31 Aralık 2015 Perşembe

üşümek...

ısınmak için,
hayallerini yakan bir çocuğum ben...
üşürken kaldırım kenarında
dizlerini toplamış göğsüne,
sarılmış sımsıkı kendine,
hayır üşüdüğünden değil,
kimse sarılmamış gibi...

ısınmak için,
sıcak sehirleri düşünen bir çocuğum ben...
kar yağsa bir gün,
yüz yılda bir oldu denilen,
o yüz yılda bir,
hep bizi bulur zaten...

ısınmak için,
bir sigara daha yakıyorum...
büyümüşüm,
ciddiyet yüzümde kırışıklık,
kemiklerimde ağrı,
hayalimde ne çok olmaz var,
olan biten,
neden bu kadar hızlı?

ısınmak için,
yanına uzanmışım...
üşüme diye soğukluğumdan,
dokunmaya kıyamıyorken,
karanlığa alışınca gözlerim,
sana bakmışım...
sırtın açık kalmasın,
yatağın kenarına sığarım ben,
küçük ayakların,
ellerin,
nasıl da sığmıyordu aklıma,
nasıl da,
huzurluydun uyurken...

ısınmak için,
seviyordum seni...
bazen sesini duyar,
duyduğumu sanar,
doğrulurdum yatakta...
öyle bakmayın!
deli değilim ben!
sadece çok üşürdüm bazen,
sarılmak ister,
O'da üşümesin diye soğukluğumdan,
kendi nefesimde ısıtmaya çalışırdım ellerimi...
sonra hiç dokunmadan,
kıvrılır yatardım yanında,
usulca...
uykusu bölünmesin diye,
nefes bile almadan...

kar...

öfkelenmiş gökyüzü.
söylenip duruyor kime belli değil.
belki bir uzay gemisidir bulutların göremediğimiz tarafında gizlenen,
ışıklarını kapatmış,
motorlarının gürültüsüdür,
gökyüzü söyleniyor diye kendimize uydurduğumuz.
saçma değil mi?
gökyüzü kime kızacakki?

uzaylılar olmalı,
yeşil derileriyle,
kocaman siyah gözleri,
konusurlarken dudakları hareketsiz,
ses telleri yok sanırım,
konuşsalar duyardık,
bu yüzden saklanıyorlar bizden,
anlayamayacağımız için,
saçma geleceği için,
suskunlukları...
dinlemeyeceğimiz için...

neden kar taneleri beyaz?
hüzün yağıyor asfalta,
ayaklarımın altında ezilen yalnızlık.
tek başına uyumaya çalışmak,
üşürsen şimdi,
kim ısıtacak seni?
düşüncesi,
donduruyor iliklerimi...

tek oda, tek mutfak, tek banyo...
tenceresi bile yok öyle öğrenci evi.
dağ başı belki,
yürüsen yorulursun,
beklesen gelmez arabası...
avucumda küçük eli,
bakışlarını saklar benden,
baksam,
yüzünü gizler,
başımı yaslasam göğsünün sol tarafına,
heyecanlanır...
sonra ürkekçe uzanır,
dokunur saçlarıma,
okyanusun kenarında,
ahşap bir ev olur,
kapısını aralasan,
deniz kokar odanın içi,
ve teni dokunulası,
öpülesi dudakları,
şimdi üşüyorsa,
düşüncesi,
iliklerimi dondurur...

kim kızdırmış gökyüzünü?
böyle öfkeli söyleniyor...
uzaylılar da gelmiyor çoktandır,
saçmalamak için ihtiyarladım belki de,
dinlemek için,
geç mi kaldım?

12 Aralık 2015 Cumartesi

dil yarası...

yoruldun biliyorum...
ne kadar çok ekliyorum üzerine,
taşıdıklarının,
ne çok sustukça,
vazgeçiyorsun artık,
haklısın...

sık kullanılmayan eşyaların bavula yerleştirilme zamanı yaklaştı mı?
yavaş yavaş toplanmalı mı bu mutluluk sahnesinde,
ışıklar ne zaman kararacak?
sahne arkasından bir uyarı gelecek mi?
son replik hangisi olacak?
herşeye rağmen güzeldi...mi?

ne bir alkış sesi,
ne bir ayrılık şarkısı,
konuşmak için beklediğin an,
arkasını dönüp ayrılması mı?
beni yanında tutabilmek için,
aklına gelen herşeyi söylerken sen,
aklıma gelenleri susuyordum...
sanki en az senin beni tutmak istediğin kadar,
seni istemiyormuşum gibi...

şimdi ne söylesen,
söylemesen de olur,
onurlandırmana gerek yok beni güzel sesini duyurmakla,
çıldırtma derecesinde sakinliğime bakma,
kaç deli gömleği eskittim üzerimde,
kimseye konuşmadım,
üç yanardağlı gezegende,
biri sönmüş ama yine de belli olmaz,
bir çiçek,
kapris yapmış ama bir gün vazgeçebilir,
bir yolculuk,
çok sorular yüklü,
cevaplarım var benim,
kimseyle konuşmadığım...

varlığıma tutkunluğun,
sustukça azalan sabrın,
ne çok bekliyorum senden,
kapatıp kollarımı bedenime,
kıvrılıp yatarken yatağın bir ucunda,
üstelik
benim yüzümden kendine kızıyorken sen,
dilimi kopartasım geliyor,
fazladan eklemişler sanki,
yokluğu senin içinde,
varlığı benim içimde,
iki yanı keskin bıçak...
en usta cerrahları getirsen,
ikimizden birini kanatmadan,
çekip alamaz...
birlikte yatılan o masadan,
bir tanesi kalkamaz...

sessizlik...

Gece herkes sustuğunda konuşmaya başlar rüzgar. Bazıları hep susarken...Onlar için düşüncelerin, beyninin kıvrımları kemirme saatleridir bunlar. Rüzgar eşliğinde yeni varsayımlara yoksaymayınlar eklenir. Bir varmışlar masal literatüründen çıkartılıp, hep yokmuşlarla yol alır susanlar...

Geçmişin gölgesinden çıkıp biraz temiz hava almak için, yolun kenarındaki kaldırımlarda, yol aynı yol, kaldırım biraz eskimiş. Aşınmış ve incelmiş üzerinde durmak için zorlaştırmış sanki hayatı.
Hayat ne zaman kolay oldu ki?
Çok susmak bir erdem değil artık.
Konuşmak, neden bu kadar zor ki?

Bir düşünsene rüzgar bile konuşabiliyorken, susmak, nasıl ağır... Geçmeyecek, geçmişteki hatalar tekrar edilecek çünkü aynı yoldan gidip, bu defa kapanmaz diye düşünmenin saçmalığı, yine de o yoldan devam etmek...
Konuş! anlat herşeyi...
Herşey derken? Anlatacak ne var ki?
susmayı taşıyabildiğin gibi başkalarının taşımasını beklemek saflık değil mi?
Kimsenin düşüncelerini okuyabilmesi gibi doğa üstü güçleri yok bu dünyada...
İyi ki de yok belki, yoksa çoktan imha ederlerdi beni...
Bu kadar mı kötü düşünüyorsun?
Hiç bir şey düşünmüyorum oldu mu!
Sen ve düşünmemek... Güldürüyorsun beni...
Gülmüyorsun ama!
Acıyorum sana...
Ben de....

Duyma yeteneğini kaybeden insanların bir süre sonra konuşma yeteneğini kaybetmesi normal değil mi? Öyle uzun zaman oldu ki insanları dinlemeyi bırakalı, yalnızca kendi kafamın içindeki sesi dinleyip onunla konuşmaya başlayalı...
Nereye kadar gidecek böyle? Yanında tek bir insan kalmayıncaya dek? En yakınına sokulana bile susuyorsun farkında değil misin?
Susmuyorum! Sadece sessilik süzü veriyorum, suskunluğuma...
Böyle mi aldatıyorsun kendini artık?
Tamam lanet olası susuyorum, söyleyeceğim herşeyi gömüyorum içime, ne söylesem havada kalacak gibi hissediyorum, ne söylese karşılığını veriyorum kendime, sonra yeniden söylüyorum yeni bir karşılık sonra yeni bir iç hesaplaşma içinde düşerken derinlere tutanacak yer arıyorum, tutunacak yer bulamayınca daha çok susuyorum, öyle bir bataklık ki bu bir defa adımın attın mı kendine geldiğinde boğazında hissediyorsun. Sonra çırpınmak sadece hızlandırıyor boğulmayı...

Birde karşındakilerin gözüyle bak...
bakmıyor muyum sanıyorsun? benim gibi bir adamla konuşmaya çalışmak nasıl zor nasıl sıkıcı nasıl bir işkence bilmiyorum muyum sanıyorsun? tüm bunları ben kendi içimde yaşamıyor muyum sanıyorsun? sen beni ne sanıyorsun????
Neden susuyorsun o halde?
öyle yoruldum ki dudaklarımın arasından çıkacak tek yanlış kelimeyi düzeltmek için binlerce cümle kurmaya çalışmaktan...
öyle yoruldum ki, binlerce kelimeyle anlattığım duygularımın düşüncelerimin tek bir saçma kelimeyle buhar olup uçmasından ve bu gösteriye en ön sıradan tanık olurken, elim kolum bağlı, farkında olmakla cezalandırılmaktan!... Ne kadar az konuşursan o kadar az var olursun insanların hayatında, ve bir o kadar zararsız... Sustuklarımı taşırken, aynı anda karşımdaki bunun ağırlığını hissetmesin diye, sanki hiç yorulmamışım gibi, sanki hiç soluk soluğa kalmıyormuşum gibi, sanki ihtiyar değilmişim gibi artık, daha çok düşünmek ve daha çok susmak... Sanki konuşmaya başlayınca ben değil de hayatıma dışarıdan bakan bir anlatıcı gibi konuştuğum gerçeği belli olmasın diye...
ucuz bir roman değil senin hayatın, ve anlatıcının iznine ya da açıklamasına gerek yok hissettiklerini...
herşeyi ama ilgili ilgisiz herşeyi görüp anlayıp susmak... Anladıklarımı susmak, gördüklerimi susmak, hissettiklerimi susmak, kafamın içindeki ses susmuyor ki konuşmak için bana sıra gelsin! Bunca yıl sustuktan sonra, konuşma yeteneğini kaybediyormuş insan, duyma yeteneğini kaybetmesine bile gerek kalmadan!




9 Aralık 2015 Çarşamba

yirmi yıl sonra...

Elini uzatıp diğer elinin üzerine, kırışmaya başlayan derinin kıvrılarında gezdirdi parmaklarını. Derin bir nefes almaya çalıştı. Soluğu bir bıçak gibi battı göğsünün sol tarafına. Durdu. yeniden, bu defa daha yavaş bir şekilde nefes aldı. Aynı bıçak bu defa daha yavaş batıyordu göğsünün sol tarafına. Üzerindeki kalın yorganı biraz daha yukarıya çekti. Üşüdüğünden değil, ağırlığını üzerinde hissetmek iyi geliyordu yorganın. Akşam oluyordu. Perdeleri yarı açık pencereden solgun ışıkları günün son saatlerinin, karşısındaki duvara vururken anladı. Yumuşak bir el hissetti alnında. Sıcaklığı tanıdık, dokunuşuna aşina.

-İyi misin?
-Şimdi daha iyiyim...

İlk dokunuş canlandı aklında. Ürkerek, kalbinin çarpıntısı kulaklarında çınlarken, yanına ilk geldiğinde, utanmış, dokunsa kaçacak sanmış, bir adım geri çekilirken yine de karşı koyamamış içindeki kışkırtmaya. Uzatıp elini, o yumuşak tenli ele, tutup kendine çekmiş.Yağmur mu yağıyordu o an? yanlarından geçip giden arabaların lastikleri ıslak asfalta sürterken çıkardığı ses hala kulaklarında sanki. Kulakları hala en güzel sesleri duyabiliyor o zamanlar, O'nun sesi gibi... En yakın trafik lambasının olduğu yere kadar yürüyüp, yağmurun altında, evet yağmur yağıyordu, her ne kadar O'nun yanında hissetmemiş olsada ıslandığını, o ıslanmasın diye içine düşen sıkıntıyı anımsadı birden.

O an alnındaki sıcaklık kaybolunca, gözlerini açtı. Sanki bir rüyadan uyanır gibi. Gitmiş miydi? Yoksa hiç gelmemiş miydi? Aklının bir oyunu muydu bu? Yoksa o gün, o sabah, hiç O'nun yanına gitmemiş miydi? Bu düşünce bile ihtiyar kalbinin sıkışmasına yetmişti. Son gayretiyle başını çevirdi yan tarafına.Gözlerini gördüğü anda rahatlayıp derin bir nefes aldı. Gözlerinde ne vardı bimiyordu ama nefes alırken göğsünün sol tarafına batan bıçak, ona bakarken kaybolmuş gibiydi. Derin derin soluk aldı, sanki yıllardır alamıyormuş gibi... Elini yorganın altından çıkarıp ona doğru uzattı. Parmaklarını parmaklarının arasında hissettiği anda sımsıkı kapattı avucuna. Yanındaydı işte. Dokunmasına gerek yoktu belki ama yine de dokunmak O'na iyi gelmişti. Kapattı yorgun gözlerini.

İLk defa yanyana oturduklarında, elini uzatıp dokunmak istemiş, acemice, ürkekçe, elini uzatırken vazgeçmiş geri çekerken, eli, eline değmişti. Sonra ikiside ellerini nereye koyacağını bilemez halde gözlerini kaçırmışlardı birbirlerinden. Önlerin bakmışlar, söyleyecek sözler ararken susmuşlar, bu suskunluk içlerinde parlayan bir ateş gibi sarmıştı ikisini de... Son bir cesaret, uzanıp dokunmuştu koluna. O önce çekinmiş, kendini kapatmış bir süre, sonra dokunuşa teslim olup biraz daha yaklaşmıştı yanına. belki de ilk defa kokusu bu kadar yakınındaydı O'nun. Ne kadar özlediğini hissetti. Avucunda sımsıkı tuttuğu parmakları dudaklarına götürdü. Öperken, geri cekmeden, teninin kokusunu içine çekti. Hala o gün ki gibi güzeldi.O gün ki gibi huzur dolu.

Gözlerini açmadan dudaklarında, o güzel elin kıvrımlarını hatırlamak ister gibi öpüyordu. Öperken, parmakların açılıp, beyaz sakallarında gezindiğini hisseti. İLk defa onun yanında uzanıp, dudaklarından doya doya öpmeye başladığı anda, ince, narin, küçük parmakların, sakallarının arasında gezindiğini hissettiğinde, nasıl da bırakmıştı kendini o kız çocuğunun kollarına. Dudaklarından zorlukla ayırıp dudaklarını, yüzünü boynuna yasladığında, derin derin içine çekmişti kokusunu. Kokusu... Buruşmuş derisiyle diğer elini uzatıp yanağına dokundu. kendine doğru çekti. Boynunu yüzüne yaklaştırırken tuttu nefesini. İlk günki gibi. Öyle heyecanlandı ki. İhtiyar kalbi nasıl da hala dayanabiliyordu bu zorlanmaya. İşte biraz sonra o koku, hayatı boyunca unutamadığı, hayatı boyunca doyamadığı koku, yine içine dolacaktı. Ne yaptığının farkında olmadan burnunu ileriye doğru uzattı. Boynu burnuna sokulduğu anda bıraktı kendini. İçine çekmeye başladı. Sanki yeniden yirmi yıl önceye dönüyordu. Zaman geriye akıyor gibiydi içine çektiği her solukta canlanıyordu. Bedeninin tüm o yorgunluğu, hastalıkları bir bir geride kalıyordu. Ne çok istemişti O'nu, ne çok istiyordu hala...

Saçları düşmüştü yüzüne. Saçlarının kokusu sarıyordu her yerini, teninin kokusu. Sarılıp üzerine çekti yavaşça. Kolları... O gün ki kadar güçlü değildi artık. Yine de usulca gelmişti kollarının arasına. ne yapacağını bilmiyordu, belki de bu yüzden sadece istediklerini yapmıştı o gün. Doya doya sarılmış, doya doya dokunmuştu. Doymuş muydu? Sonraki yirmi yıl bu sorunun cevabını yaşayarak almıştı. Geçmiyordu o his. Ne kadar çok sarılsa, ne kadar çok dokunsa yetmemişti. Şimdi de yetmiyordu. Belki son nefeslerini alıyordu artık. Yine de doyamıyordu. Değerdi... Ya hiç bilmeseydi varlığını?

Sustuğu zamanlar geldi aklına. Oysa ne kadar çok konuşsa, ne söylese, hep eksik kalacaktı. Susarken ne geçiyordu aklından. Esirgerken sevgi sözlerini. Şimdi bir yirmi yılı daha olsun isterdi, Her günü, her saati, her dakikası, her anı, seni seviyorum diyerek geçirmek için...

-Manita yaptın yani kendine!
-Bu yaştan sonra manita olmaz...
-Seninle geyik muhabbeti bile yapılmıyor...

Yirmi yılda ne çok muhabbetler yaptık onunla. Ama yine de beceremedim geyik muhabbeti yapmayı. Şimdi kollarımın arasında uzanırken yapsak, geç kalmış olur muyduk? O'nunlayken yaşanılan hiçbirşeye geç kalınmadı. Ama daha çok yaşanılmadı diye kızdım kendime yalan değil. Dünyanın kendi kuralları vardı. hayallerimiz uymadı çoğu zaman ama hiç şikayet etmedik. Belki de çok sevmek böyle birşeydi. Bilemezken ne yapacağımızı, sadece birbirimizin tadını çıkarmak...

Derin bir nefes daha çekti içine. Nefes değildi bu. Düpedüz O'nu çekiyordu. Kollarını iki yana düşerken kızdı kendine. Neden daha çok sarılamıyor diye, kolları arasında sevildiğini hissettiği kadına. Zorladı kollarını. Parmaklarına söz geçiremedi. Ne olurdu biraz daha dokunabilseydi, o naif, kadife hissi veren dokunduğunda, yumuşak bedene... Dudaklarının arasından çıkan nefes değildi. O'nu özgür bırakıyordu artık. Son yirmi yılının anlamından vazgeçiyordu. Kapatmaya çalıştı dudaklarını. Olmadı... Teslim oluyordu artık. Güçsüzlüğünü hissederken, bedeninin üzerindeki sıcaklıktan başka bir şeyi kalmamıştı. Hala yanındaydı O...

6 Aralık 2015 Pazar

Dışarısı...

Kapının koluna dokunduğu anda, dışarı çıkıyor olma düşüncesi aldığı nefesle birlikte içine çekilmişti sanki. Dışarı, ait olmadığı bir mekanda var olma düşüncesi. Daha önce görmediği, duymadığı konuşmadığı, daha sonra bir daha rastlamayacağı, belki rastlasa bile farkına varamayacağı insanlar diyarı... Dışarı, güneşin aydınlattığı, rüzgarın serinlettiği, serinlemek? üşümek? üzerindeki gri renkli ceketin inceliğini düşündü... Gri renginin farkına ilk defa varıyormuş gibi, sanki daha önce görmediği bir nesneye bakıyormuş gibi ceketin kıvrımlarında gözlerini gezdirdi. Aynı zaman aralığında, parmaklarının arasında tuttuğu kapının kolunun soğuk metalik hissini derisinde hissetti. Parmaklarını biraz daha sıkıp, kolu aşağı doğru indirdi. Kilidin yuvasındaki dil yavaşça dışarıya doğru çıkarken sürtünme sesini duydu. İçerisi bu kadar sessiz miydi? Ya dışarısı? o kadar gürültü bir anda yüzüne çarptığında ne hissedecekti?

Kapıyı kendine doğru çektiğinde, taze havanın içeriye dolduğunu hissetti. Odasında ki lambanın açık olup olmadığı düşüncesi aklına dolarken, ne çok düşünüyordu? Alt tarafı dışarıya çıkacaktı işte. Dışarısı içine girmeyecekti.... Girmeyecekti... Odanın ışığı açık mı?
Tüm o tanımadığı yabancı kategorisine sığabilecek kadar az, tanıdıklar kategorisine girenlerin sayısı daha mı çok? Hayır değil tabi ki, ama tanıdıklar kategorisindeki her bir insan on kaplan gücündeydi, yani süper kahramanların sadece beyaz perde, sarı sayfalarda yer aldığını düşenecek olursak, gerçek hayatımızdaki on kaplan gücündeki tanıdıklarımızın kahramanlarımız olmadığını kim iddia edebilirdi. Başını hafifçe geriye çevirirken, üzerindeki gri ceketin yakasının tenine sürtündüğünü hissetti. Yeterince kalın mıydı? Gözleri dar koridorun ucundaki kapalı kapının, camına yöneldi. Buğulu camın yansımasında ışık belirtisi aradı. Ama ışık yanıyorken ya da yanmıyorken nasıl göründüğü hakkında fikri yoktu. Buğulu ve desenli camın kıvrımlarında ışığın parıltısını seçmeye çalışırken gözlerini kısarak bir süre baktı.

Ayırt edemiyordu işte. lanet olsun, odanın ışığı yanıyor mu yanmıyor mu anlayamıyordu. Şimdi eğilip, hayır eğilmesine gerek yoktu. Sağ ayağının ucuyla sol ayağının topuğuna bastırıp, ayakkabıyı sabit tutup ayağını çıkaracaktı. Sonra sol ayağının ucuyla sağ ayakkabısının topuğuna basıp onu çıkaracak, halının üzerine bir adım atacak sonra diğer adımı onun önüne, dar koridorun ucuna kadar yürüyüp, buzlu camlı kapıyı açıp lambanın yanıp yanmadığını kontrol edecek... neden bu düşünceleri bırakıp dışarı çıkamıyordu?
Çünkü dışarısının içine girmesini istemiyordu...

Teslim olmak, korkularını büyüttüğün için bu kadar korumacısın kendine karşı.

'Büyütmediğim korkuların ne kadar canımı yaktığını bilmiyormuş gibi konuşma! Bari sen söyleme bunu!'
'Tamam...Hala aralanmış kapının önünde duruyorsun farkında mısın?'
'Salak değilim ben, tabi ki farkındayım, zaten dışarının soğukluğu içimi dondurdu, bu gri ceket çok inceymiş, gidip kalın birşeyler giyeyim!'
'Odanın ışığı mazereti zorlamaydı, bakıyorum daha mantıklı bir mazeret uydurdun.'
'Üşüyüp hasta olmam ikimizin de pek yararına olmaz, en az benim kadar sende şikayet ediyorsun ağrıları çekerken'
'İçeride kalıp, saçma sapan düşüncelerle beynini uyuşturup, sonra yalnızlıktan şikayet ederken sızlanmaları dinlemekten daha kötü değil o ağrıları çekmek!'
'Anlamıyorsun değil mi? ben, bizi koruyorum. En son dışarıya çıktığımızda başımıza neler geldi, günlerce seni kendime getirmek için uğraştım.'
'Kendine gelmek için yani... Sonuçta aynı bedeni paylaşıyoruz, her ne kadar, farklı hayallerin peşinden gidiyor olsakta...'
'Biraz sus... Hatta kapat çeneni! tamam umurumda değil, odanın açık kalan ışığı, ya da dışarısının ne kadar soğuk olduğu!'

İki adım attıktan sonra başını çevirmeden kolunu arkaya uzatıp, kapının metalik his veren kolunu tutup dışarıya kapattı kendini...

Merdivenlerin o soğuk simetrisi gözüne çarptı. Hepsi aynı ölçülerde kesilmiş, yükseklikleri eşit, solmuş desenleri, yukarıya çıkılanlar, aşağıya inilenler, tam ortasında duruyordu düzlemin. Ahşap kapının bir adım ötesinde, kendini dışarıya kapatmış.

'Ne bekliyorsun?'
'ışığın sönmesini...'
'Biraz daha hareketsiz kalırsan sönecek ışık ve sen yeniden yanması için saçma bir hareketle kolunu ileri geri sallayıp yanmasını sağlayacaksın. Oysa bir adım atsan sönmeyecek o ışık.'
...
'Dur biraz, neden ışığın sönmesini bekliyorsun?'
'Dışarısının ne kadar karanlık bir yer olduğunu gözlerimle görüp, yeniden içeriye girmek için...'
'Komiksin!'

Işık söndü. Bir kaç saniye karanlıkta hareketsiz durduktan sonra yeniden içeri girmek için kapıya doğru döndüğünde hareketini algılayan ışık yeniden yandı.

'Karanlık sen izin verdiğin zaman sarıyor etrafını, bunu ispat etmiş oldun. Daha ne kadar kandıracaksın kendini?'
'Benden, sanki senden farklı biriymişim gibi bahsetmenden nefret ediyorum!'
'Her neyse, şu karanlık mevzusunu halletiysek gidebilir miyiz?'
'Nereye?'
'Kahrolası dışarıya!'
'Belki aklımdan geçen her düşünceye bu kadar muhalif yaklaşmasan, biraz yapıcı olsan zorlandıklarımızı daha kolay gerçekleştirebiliriz ne dersin?'
'Süslü cümleler kurman benim için yeterince etkili olmuyor ama hala vazgeçmiyorsun kurmaktan.'

Merdiven boşluğunun rutubetli serin havasını hissetmeye başlamıştı üzerinde. Sanki tenini saran giysileri zorlayıp, içine işlemek istiyor gibiydi. Daha fazla beklemek istemedi. İçeriye girebilirdi. Cebindeki anahtarların hala orada olduğu bilmek ister gibi elini kumaşın üzerinde gezdirdi. Evet oradaydı. Gri ceketinin yakalarını kaldırıp, önündeki iki düğmeden üsttekini ilikleyip aşağıya inilen merdivenlere doğru bir adım daha attı. Sonra bir adım daha ve bir adım daha. İlk merdivene ulaştığında, sonraki merdivenlere doğru ilerlemek sanki mekanik bir hareket gibiydi. Fazla düşünce gerektirmiyordu bu işlem ve nispeten hoşuna gitmişti. Düşünecek olursa bir an, bir saniye tereddüt ederse düşecekti. Bu korkudan mı bilinmez ama binayı dışarıdan ayıran kalın demir kapının önünde bulduğunda kendini, öyle kolay olmuştu ki oraya gelmek cesaret vericiydi. Kalın demir kapının ince demir parmaklı penceresinden dışarıdaki aydınlık içeriye yansıyordu. O an ışığın yanıyor ya da sönüyor olmasının bir anlamı yoktu. Tek yapması gereken elini uzatıp kapıyı açmaktı. Durdu.

'Şimdi ne oldu?'
'Biliyorsun işte...'
 'Evet senin bildiğin herşeyi biliyorum, ama şu an hangi gerekçeyle durduğunu bilmiyorum!'
'İçerideyken özgürlüğümüz vardı. Özgürlüğüm yani. Evet en fazla odalar, tuvalet ve mutfak arasıyla kısıtlı olsa da o kısıtlı alanda özgürdüm. Dilediğimi yapıyordum. Çıplak gezebiliyor, sözlerinin tamamını anımsayamadığım şarkıları sesli söylerken, bilmediğim yerleri uyduruyor ve kendime gülmüyordum. Zayıfım, bedenim şekilsiz, yüzüm biçimsiz ama aynalara bakmadığım sürece bunun bir önemi yoktu. Kimse yüzüme vurmuyor. Saatlerce susup otursam bile kimse gelip neden susuyorsun diye sormuyor. Kimse neden o odaya gittin bu odaya gitmedin diye sorgulamıyor. Özgürdüm yani biliyorsun...'
'Dışarıda da özgürsün, tamam çıplak gezemessin ama zaten dışarı da var olabilmek için yeterli niteliklere sahipsin şu anda.'
'Hayır anlamıyorsun işte!'
'Ben mi seni anlamıyorum? Güldürme beni, ben de seni anlamıyorsam neyi tartışıyoruz şu anda?'
'Bazen, sırf yanıldığını kanıtlamak için senin istediğin herşeyi yapmak istiyorum.'
'Yap o zaman!'
'Yapacağım ama senin yüzünden, senin o kahrolası merakını tatmin etmek için! içine düştüğüm durumlardan çıkmakla yine ben uğraşıyorum ve bu hoşuma gitmiyor...'

Bir süre bekledi. Biraz daha bekledi. Beklerken yalnız hissetti kendini. Karşısında kalın demir kapı, ince parmaklıkları camın önünde. Sanki camı dışarıya hapsetmiş gibi. Uzanıp kapıyı açtı. Çünkü beklemek için bir mazereti yoktu, kafasının içindeki ses vakit kazanmaya çalıştığını farketmiş olmalıydı. Sadece susup onu izliyordu. Kendini izliyordu. Kalın demir kapı önünde durmuş gri yazlık ceket giymiş, şekli bozuk bir bedenin iç hesaplaşmasının karşılıksız çıkması gülünçtü. Az önce onu aşağıya indiren merdivenler, artık yukarıya çıkmak için yapılmış görünüyordu orada dururken. Merdiven boşluğunda yankılanan bir kapının açılma ve kapılma sesini duydu, hemen ardından aşağıya inen adımların sesini. kapana kıstırmıştı kendini. Dışarısı ve o an orada onu görebilecek bir yabancı arasında sıkışıp kalmıştı. Her adımın sesi artıyordu. Bir seçim yapması gerekiyordu artık. Kalbinin daha hızlı çarpması bir halta yaramıyordu, bedenindeki ateşin yükseldiğini ve az önce ince hissettiği ceketin nasıl şimdi kalın bir montmuş gibi bedenin sardığını anlamaya çalışıyorken, cebindeki anahtarları hatırlayıp elini üzerine götürdü. Evet, hala içerisi özgürlüğünü cebinde taşıyordu. Bu kadar yakın. Öksürük sesini duydu. Sanki kendinden başka hiçbir insan öksüremezmiş gibi bu ses, duymasıyla kalın demir kapıyı açması ve dışarıya çıkması aynı anda oldu.

Okula giden mavi önlük giymiş, sırtında küçük çantasıyla bir çocuk geçti önünden. Okula gittiğini nereden biliyordu ki? Saat kaçtı? Yolunu kaybetmişti belki, belki çocuk parkından geliyordu. Geldiği yönde çocuk parkı var mıydı? Yolunu kaybetmiş olamayacak kadar yavaş ve kendinden emin yürüyordu en fazla sekiz yaşlarındaki kahverengi saçlı çocuk. Çocuk, ona mı bakmıştı? Neden bakmıştı? Tuhaf mı görünüyordu? Tuhaf? Çocuk önünden geçip giderken arkasından bakmaya devam etti. Çocuk arkasına dönüp tuhaflığına bakacak mıydı tekrar? Çocuğun ardından bakarken arkasındaki kalın demir kapının kapandığını duydu. Bir saniye sonra açıldı kapı. Siyah ceketli, siyah saçlı, kalın kaşlı, üstelik çatık, şişmanca bir adam belirdi. Öksürük sahibi sesi adam bir an gözlerinin içine bakıp yanından geçip gitti. Neden baktı ki şimdi bana? Tuhaf bir şey mi vardı bende? Herkes bana bakıyor işte.

'Sana söylemiştim! Bu iyi bir fikir değildi! Neden dinlemiyorsun beni?'

Cevap gelmedi. Cevap beklemenin anlamsızlığını farkettiği anda, içeriye gitmekte özgür olduğunu hissetti. Rahatladı. Gri ceketini yakalarını düzeltti. Çocuk dönüp bir daha bakmamıştı ona. Çatık kaşlı şişman adam da bakmadı. beyaz renkli bir araba önünden geçip gitti. Arabanın söförü de farketmedi onu. Karşı binanın ikinci katındaki camlardan birinden sarkıp elindeki örtüyü silkeleyen kadında. Dışarıdaydı artık. Belki de dışarısı içindeydi ve uyum sağlamıştı bu bilmediği ortama.

'Tamam haklısın, ben abartmışım, çok fazla sorguluyorum ama bana da hak ver biraz. Kolay değil içinde yaşayan bir adamın, dışarıya adım atması...'

Yine cevap gelmedi.Bir endişe peydahlanır gibi oldu içinde ama üzerinde çok durmadı. Oysa içinde peydahlananların üzerinde durmak, kendi üzerinde duranların ağırlığı altında ezilmekten kurtulmanın tek yoluydu.

Derin bir nefes aldı. Günlerdir soluduğu, beyaz duvarların kokusunu anımsamaya çalıştı. Nasıl nankördü insan, güzellik görmeye görsün anında unuturdu yavanlığı. Unuttu...

Duruşunu dikleştirdi. Sanki başı önde doğmuştu anasının karnından, bu da neydi böyle? Etrafına bakmaya başladı. Yolun karşısındaki bakkalın camındaki yazılanları okumaya çalıştı. Bir araba daha geçti önünden. Bir kadın, bir adam, bir kadın daha... uzun etek giymiş başı örtülü. Adam siyah pantalon giymiş. Önceki kadının üzerinde ne vardı? Başını çevirdi kadının gittiği yöne. Kalabalığın arasına karışmış kadın. Kadın ne kadar cesur! Nasıl da girmiş o karmaşaya, parçası olmuş, hangi adam ona bakıyor, kim nasıl hayaller kuruyor umurunda değil. Sadece yürüyor. Saçları uzun ve siyah beline çarpıyor yürüdükçe. Ama köşeyi dönüp kayboldu.

'İncelemelerin ve tesbitlerin bittiyse biraz yürüyebilir miyiz?'
'Sen orada mıydın? bir an bana kızıp gittiğini sandım.'
'Biliyorsun ki senden uzağa gidemem, bu iğneleyici laflarını kendine sakla.'
'İnsanın kendisiyle iğneleyici şekilde konuşamaması ne kadar kötü bir fikrin yok değil mi?'
'İnsanın kendi kendine duygu sömürüsü yapma girişiminde bulunması kadar kötü değil!'
'Çok sıkıcısın...'

Az önce gördüğü kadının gittiği yönde yürümeye başladı. Düşündüğü kadar zor değildi dışarıda olmak. Hatta biraz daha yürürse içeriye dönmemeyi bile düşünebilirdi. Hayır düşünemezdi tabi ki. Neyse şimdilik bu kadar uzun vade de planlar kurmayalım. Gözü yolun karşısındaki bakkalın camındaki yazılara takıldı. Okumaya çalıştı. Yürürken aynı anda yazılar sallanıyordu gözlerinin önünde, durdu. Yazılar da durdu.Gözlerini kısıp daha dikkatli baktı. Okuyamıyordu. Dışarıda bakmaya alışkın değildi gözleri. Hep içerisinin sarı ışığının tembelliği olsa gerek diye aklından geçirdi. Nasıl bir aklı varsa, herşey geçiyordu işte. Güneşin beyaz ışığında bakkalın camındaki yazılar okunmuyordu. Belki de o kadar kolay değildi dışarıda olmak. Daha yakına gidersem okuyabilirim yazıları hemen dışarıyı suçlamamak gerek.

'Öyle değil mi?'

'Sana söylüyorum, bak dışarıyı savundum hemde gerekmediği halde!'

Yine ses yoktu. Başını önüne eğdi. Kaldırım taşının başladığı ve bittiği simetrik çizgiyi gördü. Bir adım attı. Sonra bir adım daha...

Siyah kauçuk lastiklerin durmak için çabalarken asfalta sürtünerek çıkardığı sesi duydu kulaklarında. Bir çığlık gibi. Bir lastik nasıl çığlık atabilirdi ki? Saçma. Dışarısı böyle saçmalıklarla dolu olabilir mi diye geçti aklından yine. Düşünsene çığlık atan lastik, ağlayan lastik, gülen lastik, kahkaha atan lastik... Komikmiş diye geçti aklından. Duygusal tepkiler veriyor diye aklından geçen lastik aynı anda omurgasının üzerinden geçmişti. Asfaltın o soğukluğunu hissedince bedenin altında, gri ceketinin ne kadar ince olduğunu anımsadı. Başını kaldırıp yolun karşısındaki bakkalın camındaki yazılara baktı. Artık okuyabiliyordu.

'Akbil dolumu yapılır'

4 Aralık 2015 Cuma

sustuğum yerden anla beni...

Neden susuyorsun? Konuşsana!

37 yıldan sonra, içinde taşımaktansa,
anlatmaya karar verirsin,
sonra farkedersin ki,
kimse senin kadar iyi taşıyamıyor,
gerçekleri...
Kimse gerçek seni kabul edemiyorken,
nasıl bir lanet bu,
kabul edilemeyen bir insanla,
ömür boyu yaşamak...

Kimse bildikleri, gördükleri, duyduklarından sonra,
eskisi gibi kalamıyor,
senin kadar...
iyi bir insan olmaya çalışmak yetmiyormuş,
iyi bir insan olmak ne demek ki?
düşündüklerinin günahı hangi kilise tarafından affedilir?
hangi tövbe?
aklından geçenlerden sonra,
arındırır seni?

Susmasana!
anlat günahlarını,
anlat,
acizliklerini,
doymayan egolarını,
tatmin edilemeyen şehvetini,
çok mu hor kullandılar seni?
dokunmayı bile bilmiyorsun,
bir kız çocuğunun kalbine...
bu kadar mı köreldin?
incelikleri,
kırdıktan sonra farkediyorsun...

Konuş biraz...
sesini duyunca mutlu olan insana,
huzur ver, rahatlat...
varlığını hissettir...
yokluğunu düşürme içine,
susma...
o kadar sustuğunu taşıyabiliyorsan içinde,
konuşabilirsin de,
ne tuhaf...
ne yapsan,
ne yapmasan,
sonuç aynı olacak...
susarsan da canı yanacak,
söylersen de...
gitmek uzun zaman önce çıkartıldı müfredatlardan...

konuş...
bırak gitsin tutundukların,
aç kollarını uçabildiğin kadar uç şimdi,
korkuyla, korkuyu beklemekten vazgeç artık!
yaşanacak ne varsa,
çoktan yaşadın zaten...

susma...
çirkinliğinle sevsinler seni...
yorulmadın mı adam gibi yaşamaktan?
biraz da,
adam değilmişsin diye,
bilsinler seni...