?
dönüp sırtımızı soluk ekranlara,
uyumuş gibi mi yapacağız
yatarken
yeni sevgililerimizin kollarında...

soğuk sabahlar!

üşümek,
en kötüsüdür sevgilinin kollarında.
yalnız kalmak gibi oysa,
başkasına ihtiyacın olmadığında
nasıl bir his?
yokluğunu hissetmek
hiç sahip olmadıklarının,
ya ait olamadığın
o yerleri özlemek?

üşümek,
en güzelidir kayboluşların.
sarılırken kendine,
hayallerini yakıp içinde
ısınırken
derin bir iç çekip
sönmesin diye nefesini
usulca dudaklarının arasından bırakırken...
uyanmasın diye sevgilini
öpmeye bile kıyamazken
üşümek,
o gecenin sabahında
diğer yarısı boş bir yatakta uyanmak gibi
bu bir rüya deyip
uyanmamaya çalışırken....

11 Ekim 2013 Cuma

kış

düş yorgunu kızıl ışıklar vurur bir akşam üstü,
beyaz dallarına...
farkına varmak ağır gelir bazen,
sonbaharın bittiğinde,
teslim olduğunu görmek
kışın yorgunluğuna...

büyü'yorum...

ve yazmak kalıyor geriye...
tene dökülemeyen her söz,
içinde hissedemediğin her his,
kelime oluyor akıyor içinden...
taşıyamıyorsun,
ağır geliyor...
uzanıp dokunamıyorsun,
öpemiyorsun,
o düş yorgunu kızıl dudaklardan...
avuçların terlerken
ve yazmak kalıyor geriye
tortusu birikirken içinde bir sevdanın,
tene dökülemeyenlerinin,
akıldan süzülüp,
özgür bırakılamayan düşüncelerin...

neden yazıyorum şu anda?
paylaşmak varken yatağını...
neden soğuk bir kalem avuçlarımda?
güzel ellerini öpmek varken...
neden yanımda değilsin şimdi?
bir sabahı daha sensiz karşılarken...
direnirken
sensiz bir uykunun karşısında,
kader miydi bu,
böyle açıklanabilir mi?
birbiri için yanıp tutuşan iki beden!
hangi kitaba sığar?
utanmaz mıydı aşkın tanrısı,
bu çaresizlikten?

Tanrı'm

ölmek üzereyken susuzluktan,
son anda yetşmişler de sanki,
iki damla su vermişler dudakları arasına...
silinecekse bu satırlar neden yazılır?
ya bu hayatlar bir gün,
kazma kürekle kazınacaksa topraklara,
nerede saklanır sevdalar?
tesellisi nerede bu kayıpların?
batan bir iskele gibi çaresizim ama,
yakışıklı görünüyorum öyle değil mi?
aklım fikrim muzurlukta,
biri bana gelsin
alkış tutsun diye
aklıma geleni yazıyorum...
komik duruyorum ama
gülmüyor musun?
yoruldum
her gün sahneye çıkıp
ünlü olamamaktan...
sıkıldım,
bir sürü satır yazıp
tek birini okuyamamaktan...
bıktım,
planlar yapıp
ilahi denen gücün karşısında
diz çökmekten
baştan,
kayba meyilli bir savaşa girerken yenildim.
ya sen kazandın diye
ne de mağrursun?
ben ölüp hapsolurken iki metre karelik bir çukura,
sen bu zaferden
nasıl da tatmin olursun?
ağlıyorum işte,
sen mutlumusun?
cehenneminde yak beni
kazandığın bu zaferle
tanrı mı olursun?

10 Ekim 2013 Perşembe

hain

palmiyelerle süslü yolun kenarında,
elinden tutup yürümek varken,
ve hayalini kurmak,
kışın ortasında bir yazlıkta
sevişirken,
sahile inmek isteyip başaramazken
dikenli tellerin üzerinden atlamayı
gecenin bir yarısı bakıp gökyüzüne
yıldız yıldız olmuş apaydın
sarılmak sana bir binanın yedinci katındaki balkonunda
bomboş bir havuzun mavisine bakıp hayal kurmak
yanında uyanmanın güzelliği tariflere sığmıyor
ya seni öpmek karartma gecelerinde
istila altındaki bir şehirde
özgür kalmak için
mülteci kurguları itiraf edip
yalan bir iftiraya sıgınıp
ele vermek en yakın dostlarını
sırf biz birlikte olabilelim diye
ihanet etmek
ve sığdırabilmek küçük kırılgan bir vicdana bunu...

ne çok sevmiştim seni
inandığımı, savunduğumu,
ruhumu pazarlıklarda kaybettiğim.
utancımı, gururumu örtbas ettiğim.
senin koynunda bir sabahın karşısına,
bütün iyiniyetlerimi koyduğum.
bir kumarsa bu tamam kaybettim ben!
kalkarken masadan son bir kez öp beni dudaklarımdan
kışın ortasındaki bir yazlıkta öptüğün gibi
sevgilinmişim gibi öp beni!

9 Ekim 2013 Çarşamba

bana sorma!

-söylesene beni kaç harfle sevdin?

hangi kelimeye yükliyeyim,
seni sevmenin anlamını ya da kaç tanesine?
anlatmaya başlasam,
çalışsam, hangi anlamını taşıyabilir?
yapışsan zamanın yakasına, tutabilsen!
ne kadarını değiştirir yeteneksizliğimin?
söylesene hangi kelimeye güveneyim?
bu ilişkinin tuzak sorusu bu muydu?
hangimizi deniyordun bunu sorarken...
benim sadakatimi mi ölçüyordun?
yoksa duymak istediklerini söylediğim için mi
bu kadar öfkelisin...

seni seviyorum...
her harfinde bir özlem,
iliklerime kadar çektigim bu nefes
tarif edilemeyen ütopyası bu sevdanın
düğümlenen boğazım,
terleyen avuçlarım.
gözlerinden kaçırırken gözlerimi,
saçmalarken izah etmeye çalışırken
başaramazken susmak yerine
bir seni seviyorum'a sığınırken ben,
belki de gereğinden fazla iyiydim açıklarken...
anlamlandırırken bu aşkı
sen,
sokaktaki sıradan sevdalarla karıştırdın bizi...
ellerinden tutabildiğim bir aşk benim ki..
o elleri ilk gördüğüm zaman
birgün tutup öpebilecekmiyim diye hayal ederken
sabah uyandığımda ilk görmek istediğim
ve gece uyumadan önce
öpmek istediğim tek kadındın sen
diye özetlemeye çalışırken
altında kalıyorken kelimelerim birer birer
tasıyamadıkları anlamların
bir seni seviyorum'a sığındım..

kandırdın beni sevgili...
ilişkinin tuzak sorusuna yakalandım.
bir kitaba konu olabilecek kadar basit olsaydı bu sevda,
ilk satırım sen olurdun..
ya sen sevgili?
anlamlandıramadığın bu sevdanın
kaç satırına sığdırabildin beni?

unutmak...

gözlerimi açabiliyor olmak
uyanmak mıdır?
ne zamandır insanlar
onlara yüklenen rolleri
layığıyla oynayabiliyorlar...
senin,
yanımda olmadığın sabahlar,
bir göz yanılgısımıdır?
hadi bir sabah daha uyandım diyelim,
sensiz bir gece daha
nasıl sabaha bağlanır?
ne gerek vardı ki sana?
senden önce de
yeterince zordu kabullenmek
senden sonra,
bir hayatı yaşıyormuş gibi
sonraki günlere paylaştırabilmek...
sanki bana hiç dokunmamışsın gibi
öpmemişsin gibi
çatlayan dudaklarımı
isteklerimi gömmek bir ulu çınar dibine...
sanki bir gün gelip
unutabilecekmişim gibi....

8 Ekim 2013 Salı

iz'Düşüm...

ne boyalarım kaldı elimde
ne de kelimelerim...
duvarlarını boyayamayacak kadar da yorgunum artık
bu kendi mahzenimin
insan neden kabullenemez yenilgiyi?
neden hep bir inattır
dik durmaya çalışır
dizlerinin üzerine düştükçe...
artık kazanabilir olmak bile çekici gelmez insana.
iş işten geçmiştir.
sıradan mukafatlar için fazla doyumsuz,
mucizeler içinse
henüz o kadar olmadım ben...
altını çizerek yazıyorsun diye bu satırı
daha mı önemli
diğerlerinden?

dört mevsim...

sen böyle gelip gidiyorsun ya,
bahar geliyor,
gelişinle ilk
gidişinle son...
ve ben hep zalim bir kış soğunda
ellerim ceplerimde
güneşli günler hayali kuruyorum...
kış güneşlerine aldanıp,
umut diyorum
fakirin ekmeği
yemekle bitmiyor işte
sen'le doldurduğum günler,
sensiz yaz olsa
çekilmiyor...

7 Ekim 2013 Pazartesi

erken doğum!

kıyısında durup izliyorum batmakta olan koca bir şehri.
sislerin ardından kirli gri ışıklar,
gölge boyları uzadıkça
karanlığa karışıyor fısıltıları insanların.
beni nereye götüreceğini bilmeden
başlıyorum yürümeye...
yol seçmiyorum uzun zamandır.
kısa cümle boylarında
soluk alıp verirken
yorgun düşmüş
derin bir iç çekip
yeniden başlamış gibi
konuşmaya...
kurulmamış bir sofranın başında hazır beklemek gibi,
aç gözlülüğüm için bağışla,
sevginin arsızı yetiştirilmiş ruhum.
öpsen dudaklarımdan fazlasını istiyorum.
bir girdabın çalkantısına bırakıyorum kendimi,
köpüren suların arasına...
tutup kolumdan çeksen yukarı,
ya da görmezden gelip yürümeye devam etsen.
karnı burnunda bir birliktelikti bizimkisi,
ayrılığa gebe,
sancılı bir doğumda
masada kaldık ikimizde...

şah-mat

sürekli yoruyorsun beni.
söyleceklerimi unutuyorum yanında,
nefesim daralıyor içmek istiyorum,
geberene kadar içmek...
başıma ağrılar giriyor
tövbe ediyorum..
pazarlıklara oturduğumu kim sanıyorum?
kiminle oynuyorum?
ben çoktan vezir ve kalelerimi verdim..
elimde 3 piyon bir şah ve bir at...
ne kaçabiliyorum
ne de ayakta durup savunuyorum kendimi
bitsin artık!
şahımı devirip kalkmak istiyorum.
durmadan ilerleyen saatin düğmesine basıp,
zamanı durdumak ve dışarı çıkmak.
biraz temiz hava alıp,
atıma atlayıp uzaklaşmak...

Bana öyle bakma...

bazen,
bana bakarken gördüğümde seni,
gözlerini kaçırıyorsun,
sanki başka yere bakarken
aklından çıkarabilecekmişsin gibi beni...
sonra tutamayıp kendini
yeniden bakıyorsun
ürkekçe...
sanki kaçmak istesen
uzaklaşabilecekmişsin gibi benden...

uykusuzluk!

günahkarlığım,
üstüne ekleniyor yalnızlığımın.
ne çok hatalar yapıyorum,
hesabı nerede tutuluyor?
şimdi yazıp yazıp sana boşalacağım.
senin haberin bile olmadan,
sana yeni bir çocuk doğuracağım.
aklım fikrim yorgunluğumda.
damarlarım çatlıyor susuzluktan.
sokaklarında kaybolduğum şehrim
gel desen gelirdim!
sen başka sevdaların koynunda.
sesin çıkmadı,
çağıramadın beni.
sus desen,
yazmazdım
kapanırdı bu parmaklar dudaklarıma...
yazık sevgilim,
dokunma desen,
yatmazdım yanında
silinirdi şehvet dolu satırlarım
kirli beyaz sayfalarda...
yutkunamadıklarım boğazımdan geri geliyor.
ömür dediğim
yarısında noktalanmış,
bir türlü kafiye tutmayanlarım.
susamadım diye yorma beni!
ben hala sen yoksan her sabah
uyanmakta zorlananlardanım.
tutulduğum histeri krizlerim,
onları da çıkartırsan kanımdan,
hiçliğim...
bir başka sabah
başka bir kız çocuğunun ellerindeyken ellerim,
ertelenmiş bir mutluluğu çalıyor saatler...
zamansız uyandırılmış
oysaki
n'olurdu
bir on dakika daha uyuyabilseydim...

6 Ekim 2013 Pazar

kurbağa masalı...

bir sözün nasıl da dağıtıyor,
tüm karamsarlık bulutlarını.
bir mesajın nasılda pembeye boyuyor,
göğümün pencerelerini.
bir dileğin 'adam' yaratıyor,
şu kurbağa müsfettesinden.
bir dokunuşun sihir gibi,
hayata bağlıyor beni,
kopardığı yerden...

hani her zaman olur ya... her zaman ki gibi...

şimdi napıyorsun?
o kitabımı okuyorsun hala...
kenarlarına sayfaların,
küçük notlar aldığın.
yoksa yatağında mısın yorgunluktan,
belki de çok konuşmaktan,
sızıp kaldığın...
dışardamısın yoksa?
arkadaşlarla bir barda türkü söylüyorsun.
üzerinde ne var?
incecik tül gibi bir elbise
omuzlarında şalınla
üşümeyesin diye değil,
iyi görünüyorsun diye...
buradan çıkınca ne yapacaksın?
balık ekmek mi yiyeceksin limandaki o eski teknede
belki sahilde yürüyüp yanındakiyle dertleşeceksin...

şimdi napıyorsun?
aklından neler geçiyor?
çoktan uyudun mu?
üzerin açık kalmış yine.
ellerin dizlerinin arasında
üşüyormusun?
yokluğumu hissediyor musun sırtında?
ya boynunda dudaklarımı?
ya içinde sıcaklığını
kelimelerimin?

simdi napıyorsun?
aklında cevapsız soruların?
yoksa
çoktan geçtin mi bunları?
ya beni neresinde bıraktın?
unuttun sanırım...
ama ne kadarı mı?
ne kadar uzağız simdi?
her sabah nasıl uyanıyorsun?
her sabah kim öper dudaklarını?
kim sımsıkı sarılır sana,
uyanmak istemediğin zaman
şaklabanlıklar yapıp kim uyandırır seni...
ya uyanmazsan?

Kayıt Zamanı: Şimdi...

belki uyuyorsun şimdi..
belki düşünüyorsun sadece.. 
aklında türlü kurmacalar..
kurdukça kendine sarıyorsun, 
düşünmemeye çalıştıkça dibe batıyorsun.. 
unutmak için uzağa atıyorsun ama hep yakınına düşüyor... 
ve sen yaramazlık yaptığını bile bile, 
geri durmuyorsun... 
küçük huysuz çocuklar gibi...
tutulursun ya bazen... 
çok iyi konuşuyor olmak, 
çok biliyor olmak yetmez..
insan bazen konuşmak bile istemez..
sadece olsun ister..
nasıl olacaksa olsun..
sonra akışına bırakır suyun..
su yolunu bulur..
açılır kapakları barajlarının.. 
insan bazen söylediği değil de 
söyleyemediği cümlelerin altında boğulur...
 
Kayıt Zamanı: Şimdi....
 

bütünleme...

hayat en çalışmadığım yerinden sordu,
aşk sorusunu...
bir yanlışın tüm doğrulara bedel olduğu.
kaç doğru daha gerekir?
düzeltebilmek için
tasarımdaki bozukluğu...
söylenince yapılabiliyor mu bunlar?
mesela unut deyince unutmak gibi,
hatırla deyince,
anımsamak gibi
tenindeki bahar kokusunu...
nasıl da zor gelir insana,
sabahında
koynundan ayrıldıktan sonra,
gecesinde
yalnız girmek o soğuk yatağa...
ne söylediğini bilemediğin zaman susmak gibi.
söyleyeceklerini bildiğinde
kelimeler çok bir halta yarıyormu gibi sanki...
ne bir pazartesi kadar yorgunum şimdi
ne de bir Cuma akşamı kadar mutlu.
arasında sıkışmışım takvim yapraklarının...
günün favori ismi 'Özlem'
tarihteki karşılığı 'Vurgun'
hani dalgıçların nefessiz kalıp
su üstüne çıkmak için,
acele etmesi gibi...
ve hazırlıksız yakalanması bedenin,
aklın istediğine...
isteyipte korkuluğa konamayan kargaların
kendi bedeninde
kanatlarını dövmesi gibi…

nelerin hesabını yapıyoruz şimdi?
bende senin,
sende benim kalan izlerimizin mi?
Sen mi başka bir adam arıyordun kendine,
Daha çok mutlu olmak için,
Ben mi başka bir kadın,
İçimdeki bu bu hayvanı ehlileştirsin…
Neresinde kesişti hayatımız?
Hangi çizgisinde buluştuk ki biz
Sana yettiğimde ben nefessiz kaldım,
Bana yettiğinde sen vazgectin…

Kal'ma...

tutma beni diyorsun,
bırak uyuyabileyim...
ne zamandır,
anı paylaşımında,
kan uyuşmazlığını aşıp
organ naklinde ki başarısızlıklarımızı unutup,
gülümsüyoruz aynı anda?
mutluluk paylaşımında geldiğimiz son nokta bu mu?
silmiştik öyle değil mi?
hızlı aramalar listesinden adımızı,
sık görüşülenler listesindeki hesabımızı...
uyanılırsa gecenin bir yarısı,
hayalini kuracaklarımız arasındaki önceliğimizi,
değiştirmiştik
öyle değil mi?
gülümsüyormuş gibi yapacaktık sorulunca,
üstümüze gelinirse
inkar edecektik
ne zaman bizden bahsedilse konuyu değiştirip.
'-Ha O'mu ?' deyip,
'-Mutludur şimdi, yeni sevgilisiyle...'
diyerek biterecektik.

çok önce kapanmış bir yaranın,
kurumuş kabuğunu kaldırınca
inceden kan sızar ya,
kuruyunca yeniden kabuk bağlar,
canın yanmaz,
tatlı bir kaşıntı sarar.
yine kanatırsın,
bu defa kan akmaz!
yeniden hatırlamak istersin,
bu defa canın,
o kadar çok yanmaz!
böyle böyle mi geçer aşk acısı?
bir zaman sonra,
yeni sevdalar peydahlanır.
insan o bir zamanlar en çok sevdiğine,
artık bir dost gibi anlatır...

tutma beni diyorsun,
bırak gideyim!

seni tutabilseydim eğer,
o güneşli soğuk kış gününde tutardım zaten...
kal'saydınlar hala bilinmeyenleri bulunamamış
bir denklem gibi.
çok mutluyduk biz,
çok bilmiyorduk ama,
bilmekte gerekmiyordu
mutlu olmak için...
kısa zaman aralıklarına sıkışmış
belki de
bu yüzden
olmayacak birşey gibiydik,
olmadık!
şimdi tutma beni bırak gideyim diyorsun ya,
kolum kanadım kırık,
sarıp sarmalayamıyorsam seni,
git artık!
en çok gurur duyduğum yaram sensin
bu bedenimdeki...

4 Ekim 2013 Cuma

ayrılık sonrası...

iki dost olarak kalmak mı daha zor bundan sonra,
yoksa iki yabancı gibi davranmak mı?
hangisini inkar etmek daha kolay gelecek bize,
birlikte uyanılan sabahların varlığı mı?
yoksa birbirimizden ayrı geçen gecelerin acısı mı?
ne kadarını hayatta tutabileceğiz bundan sonra?
kırılmış bir akvaryumdan yere düşmüş balıkların,
avucumuzda çırpınışları gibi...
aklımızdan uçup giden anıların,
hangisini hatırlayacağız?
ne kadar daha
birşey olmamış gibi hayatımıza devam edip,
olur olmaz herşeye gülümseyerek,
belli olmasın diye ağladığımız...
gözlerimizi kaçıracağız dost bakışlarından.
kaç satır daha yazarak hafifleteceğiz,
içimizde açtığımız yaraların acısını...
kaç kadeh daha içki gerekecek,
kaç paket sigara ?
örneğin
kaç defa daha sinemaya yanlız gitmek gerekecek?
elimizi yanımızdaki boş koltuğa uzattığımızda,
sızlamaması için
içimizin...
kaç defa daha insan,
amaçsızca yürümeli,
birlikte yurünülen sokaklarda
tek başına
sanki hiç birşey olmamış gibi...
ve kaç şarkı dinlemeli,
içinde ayrılık geçen,
derin bir off çektirmeyen...

iki dost olarak kalmak mı daha zor artık,
iki yabancı gibi davranmak mı?
yoksa hiç birşey olmamış gibi,
yalandan her güne,
mutluymuş gibi yaparak uyanmak mı?

masal bu ya...

kendi enkazımda yeni bir kayba tahammülüm yok...
ya tamamen yak,
ya da unut gitsin beni...
hani küçük bir kız çocuğuyken sana anlatılan,
ama büyüyüğünce unutulan,
masallar gibi...

Şimdi ki Aklım Olsaydı'lı Zamanlar!

soyunup çırılçıplak bir yanlızlığa,
bürünmek bir sürüngen gibi,
soğuğa aldırmadan.
yeni sözlerle savunuyorum kendimi.
haklıyım uzun süredir.
haksızlık karşısındaki taraf tutmalarım,
aklım fikrim ucuz kelime oyunlarında.
konuşabildiğim kadar özgürüm
sesim,
anahtarı gibi çaresizliğin.
zaman hatalarından yoruldum!
şimdi hazırım varlığına,
yokluğunla terbiye edildikten sonra...
hani olur ya bazen,
'zamanı geriye alsaydım' derken,
alamazsın!
sadece hayalini kurarken,
'şimdi ki aklım olsaydı'larla başlarken konuşmaya,
şimdi ki aklın bir halta yaramaz!
geçmişi değiştirmek için.

sonra,
'gelsen'lere bağlanır cümleler,
sen gelmezsin!
yola çıkmayı istemekle,
yola çıkmak aynı değildir.
ertelersin olabilecekleri,
olasılıklara bağlarsın,
ucuz ülkelerin fakir insanları gibi.
her gece zengin olmak hayalleriyle,
küf kokulu rüyalara dalarsın...
kanmak ne güzeldir bir bahar günü,
yalancı güneşin sıcağına.
açılır yaprakların solmayacak gibi,
yeni bir yanlızlığa soyunduğun gibi.
girerken soğuk toprağın koynuna.
'şimdi ki aklım olsaydı'nlara geri dönerken,
ne çok keşkeler sıralanır aklında.
ne çok ağlamak üşüşür gözbebeklerine,
ne çok,
sen değilsindir artık!
aradaki farkı ödesen,
üstüne eklenmez yaşadıklarının...
ne çok değişmiştir artık,
gelsen olacaklar,
gelmezsen kaale alınmayacak!
bu günahkarlık,
hicbir tanrı katında,
mübah sayılmayacak!
bu aklınla o yaş bir daha yaşanmayacak!
o,
koynunda uyanılan sabah,
bir daha hiçbir sabah ki kadar
mutlu uyanılmayacak...

3 Ekim 2013 Perşembe

yazmayı bırak!

sadece yaşamaktır aşk...
inadına bazen,
bazen akışına bırakmak gibi.
bir gece dolusu sevişmekte,
bir ömür boyu görememek de
anlatabileceğin en fazla kafiyesi!
ya kafiye tutmayanları hissedemezsen...
 en güzeli belki de
yaşamaktır aşk!
sadece yaşamak...
tadını çıkar !
yazmayı bırak...

2 Ekim 2013 Çarşamba

birinci tekil şahsın yalnızlığı...

bükülüyor beli sonuçsuz yanlızlıkların.
genetik bir miras gibi yakınmaların,
uyanıp yeni bir güne
daha uyanmak icin erken!
biraz daha uyumak gibi...
bir lüks.
uyanmamak,
tahayyülü zor bir rüya gibi.
karnı burnunda bir beklentiye sahip olmak
alınganlık hala bir aşığın
en kabullenilir mazereti gibi
alkol neresinde kabullenilir bir riyakarlıktır?
insan ayıkken hangi sorumluluğa eyvallah diyebilir?
çok satıyor olmak çok
iyi olmak mıdır her zaman?
yoksa çok konuşuyor olmak,
örter mi yalanlarını?
şimdi öpüp alnıma koyuyorken var olduğun anları
yokluğunda
hakkımdaki asılsız suçlamaları
geçer mi bir süre sonra?
yoksa insan birşey olmamış gibi alışır mı?
geçer mi sancısı bu yaralanmanın öpsen
kanayan yerlerimden
hala yokluğuna yazılıyor diye mesajlarım
durup durup elimdeki telefonu duvara vurmalarım
söz verdiğimden değil
senden gelecek bir cevaba hazır olmadığım icin
her gün, her gece ertelemem bu içimdeki aydınlığı
belki de korktuğum için
bir 'hayır'ın karşısında
kaybetmekten
elimde avucumda kalan son hayat ışıltısını
hala açılsa pandoranın kutusu
yayılsa karanlığı günahkarlığın
seninle birlikte olduğum her bir ana değer
karşısına koymak gibi kısacık ömürümün
her bir yılını
sonrasında
uyanmak zor olsada boş bir yatagın sağ tarafında
yaşamaktan daha zor değil bir ülkenin
fikri sağında...
yazmaktan kolay
aklın ucunda gezinenleri korkusuzca
özlemek ağır
silsen izi kalır aklının kıvrımlarında
görsen tanımazsın bundan yıllar sonra
anımsamak zor gelir
saçlarına beyazlar karışınca
içinde uhde kalır mı?
beni öpmedigin her an aklında...
çizgili gömleğim senin aldığın
bundan on yıl sonra üzerimde
hükmü ne zaman sürer üzerimde
yokluğunun
başka bir kızıl saçlı kadının
erkeği olduğumda
geçer mi bu ukalalık?
daha iddialı cümleler kurduğumda
uyansam yarın sabah koynunda
tadı kalır mı güzel göğüslerinin damağımda?
ağlarmıyım yokluğunda
hangi olası bahanelere yüklenir yokluğun
ölmek bu kadar yakınken
yaşamayı seçmek senin bu kadar uzağında
ne kadarı erkekçe olurdu?
sen olmadan öznesinde
'mutluyum ama' diye başlayan cümleleri,
yüklemek birinci tekil şahsın yanlızlığına...

1 Ekim 2013 Salı

Dijital Bir Ajanda Çığlığı...

dijital bir ajanda çığlığıyla,
gerçeklik bulaşır hayallerin arasına.
yüzüne çarpar insanın yanlızlığını.
bu yüzden mi işaretlenir takvim üstlerine,
geçmiş zaman yıldönümleri,
tam da alışıyorken yokluğuna...
sanki planlanmış,
önceden karar verilmiş,
ama kestirilememiş olasılık dışı etkenler.
doğru zaman, doğru yer,
ama yanlış insanların yanında,
hazırlıksız yakalanılmış.
yüzüm gözüm ıpıslak yeni arınmış çaresizlikten.
ahşap bir binada terkedilmiş,
büyük bina olsun diye kundaklanmış,
tam yanmadan yetişmiş büyük şehir itfaiyesi.
uyanmışım uykumdan.
dağınıklığımda gelmişsin,
sayfalarım yerlere saçılmış.
daha yeni kalkmışım
yabancı bir kadının koynundan.
dijital bir ajanda çığlığıyla uyarılmış,
ama dikkate almamışım.

yüzüm gözüm ıpıslak,
saçlarım dağılmış.
nasıl?
başka bir el değmesine bu kadar hazırdım.
önceden çıkartılmış aklımdan,
nasıl olsa son gün çalışırım diye sınava,
son güne ertelenmiş.
son gün,
elektrikler kesikmiş.
sonra gelmişsin.
en çalışmadıgım yerden sormuşsun,
sevda sorusunu.
ben bir kumar masasında sabahlarken,
insan ne kadar kaybedeceğini anlayamıyor işte,
tamamını kaybetmeden.

dijital bir ajanda çığlığıyla,
yakalanıyor hayatın gerçeğine
tam da şimdi unutuyordum seni derken.
özellikle mi yapıyorsun?
bu kurgunun yapımcısı kim?
bir tekrarı daha olacak mı bunun?
yeni bir yıl dönümünde,
daha mı hazırlıklı yakalanacağım yokluğuna?
söylesene!
kaç yıl daha geçmesi gerekir,
bir dijital ajanda çığlığıyla,
karışırken yokluğunun gerçekliğine...
sanki birşey olmamış gibi,
yaşamaya devam edebilmek için...
sanki bir kabustan uyanmışım da,
annem yanımda,
daha yeni sarılıp uyutmuş beni...

kalan son dilek hakkımda...

ateşli bir sevişme diliyorum,
kalan son dilek hakkımda...
zenginlik, mutluluk ya da sağlık değil,
tüm insanlar için güzellik değil,
kendim için bir son bir sevişme...
ateşler içinde yanarken
ve hastayken
dudaklarım titrerken
konuşamazken
ve dilim damağım kurumuşken
bir daha o yataktan kalkmamak pahasına
neyim varsa damarlarımda dolaşan ortaya koyup
vazgeçmek...
tırnaklarını hissetmek tenimde,
acısını, tuzunu terinin
dudaklarımda...
durmadan değil,
durup durup yeniden başlayarak.
ansızın değil,
önceden çalışıp
hazırlanarak gelecek sorulara.
çırılçıplak değil,
az sonra gelecek olan kocaya yakalanma korkusuyla.
yumuşak bir yatakta değil,
itiversen açılacak bir kapı aralığında.
doya doya değil,
yarıda kalsa hiç gecmeyecek
tadı damağımda.
yemin etsem başım ağrımaz,
öyle bir inkarlıkla.
hayal etmek gibi değil,
gercek bir ukalıkla,
senin olmayı diliyorum,
kalan son hakkımda...

uzun yaşamayı değil,
ölmeyi seçiyorum
kollarının arasında...
bir orgazmın hazzıyla karıncalanıyorken beynim,
becerememeyi seçiyorum yazmayı
ve kendime saklamayı
tarfisiz bir kadın kokusuna karısıp
senin olmay...