31 Ocak 2017 Salı

beni yak...

yeni bir gece daha
keşke sana sarılabilseydim'le sonlanmayacak
öpebilme ütopyanın daniskası
keşke olmasaydınlara kurban ediliyor varlığım
öyle işte
ya öyle olmasaydı?
şimdi nasıl da köpürüp
yıkıyorduk birbirimizi
gülümseyelim o halde
gülümsemelerimizi olmayacakların şerefine kaldıralım bir süre
bir süre daha olacaklarmış gibi yapıp
mutlu olalım
sonra
öyle işte...

nasıl olsa bir fırsatını bulup asacak yüzümüzü hayat
bari şimdi gülümseyelim
beş yıllık kalkınma planlarında bizim birlikteliğimzden bahsedilmiyordu
biz de sesimizi çıkarmadık
kabul edildi sonra
biz ayrı kaldık
ikinci ve üçüncü şahısları da kabul ettik hayatımıza
bir süre sonra
kendimize yetecek kadar bizimiz kalmadı elimizde
şimdi yavaşça elini cebinden çıkarıp başının üzerine kaldır diyordu
koyu lacivert üniforması içinde memur
denileni yaptım
elimde fotoğrafımız vardı
henüz 'biz'li zamanlardan
senin üzerinde palton, ardında yemyeşil bir boşluk
ben objektifin diğer tarafında
ama olsun
'biz'dik o zamanlar, aynı karede olmasak da
sıradan bir çevirmeydi bu
alkol kontrolu ardından serbest bırakılanlardan
başımı çevirdikçe ayak uyduruyor olması dünyanın
bu dönüşe
benim suçum değildi...
dinlemedi koyu lacivert üniforması içindeki memur
elimde ki 'biz'e dair tek kanıtı alırken
karşı koymam bekleniyordu
sen gidiyorum derken
dur demem gerektiği gibi
iki durumda da müdahale etmedim
önce memur ayrıldım yanımdan sonra sen
yoksa önce sen miydin?
bırakıp giden
plakasında ayrılık yazıyordu yazdığım şiirin son mısrasında
bundan sonra çevrilmezsin derken memur
gülümsemesi acıma mıydı yoksa kinaye mi bilemedim
oysa ehliyetim olmadığı için
arabayı alkollü kullanacak ben değildim
dünya ekseninden çıkmış
ha çarptı ha çarpacak bir göktaşı
neyse ki sarhoşum
yoldan çıkmışız
oysa bir düşünce kadar yakındım sana
 düşünce sen hayalin koynuna
ne göktaşları
ne yörüngesinde felaketleriyle dünya
güvendeydi
ya biz?
garantör devletleri kimlerdi birlikteliğimizin?
birleşmiş milletler ayrılmamamız konusunda ne kadar birleşebilirdi?
yoldan çıkan bir araba
hangi yola girerdi?
ya girmeyenler?
hırpalanmış, hor kullanılmış bir aşk
ne zaman biterdi?
ya bitmeyenler?
ucuz sevda şiirleriyle anlatılıp
sakız gibi uzatılanlar
seni çok sevdim ama ailem istemedi ile
seni çok sevdim ama şartlar uygun değildi
arasında ki yedi farkı açıklayın bana
yola gelmiyor oluşum değil sorun
yol bana gelmiyor!
bir anlasanız bunu...

benim yazabildğimin yarısı kadar okuyabilseydi başka biri seni
aklını çıldırırdı!
şimdi beklediğimin yarısı kadar
özleseydi biri seni
yanında olurdun
şimdi olduğun gibi...




Adını koyamadım...

birşey söylemeden nasıl olduğunu hissedemiyorsan artık
durmaksızın sorma isteği dolar içine...

sanki rolleri değişiyor gibiydik
ben konuştukça sen susuyor
ben yaklaştıkça duvarlarını güçlendiriyordun
önce hangisini aklından çıkardın merak ediyorum bazen
sarılma isteğini mi?
sesimi özlemeyi mi?

emin adımlarla istikrarlı şekilde uzaklaşıyordun benden
aramızdaki boşluğa neler koyuyorsun?
merak ettiğimi bildiğin için mi?
sormama fırsat bırakmadan
konuyu değiştiriyordun...
yavaşça, beni uyandırmadan
parmaklarının ucunda çıkmıştın odadan
sonra ki görüşme ihtimallerimizi de yanımda bırakarak
yine de görüşmeye devam ediyorduk
daha az konuşmuyordun belki
ama azalmıştı sana dair kelimelerin
hissettiklerini, sustuklarını anlıyor
şakaya vuruyordum durmadan
artık bir daha açılmayacak
o kapının önünde durup
çok isteyip de zilini çalmadan...
azalmıştı sana dair kelimelerin
yemeklerden bahsediyordun mesala
ne kadar doyduğundan
ama duyduklarını, hissettiklerini susuyordun
yüzlerden, renklerden, çocuklardan, bahsediyordun.
bir devlet memuru ciddiyetiyle işini yapar gibi
sanki herhangi birine anlatır gibi
diğerlerinin arasındaki yerimi
sinemada elinde feneriyle gösteren görevli gibi...

sürekli söylerdin ya,
bir gün farkına varacağımı ama çok geç olacağını
bu farkındalığa varmamı sağlarken
benim sürekli söylediklerimi anlatman
tuhaf bir ironisiydi belki de hayatın...
ilk yakınlaşmaya başladığımızda
sürekli sonu olmayacak derdim.
zaman, birbirimizi ilk tanımaya başladığımızda açmıştı
bizi yıllar sonra öldürecek yarayı
ben sürekli kabuğunu kaldırıp kanatırken
sen ellerimi tutar
yapma... derdin...
sonu olmayacaksa da yaşayalım...
ben 'zaman' derdim,
yakamızı bırakmayacak...
bunu hatırlattıkça, tekrarladıkça,
bahane aradığımı söylerdin durmadan
ayrılmak için...
yorulurdun benim bu gidip gelme takıntımdan.
daha çok yorulacaksın ,
aşılamayacakları anlatırdım sana
gitmemden korkar
sus...derdin
olsun...
yorulsam da yaşayalım vazgeçmeden...

yıllar sonra
'zaman' dedin
asla üstesinden gelemeyeceğiz bunun...
ve yorgundun ve kırık ve yalnız,
benden vazgeçtiğini söylerken...

söylemiştim demeyeceğim şimdi
sen de söylemiştin...
bir mücadeleye döndüren yaşadığımızı
biz değildik
belki olduramayacaklarımzla savaştık durmadan
kaybedeceğimizi bile bile

seni yalnız bıraktım
ben, zaten hep biraz kaçıktım
biliyorsun
sen yoruldun
ben durdum
şimdi gidişini en ön sıradan izliyorum
gülümse
giderken değilse bile
gittikten sonra gülümse
nereye varacağını bilmediğimiz o yolda
birlikte yürüdüğümüzün hatrına
yine de güzeldi
yeniden hissedebilmeyi anımsamak
yeniden
kaybetmiş olsam bile...




29 Ocak 2017 Pazar

seyrin uzağımda...

es'ler derinleştikçe
düşmemek için çabalarımız nafile kalıyordu
tutunacak bir yer arıyorduk belki de
parmaklarımızın arasında ufalanıyordu ıslak toprak
hangimiz ağladı bu kadar çok?
hangimiz daha çabuk kabullenecek düşmeyi?
elini diğerinin elinden çekecek...
derin derin nefes alırken
göğsümüzün üzerindeki bu ağırlık
hangi kelimelere nasıl yüklenecek?
senin karışıp kaybolduğun
ne kadar daha ışığım rehberin olacak?
karasularımdan uzakta
dönebilecek misin?
yeni bir gün doğumu,
alırken gözlerini ışıltısıyla
her akşam batışına tanık olduğun
karanlığı özler misin?
çok zamandır fırtınalar etrafımda
ne duruluyorum
ne geçiyor huysuzluğum
nasıl da yoruluyordun
ulaşmak isterken bana
şimdi bilmediğim,
bilmediğin sularda
belki bulduğun huzur,
belki diniyor sızıları yaralarının
dinleniyorsun esintisinde sabah melteminin
belki güvertende martılarınla
yeni bir adanın karasularında
adamın kollarında
kapattığında gözlerini
gülümseyeceksin...
yıllar önce koynuma alıp sarıldığımda sana
gülümsediğin gibi... 

Bilinç'ötemden Yansımalar-16

'gencecik adam' sıfatından, 'koca adam' sıfatına geçtiyseniz artık durulmanız beklenir. Su'muyuz biz? Hem durulmak ne için? insan düşüncelerini, hayallerini ve hislerini nasıl durağan hale getirir? İhtiyarlarken bu kounda zamanın pek yardımcı olduğu söylenemez. Eminim Freud olsaydı bu söylediğimi bir örnekle destekleyip cinselliğe vurgu yapardı. Çocukluğumuza inmek için biraz geç kalmadık mı diye terslerdim onu! Hem o kadar derine inersek yeniden basamakları çıkacak kadar nefesimiz kalmayabilir. Sonra yine en başta söylediğime geliyoruz. İnsanın yaşadığı yıllar onun durulmasını nasıl sağlar? Ya indiyse çocukluğuna ve geri çıkamadıysa; bu çocuklukla kırk yaşında bir adam nasıl yaşar?

Aslında çocuk gibi davranmak değil de içinde yaşadığımız toplumun buna henüz hazır olmaması nedeniyle verdikleri tepkiler en çok elimizi kolumuzu bağlayan değil midir? Sayın Doktor freud işte bunu da açıklayın bir zahmet? Yoksa toplum psikolojisini grup seks yöntemiyle mi örnekleyeceksiniz? Bence bilim adamlarının, akademisyenlerin ya da belirli bir konuda uzmanlaşmış kişilerin tartışmaya en çok korktukları insanlar düz mantık yürütenler olmalı. İstedikleri kadar klinik ortamlarda yaptıkları deneylerin sonuçlarını istatistiklerle ortaya koysunlar, düz mantık sahibi o istatistiki değerler arasında olasılığı en düşük olanı savunacaktır. Sürü psikolojisini reddetmiş insanların olaylara bakış açıları karamaşık olduğu kadar basittirde. Bu iki seçim arasında hep beklenmeyeni, üzerine gidilemeyeni ve sinir bozucu olanı seçerler. İşbu halde uzmanlar ve akademisyenler ellerindeki bilimsel açıklamalarla çaresiz kalacaklardır. Çünkü onlar yetiştirilişlerinin doğasının ötesine geçip sıradan bir insan gibi düşünme lüksünü çoktan kaybetmişlerdir.

Bir roman ya da filmi gerçeklerden uzak tutan en önemli unsur, karakterlerin tuvalette geçirdikleri zamanlardan neredeyse hiç bahsetmiyor oluşlarıdır. Filmimizin kahramanı sabahtan akşama kadar birilerini kovalar, kavga eder, dayak yer, ateş eder, saatlerce kaçar (film saatlerince) hatta sevgilisinin yanına gidince uzun uzun sevişir ama bunca zaman aralığında hiç çişinin gelmiyor olması, gerçeklikten soyutlar filmi. Aynı düzlemde yine basit mantığımızı kullanacak olursak roman karakterleri de, saatlerce süren uzun diyaloglar arasında, hatta güzel bir içki masasının tasviri yaplımışken ve onca kadeh içmişken tuvalete gitme gereği duymaz. Bu film ve roman karakterlerinin sindirim ve boşaltım sistemlerinde sorun olduğunu düşünen yalnızca ben miyim? Ama neredeyse tamamı böyle değil midir? çok güzel, bakımlı ve alımlı bir kadın karakteri, ya da şimdi cinsiyet ayrımcılığı yapmayalım, bunun yanına zeki, yakışıklı, kültürlü bir erkek karakterinin tuvalete gittiği ne görülmüş ne okunmuştur sanat severler tarafından. Oysa insan doğasının gereği, varlığını sürdürmesi için en temel ihtiyaçlarından biri değilmidir, tuvalet ihtiyacı... Bunun gibi bazı eylemlerin mahrem olduğundan, öyle ulu orta yerde ayrıntıların anlatılmasından insanların rahatsız olacağından bahsedip bunu savunabilirsiniz elbette ki... Ama sanat insanın yansımasıysa eğer, neden işine gelen yerleri alır sadece ve neden bazı eylemlerinden uzak durur?

Sayın doktor Freud olsaydı eminim sanatçıların bu yaklaşımına yine çocukluk ya da cinsellikten bir örnek vererek açıklama getirecektir. Ama bu açıklama bundan sonra ki sanat eserlerinin değişmesine neden olmayacaktır. Sanki yazılı ya da sözlü olmayan bir anlaşma gereği herkes bu kurala uyar sorgulama gereği bile duymadan. Benim takıldığım nokta aslında bu değil, Bu hayali karakterle kendilerini özdeşleyen sanat severler tuvalete gitme ihtiyacı duydukları zaman, bu filmlerde gösterilmeyen, kitaplarda anlatılmayan anlarda yabancılık hissetmezler mi kendilerine karşı? Çok sevdikleri kendilerini buldukları bu hayali karakterlerin her yönleriyle tasvir edilmesi gerektiğine inanıyorum. Böylece gerçekçilik artacak, insanlar hayal dünyasından sıyrılıp, o karakterleri içlerinde taşıyabilecektir. bence buna hakları var... Yoksa bir çok insan hayatlarını ingiliz kraliyet ailesi gibi yaşamaya çalışırken, sıradan bir ortadirek ailesinin ferdi olduğu gerçeğiyle bundan ne kadar uzak olduğunu farkettikçe bunalımları ve şizofrenileri artacaktır. kimbilir belki de ilaç üreticileri ve sanatçılar kendi aralarında böyle bir anlaşmaya varmış da olabilirler. Ruh hastalıkları için satılan ilaçlardan sanatçılara belirli bir komisyon veriliyor olabilir.

Siz hastalıkların tedavisini sağlayan ilaçları bulan ve satanlara minnettar olabilirsiniz ama bence bu kapitalist düzenin oyunlarının farkına varılmaması için, büyük sermaye sahiplerinin bir nevi toplumları uyuşturmasından başka bir şey değildir. Bu hastalıkları size musallat eden bizzat o ilaç üreticileri değil midir? Tanrı'nın çoban kulunu mutlu etmek için önce koyunlarını saklaması, sonra buldurması gibi ama tek farkla, koyunları bulmak için çoban bir miktar ödeme yapmak zorunda... Çünkü tanrı karşılıksız sever ve sevilir... kapitalist düzenin işine geldiği şekilde tanrı'yı taklit etmesi ve kullanması da ayrı bir ironidir tabi ki... Vatikan'dan tutunda, Mekke'yi elinde tutup din turizmi sayesinde para basan Arabistan'a kadar hemen hemen tüm dinlerde, din büyüklerinin parayla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur gibi görünür. Çünkü paraya ihtiyaç duymayacak kadar zenginlerdir. Ama kimse bundan bahsetmez. Sürekli olarak yoksul insanlara nasıl inanacaklarını öğretirler, tarif ederler, kurallara uymayanları cezalandırırlar. karşılığında paraya ihtiyaç duymayacak kadar zengin ve rahat bir hayat yaşarlar. Kapitalizm ve din olgusunun bu denli iç içe geçmiş olması ve işbirliği yapmasını da kimse sorgulamaz üstelik. Çünkü dini liderler sorgulamayı yasaklamıştır. Dini liderler de tuvalate gidiyorlar mıdır acaba?

Tuhaf bir hayat yaşıyoruz. Öyle tuhaf ki kimse tuhaflığını sorgulama gereği bile duymuyor. Asgari mutluluk ve huzur karşılığında mümkün olduğunca etliye sütlüye bulaşmadan bu dünyada bize ayrılan sürenin sonuna gelip, ayrıldıktan sonra 'iyi bilirdik' gibi iki kelimenin ardına saklıyoruz tüm hayallerimizi ve sivriliklerimizi. Aman iyi bilsinler de nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz... Bugüne kadar kaç tanıdığımı ve tanımadığımı gömdüm bunun çetelesini tutuyor değilim ama imam efendinin nasıl bilirdiniz sorusuna sesli olarak 'kötü bilirdik!' diyen kimseyi duymadım. Herkes bu kadar iyiyse onca kötü nereye gömülüyor? Belki de yazarlar, tuvalet ayrıntısını sakladığı gibi 'kötü bilirdik' ayrıntısını da saklama konusunda anlaşmıştır birileriyle, olamaz mı?

bir şekilde, izlediğimiz filmler, dinlediğimiz şarkılar, okuduğumuz kitaplar, baktığımız fotoğraflar ve resimlerle hayatımız dizayn ediliyor. Tabi bu bahsettiklerim kültürlü insanların hayatları. Diğer taraftan okuyup araştırmayan, çok fazla düşünmeyen sorgulamayan insanlar içinde televizyonlar kullanılıyor. Tuhaf evlilik programları, reality şovlar, yarışmalar ve dizilerle... Bu reality şovlardan birinde kadın çocuğunun babasının kim olduğunu bilmediğini ve bunu öğrenmek istediği için milyonların karşısında olduğunu anlatıyordu. Bu açıklamayı ekranın altındaki yazıda okuyunca çok saçma geldi. Bir kaç dakika izledikten sonra saçmalık Stephan King hayal gücünün bile ötesine geçmiş bir hal aldı. kadının çocuğu dokuz yaşındaydı ve kocası bir kaç yıl önce ölmüş. Bu çocuğuna hamile kaldığı dönemde komşusuyla da birlikte oluyormuş. O yüzden babasının kim olduğundan emin değilmiş... Sokakta el ele yürüyor diye ahlaksız olarak nitelendirilen ve el ele yürüyenlere şiddet gösterilmesi normal olarak karşılanan bir toplumda böyle bir olayı televizyonda milyonların karşısına çıkarmanın saçmalığı ve mantıksızlığını bir yana bıraktım. Çünkü kadının kaynanası ve kayın pederi torunlarının babasını kadından çok merak ediyorlardı. Aynı anda canlı yayında çocuğun babası olması muhtemel adam bağlanıp çocuk benimse onu geri alacağım deyince beynimdeki kıvrımların ısındığını hissettim. Ama hayır bu bir başlangıçtı tabi ki, adam çok yoksul, dokuz yıl boyunca çocuğu olabileceği ihtimalinden uzak, evi olmayan çalıştığı işyerinde yatıp kalkan, orada yaşayan biriydi. Program sunucusu çocuk sizin olsa bile nasıl bakacaksınız bu çocuğa diye sorunca, çocuk benimse onlara bırakmam alır çocuk esirgeme kurumuna veririm dedi... Olan biten tüm bu saçmalıklara sunucu ve orada bulunan bazı konularda uzman kişilerin ciddiyetle yaklaşıp yorumlar yapmaya başlamasıyla daha fazla dayanamayıp uzaklaştım aptal kutusundan... Bu bahsettiğim, ülkede milyonlarca insanın izlediği bir program... Milyonlarca insana bu olan bitenin normal olduğu ve herkesin başına gelebileceği gösteriliyor. Bu sadece küçük bir örnek. İnsanların hayatlarının nasıl dizayn edildiği öyle açık yüzlerine vuruluyor ve herkes öyle rahat kabulleniyor ki bu durumu...

bu hayatları dizayn etme konusunda, sistem mi çok başarılı yoksa insanlar mı bu kadar hazır programlanmaya emin olamıyorum bazen... İşte tam da bu yüzden düz mantık sahibi olmak gerekiyor. Süslenip şatafatla sunulanın altında gizlenen dayatmaları en basit halleriyle ortaya koymak, beklemedikleri yerden konuya girmek gerekiyor... Aksi durumda uzun bir süre daha ne parcalanıp yokolacağız, ne de bu dünyada bize ayrılan süreyi gerektiği sekilde iyi ve güzel şekilde geçireceğiz. Bize dayatılan tam olarak da bu değil mi? yok olmamızı istemiyorlar, hayatta kalmamızı ama sorunlu olmamazı bekliyorlar. böylece her zaman onların elinde olup, onların isteklerine hizmet edeceğiz... Doktor Freud olsaydı şimdi kaçınılmazdan zevk alma konusunda mutlaka ilginç bir örnek verebilirdi. Ama o bile şu an yaşadığımız toplum hakkında arastırmalar yapsaydı muhtemelen meslekten istifa ederdi. Bunu düşündükçe, bir tutunamayan, bir yabancı olma düşüncesi o kadar da rahatsız etmiyor beni artık...





27 Ocak 2017 Cuma

bildğin gibi değil...

konuşalım hadi
sen yaptıklarını anlat ben izlediklerimi
ve sözlerine takılalım diyalogların,
insanların hareketlerine
nasıl da gülümsedik
nasıl da asılırdı yüzlerimiz
kimisi aklımızda kalıyordu
kimisi unutmak üzere ayrılıyordu bir kenara
elimizde avucumuzda ne varsa saklıyorduk oysa
suskunluğun soğuk şakasına takılmadan gülümsemek geçmişte mi kaldı?
zamanın hançeriyle iyileşmeyecek yaralar açılıyordu aramızda
sen büyüyordun ben ihtiyarlıyor
senin ellerin büyüyordu benim yüzümdeki kırışıklıklar
nasıl da heyecanla geliyordun bana her defasında
nasıl bir burukluk, yutkunsam da geçmiyor her defasında
rüzgarın sesi geliyordu dışarıdan
içimdeki boşlukta yankılanıyordu sanki
ve üşümek diyordum iklim farkına varmadan
sıkı giyin nasihatini ezberden söylerken
seni ısıtacak ten benimki gerçeğini görmezden geliyordum
oysa kaç bahar daha vaat edildi ömrüme
ve kaç kıştan daha sağ çıkacaktım
bilmiyordum
ne çok sorular saklıyordum içime
ne çok cevapların gelmiyor
şimdi sen uykum geldi diyorsun ya
ne desem boğazımda kalıyor
uyuma! biraz daha kal,kapatma gözlerini...
kaş gecedir sarılmamı aklından çıkardın
kaç sabah
günaydınlarını beklerken
uyuya kalıyorum
her uyandığımda...
nasıl da soğuk şakasına takıldık suskunluğun
kapat güzel gözlerini
şimdi okuma yazdıklarımı
uyandığında sil gitsin
böyle bilme beni
bildiğin gibi olmam hoşuna gitmeyecek
hatırladığın gibi sev beni...

iki perdelik oyun...

gerektiği kadar konuşup, gerekince insanların arasına karışıyorsun. Oysa sürekli susuyor olsan ve sürekli kaçsan herkesin dikkatini çekeceksin... Yalnızlığını gizlemeyi öğrenmişsin, yoksa kamufle etmeyi mi demeliyim?
insanların bana ucubeymişim gibi davranmasından rahatsız oluyorum. onların istediğini veriyorum sadece...
o halde kendini en iyi hissettiğin zamanlar, tek başına kaldığın anlar oluyor, doğru mu?
doğa üstü güçlerim yok benim, ben de yoruluyorum bir süre sonra rol yapmaktan... hayatını sahnede geçirebilir mi bir oyuncu? yüzüne yaptığı makyaj bir süre sonra silinmezse yara olmaz mı insanın cildi? bunu deneyerek öğrenmek istemiyorum.
bilmem, ben makyajımı silmeden yatmam hiç bir zaman...
rimelin akmış...
hani nerede? dalga mı geçiyorsun benimle? hem henüz yatmadım seninle konuşuyorum...
o halde rimelinin akmış olması da normal değil mi? henüz makyajını temizlememişsin. Neden hemen tepki verdin?
şu an sana söylediklerimden cıkarımlarda bulunup beni köşeye sıkıştırıyorsun. ama bunlara gerek yok bilyorsun değil mi?
seni köşeye sıkıştırmak gibi bir amacım yok. sabah uyandığımızdan sonra bir daha konuşmama ihtimalimiz oldukça yüksek. şimdi bu anı karakter analizleriyle ve depresif çıkarımlarla karşılıklı bir müsabakaya dönüştürmeye niyetim yok. bazen davranış ve sözlerdeki tutarsızlıklara takılı kalıyorum hepsi bu...
her zaman bu kadar takıntılı mısın?
şimdi sen mi karakter analizini yapan rolüne girdin?
oynamaktan sıkıldığını sanıyordum?
sahneden inmeme izin vermiyorsun ki!
benimle konusurken o sahnede durmak zorunda değilsin, nasıl olsa yarın sabahtan sonra bir daha konuşmayacağız...
sen de makyajını silebilirsin o halde.
yatacağım zaman sileceğim!
benimle yatmayacak mısın?
saçmalama istersen, konuyu nasıl buraya getirdin?
konumuz var mıydı ki?
yalnızlıktan bahsediyorduk, takıntılı olduğun kadar hafızan da iyi olsaymış keşke!
hiç rüyalarla gerçekleri birbirine karıştırdığın oldu mu?
hayır, genelde pek rüya görmem, görüyor olsam bile üzerinde durmam...
yaşadığımız şu anın bir rüya olmadığını nereden biliyorsun?
birazdan kırmızı ve mavi hapları mı sunacaksın bana? çok fazla film izliyor olmalısın....
gerektiği kadar izliyorum. sadece basit bir soru sormuştum, cevabını vermek hoşuna gitmedi mi?
saçma sorduğun için olabilir mi?
hala cevap vermedin!
soru neydi?
makyajını sildin mi?
inanmıyorum sana!
yüzünde maskesi olan bir kadınla daha önce hiç sevişmemiştim...
benim uykum geldi
bunu söylemene gerek yoktu
şansını fazla zorluyorsun bence!
ihtimaller dahilinde seçeneklerimi değerlendiriyorum sadece...
sinir bozucusun, neden seninle vakit kaybediyorum ki!
belki de kaybedecek vaktin çoktur...
haddini aşıyorsun! seni ilgilendirmez vaktimi nereye harcadığım! şimdi izninle uyuyacağım. sabah erken kalkmam gerekiyor....
sabah erken kalkacak olmanın bir anda aklına gelmesini bir yana bırakacak olursak, haddimin sınırları konusunda söz sahibi olduğunu sanmıyorum. bana hala birşeyler söylüyorsan zaten vaktini bana harcamak istedigin içindir...
uykum geldi!
mutlu uykular....
'yazdığınız mesaj kişinin isteği üzere iletilememiştir...'

sahnenin arkasındaki merdivenlerden yavaş adımlarla iner oyuncu.
perde kapanırken ve ışıklar sönerken şaşkındır izleyiciler
ara mı verildi yoksa son perde miydi? diye ellerindeki broşürleri inceledi bazıları
bazıları alkışlamak için hazırdı ama beğenmemişlerdi.
neyi alkışlayacaklardı ki?
salonun ışıkları yandı
oyuncuların son defa sahneye çıkması beklendi
perde aralanmadı
ne gelen vardı ne giden
bazıları parasını geri istemeyi aklından geçirdi
beklendiğinden erken bitti oyun
oysa daha yarım saat vardı
neden yandı salonun ışıkları?
ayaklandı bazıları
montlarını giyerlerken aralandı büyük kırmızı perde
boş sahneye odaklandı sarı parlak ışık
salon karardı
makyajını silmiş kadın
sahnenin ortasındaki yatağa uzandı
elinde telefonu
bir şarkı açtı
kadın sesi yükseldi salonun içinde
'odalarda ışıksızım!'
kadın telefonunu yastığının kenarına bırakıp gözlerin kapadı
adam üzerini değiştirmiş,
yatağın uzağında sahnenin köşesindeki bir koltuğa oturmuş.
kadın yüzünü döner seyircilere, alır eline telefonu
birisine yazmaya devam eder gülümseyerek
sonra bırakır yeniden telefonu
yeni bir mesaj uyarısı gelinceye dek
adam izler uzaktan, oturduğu yerden
engellenmiştir artık
müdahalesi kısıtlı
konuşur gibi hareket eder dudakları
duyulmaz sesi
en dikkatli izleyici tarafından
kadın gözlerini kaparken
üzerindeki ışık kararır
şimdi sahnede sadece adamın silüeti
yavaşça kalkar ayağa
yatağın başucuna gelir
dizlerinin üzerine çöküp
'zaman' der 'ey sevgili...!'
ne çok alıyor benden her dakika
ne çok,
sana veriyor,
veremediklerimi...

kararır sahne
anlamayan izleyiciler şaşkın
anlayanlar donup kalmış
bilmiyor kimse ne diyeceğini...
açılır salaonun kapıları
son perdeydi bu
alkışa ihtiyacı yok oyuncuların...
şimdi dileyen varsa geri alacak paralarını
vaat edilen ne mutluluktu,
ne umut...
üstü kalsın yalnızlıkların....


23 Ocak 2017 Pazartesi

Bilinç'ötemden Yansımalar-15

İkimizi de görenler ne kadar zayıfladığımızdan bahsediyor sürekli... Oysa ne ben ne de sen bir farklılık göremiyorduk birbirimizde. Baktığımız neydi? gördüğümüz herkesten farklı... Tartışmalarımızın bile sıradışılığı, başkasından duysak duymazdan geleceğimiz her kelimenin benim ya da senin ağzından dökülmesi, nasıl da ağır geliyordu. Biz kullanana dek Türk dil kurumunun sözlüğünde basitçe açıklanan her kelime, bizden sonra nasıl da farklı anlamlara bürünüyordu. Bzen tasvirini yapabilmek için gördüklerimin afili kelimeler arar dururum ya, genelde beceremem, oysa 'kabullenmiş olmak' kelimelerini seninle konuşmalarımızın arasından seçiyor olmam ve takılmam bunlara, kabullenmenin ne kadar afili (olumsuz anlamda) bir kelime olduğunu farketmem, uyandığımda böyle düşünceler aklıma gelmiyor, uyumadan önce gelenleri yazmak için de yorulmuşluk hissini 'kabulleniyorum' ve arttırmadan kalkıyorum masadan...

Metal çerçevesi arasında büyük camıyla, göründüğünden daha hafif kapının kolunu kavrayıp araladığımda yüzüme çarpen soğuk esintiyle irkiliyorum. paltomun yakalarını kaldırıyorum, boynuma sarılmasın diye rüzgar, başarısı tartışılacak bir eylem olsa da bu yaptığım, piskolojik olarak korunma içgüdüsüyle daha iyi hissettirdiği yadsınamaz bir gerçek. kanımda ki alkol oranı nedeniyle belki de, attığım her adım biraz daha kararlı ve kendinden emin. Oysa ayık olduğum zamanlarda nereye gittiğini bilmeyen yalnız bir ihtiyar gibi sadece kalabağın arasına karışıp yürümek, ışıklı tabelaları, film afişlerini ve el ele tutuşanları izlerken, arka fonunda kitap ve muzik cd'leri satan bir mağazanın kapısının dışına koyduğu hoparlöründen kulağıma gelen ispanyolca bir şarkının etkisinde savrulup dururdum. Islak asfaltın bozulmuş yerlerinde birikeen suyun kenarından geçerek, karşıdan gelenlerin yolunu kesmeyerek, kenarda duran kestan satıcısının arkasından dolanarak, hapsedilmiş kırk santimetrekarelik toprak parçasına, bir ağacın yere doğru eğilmiş dallarından sakınarak yüzümü, biraz daha gömülerekyakalarını kaldırdığım paltonun içine, nefesimi açık üst düğmesinin arasından gömleğimin içine bırakarak, alkolün de etkisiyle kanımdaki, gülümsemem yayılırken suratımda, nasıl da bir özgüven bu, attığım her adım diğerinden daha ileri... Tam da çarpmak üzereyken birine son anda sol tarafa bir adım sonra sağ sonra yine sol, açılınca önüm kanatlarını açmış bir kartalın süzülmesi gibi gökyüzüne uzaklaştığımı hissederdim kalabalıklardan...Arka fondaki şarkıdan mı uzaklaşıyordum, şarkı bitmek üzere olduğu için mi sesi azalıyordu emin olamasam da, bir türkü mırıldanma gereği hissettim. Sessizlik ve karanlık içinde uçmak kolay değildi her zaman.

bir otobüsün hareket saatini bilmek, onu beklemenin sıkıcılığını azaltmıyor. Sanki üst tarafı çatlamış kiremitle kaplı otobüs durağının sürekli damlayıp duran yerine denk gelmiş olmak, onaltı kişilik sırada beklerken, orada durup beklemenin saçmalığını kavrasam da çıkamamak sıradan daha saçmaydı. Oysa illegal görünümlü her eylemi hayata geçirebilecek kadar alkol vardı kanımda. Bu uysallığım ve sakinliğim de canımı sıkıyordu. Ynımda duranları izliyordum elimde olmadan ve hiçbiriyle göz göze gelmemeyi başararak. Kimbilir belki onları izlediğimi biliyorlardı da bilmezden geliyorlardı. Nefesimde ki alkol kokusunu mu almışlardı? Yoksa ciddiye alınmayacak kadar değersiz miydim? Her iki şekilde de halimden memnun olmamak için bir nedeni yoktu. memnun oldum ben de...

çok geçmeden, yani gelmesi beklenen saatte yanaşınca otobüs perona, herkes saygı duruşuna geçer gibi düzeltti kendini, çeki düzen verdi. Sıra kısaldı sanki onaltı kişi sekiz kişilik yere sığdı. Bu yakınlaşma, bu samimiyet rahatlattı beni. Beni de onlardan biri gibi kabullenmişlerdi, sırada duran, önlerinde ya da arkalarında ki diğerleri gibi... Diğerleri gibi olmak düşüncesi, sıradan olmak düşüncesi o sırada beklerken iyi geliyorduysa da kendim gibi olmadığım için kızmıştım. Önümdekiler ilerleymeye başlayıp otobüste kendilerine koltuk beğenirken ilerlemeyi reddetmek eğilimine kapıldım birden. Her adımda biraz daha yavaş, biraz daha duraksayarak ilerlerken, arkamdakinin sırtıma yaklaştığını hissediyordum. Durduğumu anlamadığı için önce ittiğini hissettim, tepki vermeyince durdu. Durduğumu anlaması dört saniye sürdü. Önce tepki vermedi, sonra kuru bir öksürük sesi, ardından, ardındakilerin sabırsızlığını hissedebiliyordum onlar ses çıkarmıyorlardı. Otobüsün kapısının ağzında durmuştum, basamakları karşımda, şöför elindeki telefonla ilgileniyor, otobüse dolması gereken insan yığının kapıda biriktiğini farketmiyordu. Duruyordum öylece. Arkamda ki sabırsızlık artıyor, ıslanmış ve üşümüş insan yığını içindekilerden bazıları bana doğru bakmaya çalışıyor bunu yaparken sahip oldukları yeri kaybetmek de istemiyorlardı. Tam arkamda, ben durduğum için durmak zorunda kalan 'Pardon! geçebilir miyim?' dediğinde, yavaşça ona doğru dönüp, 'Geçebilirsiniz tabi ki!' dedim, ama kenara çekilmeden söylemiş olmalıyım ki bunu geçemedi. 'kenara çekilir misin?' deyince, 'Sizin gibi sıradan olmaktansa kenarda durmayı tercih ederim!' dedim... tam da otobüse binme sırası bana gelmişken sıradan çıkıp sıradan insanların otobüse binmesini ve koltuklara oturmasını izledim. Otobüs şöförü beni izlerken... Sıradan insanların hepsi otobüse bindiğinde seslendi şöför: 'geliyor musun?' Geliyor muyum? 'nereye?' diye sordum... Sorarken bir cevap yerine otobüse binmemi bekleyen şöförün şaşkınlığını gördüm bakışlarında. Peronda başka sıradan insan kalmamıştı. Son seferiydi otobüsün belki de bu yüzden şöför sorma gereği hissetmişti. Sıradan olmam için son çağrı! tekel bayilerinin ve alkol satışı yapan diğer barların kapanış saatine daha çok vardı. Gülümseyerek 'iyi yolculuklar' diledim. Şöför önündeki renkli ışıkları yanan düğmelerden birine dokunarak kapıyı kapatırken bakışlarını elindeki telefonun ekranına çevirdi. Otobüs hareket ederken cam kenarlarında oturmuş sıradan insanlar, sıradan evlerine doğru yola çıkmış olmanın rahatlığıyla, kimisinin başı önünde, kimisinin gazetesinde, kimisinin bakışları etrafımı saran karanlığın içinde beni görmemeye dikkat ederek uzaklaştılar.

bozulmuş asfaltının bazı yerlerinde suların biriktiği, artık arka fonunda fransızca bir şarkının çaldığı sokağa geri döndüm. Kalabalık azalmış, kestane satıcısı arabasını topluyordu. Işıkları kapandığı için tabelaları da okunmuyordu artık ki bu durum o sokakta yürümeyi sıkıcı bir hale getirmişti.yeniden kanatlanıp, uçup oradan uzaklaşma ihtimali de kalmamıştı mecbur katlanacaktım. Arttırmaktan vazgeçip, masasından kaltığım yere geri dönmek geldi aklıma. ceplerimi yokladım, kelimelerim azalmıştı söyleyecek. Ne diye yeniden başlayacaktım? Artık sıradan biri de değildim... Uçmayı da aklımdan çıkardığıma göre üstelik hala karanlık ve sessizlik de uçmak güvenli değilken, fransızca şarkının sesi azalmıyor yeni başlamış olmalı... uyandığında nerede olduğunu bilmemek gibi bir duyguydu bu... yabancılık, yalnızlık, çaresizlik, adaptasyon sorunu,sıradan bir insan olmayı bile becerememek, tutunamamak...

17 Ocak 2017 Salı

beklenti sigortası....

şerefe
kaldırılıyor bir kadeh daha
her yudum
biraz daha alıyor aklını başından
ne oldum?
olmasaydım da olurdum
uyanılası günlerin
kurgusu aklı başında bir hayatın
sabah işe gidecekmiş gibi
akşam olacak mı?
kimi kandırıyoruz?
sen onunla mutluyken
benim beklediğim yer
ekonomi sınıfı bu uçuşta
sonradan vazgecersen iptali yok
eğleniyor musun?
ekstra koltuk boslugumla ben mutluyum
yanına geldiğimde
aklındakiyle
dokunabilecekmisin bana?
dokuzbinbeşyüz metrede olmak
haddim değilmiş gibi geliyor bazen
uçmak çok haddimmiş gibi
takılmak yüksekliğe
belki bir gün
sesimi de veririm yazdıklarıma
inişlerim kolay olur
çıkışlarıma alışamasam da...

bir yanım nasıl da seviniyor
ondan gelen her kelimeyi okudugunda
gülümsedigini düşünürken
bir yanım nasıl isyankar
sussun diye dudaklarımı ısırdıgım...
kanıyor dokuzbinbesyuz metrede
kapatmaya çalışıyorum
yanına geldiğimde
canını sıkacak tek bir cümle kurmıyayım diye
mutluymuş gibi yapmayı deniyorum
bu pratikler
teorilere sığmıyor
sadece
kendimi kandırıyorum...

koltuklarınızı dik pozisyona getirip
kemerlerinizi bağlayın anonsu geciyor
inişe geçiyormuşuz...
kalkarken de uyarmıslardı
ya severken?
sevilmediğinde kim anons edecek
kırılırsınız, kendinize sarılın'ı...
kim uyaracak
yanına gittiğinizde
aklında başkası varsa
dokunmayabilir
beklentilerinizi sigorta ettirin
beklemedikleriniz
canınızı yakabilir...

olsun...

kestiğin saçların neyin diyetiydi?
kime kızdın bu kadar
olsun
masumluğun ispat gerektirmiyordu
gittiğin zaman
istanbul benim olsun
paylaşılacak dostlar
fotoğraflar da senin
buz gibi merdiven boşluğu
karanlık
olsun
çöküp ilk basamağına ağlamak
avutacaksa gitmek
kestiğin saçların
diyetin olsun...
beklemek diyorsun
geçmeyecekleri
boyama kitabın
seçtiğin pastel renklerin
dalıp gidiyorsun ya
bıraktığın istanbul
benim olsun
bir otobüs garında
simit satıcısı
penceresinden bakarken buğulu gözleriyle
kadına seslenmiş
kadın yorgun
simitler benim olsun
rahatsız etme
ağlayacak birazdan
kısacık saçlarına gidecek elleri
dokunamadığı canını yakacak
aklına düştükçe dokundukları
gidecek gittiği yer
etkisini azaltmayacak çaresizliğin
gitmek olsun
kalmanın bir halta yaramadığı zamanlarda
kısacık saçlarıyla
küçük el çantası kucağında
arada bir aynasını çıkarıp
makyajını kontrol edecek
hanüz ağlamamış olsa da
akmış mı diye
boyası gülümseme maskesinin...
bakışlarını kaçıracak gözlerinden
simitçi uzaklaştı
birazdan muavin gelip gidecek
sonrası karanlık bir yolculuk
kimse farkına varmadan
uzaklaşacak
geride bıraktığın istanbul
benim olsun
gittiğin ankara senin
bir gün geri gelirsen diye
manzarasını yazıyorum buraya
seviştiğimiz odanın penceresinden
perdesinin aralığından
gecenin yarısı yanan tek lambasıyla
o dar sokağın
sekiz metrekaresi aydınlık
ilerisi de berisi de belirsiz
sabah görmeseydik belki
gidip gelmeye korkardık
gri renkli üzgün binaların
kimi ahşap kimi
dökme demir kapıları
hızlı adımlarla geçer kağıt toplayıcısı
ileride durup eşeler konteynırı
göremezdik ama bilirdik
üşümüş
döner yatağın ucuna oturur
bir sigara yakardık
sokağın tek lambası
perdenin kenarından aydınlatırdı dumanı
altında uzanır
sırtın göğsümdeki yerini alır
yarı uyur
sabah uyanmaz
ayrılık hep böyle beklenir de
akla sığmaz
ama unutulmaz
bir kelebek kanat çırpar
kafesinde göğsün
ömrü yetmeyecek diye belki de
uzun uzadıya rüyalara dalmaz...

kestiğin saçların
özgür bıraktı mı seni?
ne kadarından kurtuldun
kaçmak istediklerinin?
ya sana kalanlar,
benim olsun dediklerim
rahatlattı mı seni?
istanbuldan vazgectin
saclarından vazgectin
ya benden?
giderken yanına aldığın
sustuğum kelimelerim...

16 Ocak 2017 Pazartesi

fil mezarlığı...

bir kelebek delicesine kanat çırpıyor göğsümün sol tarafında. bir ismi duymak böyle bir etki yaratabilir mi? adım adım ilerliyor, durdurmak elinde mi? dur demek? hızlandırmaktan başka bir halta yaramayacak uzaklaştıran adımları. her an, her 'seni seviyorum' durmanı söylemem için birer çağrıydı sanki... Bak gidiyorum.. Kopuyorum senden, uzaklaşıyorum, sözlerinin etkisi azalıyor. söylenemeyenleri yazıya da dökemiyorsun artık. Seni seviyorumlar'ın arttıkça, biraz daha uzağımdan bakıyorsun bana. ne çok istemiyorduk oysa, ne çok olmaz varken, kafiyesiz de olsa razıydık bir kaç satıra...

dalgaların kırıldığı yerde, daldığımız yerde, kendimize geliyorduk. Ne gri tüyleriyle bir martı, ne eskimiş siyah montuyla bir balıkçı galata köprüsünün kenarında durmuş, oltası karanlıkta, tutmak istediği ne? dudagının kenarında sigarası, dumanı gözüne gürmesin diye yüzüne verdiği tuhaf şekiller, kuru öksürük, bıyıkları uzamış agzının içine giriyor. gözleri kısık, gözlerinin altında çizgiler, derisi buruşmuş yüzünün, arada bir oltasını kaldırıp indiriyor, vurmuşmudur kör bir balık?

nefes aldıkça soğuk bir bıçak kesiyor içini. aklında endişesi eve varamamanın. tam arasında kalmış gibi, gitmekle kalmak, düşmekle kalkmak, olmak ya da vazgeçmek arası bir yer... son bahsimi de kaybetmeye yatırmışım, sonucu beklemeden çıkmışım dışarı. meraksızlığım rahatsız bile etmiyordu artık. kurduğum hayalleri, gördüğüm rüyalarla kıyaslıyorum sürekli... ne zaman uyanacağım? aklımda endişesi, eve varsam, koynuna gireceğim düş hangisi?

artık yazmanı beklemiyor olmanın rahatsız edici bir yanı var. neden beklemediğimi biliyor olmak mı bu kadar sığmayan içime? yoksa senin bile farkına varamadığın bir gerçeğe en önden tanıklık etmek, olacakları hissetmek, dur demenin adımlarını hızlandıracağını bilmek, sessiz kalmaya çalışmak, tutmaya çalışırsam parmaklarımın arasından akıp gidecek, tutmazsam zaten gidecek, bedeli bu muydu? zaman kavramına ısrarla uzak duruyor olmam, mutluluk dolu anlarımın ne kadar az olduğu gerçeğini değiştirmiyormuş... kolumda saat taşımıyor olmanın, ayrılık saati geldiğinde bir halta yaramıyor olması gibi... düğün törenlerinde delicesine kendinden geçip eğlenen insanların umursamazlığını kıskanıyorum. bir ayrılık merasimine hazırlanırken, gördüklerime katlanabilmek için...

yeni terkedilmiş sevgililerin gittiği bir çay bahçesi var mıdır? tek kişilik masalarda, tek kişilik semaverlerde demli çaylar... her sandalye masanın farklı tarafında kimse gözgöze gelmesin diye oturunca ayarlanmış. dahili ses sisteminde bilinmeyen dilde sözleriyle ama ezgisi hüzünlü şarkılar... ortalıkta gezinen garsonlar da yok, mekanın üstü açık, dileyen dilediği kadar sigara içsin diye... yagmurlu günlerde kapalı, yağmur, yalnızlığı azdırır diye... ve çiçek satıcılarının yüz metreden fazla yaklaşması yasaklanmış mekana.... mekana giriş yolu da çıkış yolu da ayrılmış olmalı, elele gezen çiftlerin yollarından...

yeni terkedilmiş sevgililerin gittiği bir çay bahçesi olmalı... öleceğini hisseden fillerin gittiği mezarlıklar gibi... diğer herkesin uzak durduğu, ama aklından çıkarmadığı... kapısının önünden geçerlerken, içeridekilerin varlığından rahatsız olmadığı... ama düşünmeden de geçemedikleri... biten sevgilerin mezarlığı, bir şiir okunmalı, saygı ibaresi...

seçmek öyle zor ki kelimeleri, anlam yüklemeye calısırken... ne kadar karışırsa cümlelerim, arada en erdemli kelimeyi bulmaya çalışıp ardına saklanma çabası.... kendime mi şimdi bu açıklama... dipnotlarım bile yeni açıklamalar gerektirirken şimdi anlatmak istediğim bu yoğunluk, bu çaresizliği basite indirgemeye çalışırken, bir yerinde tutulup kalmak. nefesin sıkar ya soluk borunu, dudakların açılıp kapanır, akvaryumundan dışarı atlamış bir japon balığının nefes almak için, dudaklarını son gayretle açıp kapatması gibi... her defasında daha yavaş... her defasında biraz daha kabullenmiş...

zaman... süzgecinin deliklerine takılanları ayırır diğerlerinden... geriye posası kalır yaşadıklarından...
zaman... farkedilmeyeni ısrarla saklar içinde, zamanı gelince vurur yüzüne, kimin ayakta kalacağına da o karar verir, kimin geride kalacağına da....
zaman... dolunca fil için, mezarın yolunu gösterir, sevgili için, ayırır kendinden, yavaslar, oysa nasıl da cürretkar harcar kendini mutluyken...
zaman...farkındalıklar için en büyük dipnot, farkına varamadıkların için, ne kötü bir şaka, iş işten geçtikten sonra, bitti diyecek....

dört yanı mutsuzlukla çevrili insan varlığı, uyanılası zor bir kabusun kollarında kasılırken, gözlerini açma çabası, tutup yakalarından sarsmak istersin, bu bir rüya, bilirsin, yine de çırpınırsın yüzmeyi bilmediğin için kendine kızarsın boğulurken... bildiğin sokaklarında yürürken tanıdık yüzlerden sakınırken bulursun kendini, gülümseyen yüz makyajı ne büyük icat! sakın bırakma kendini, köşeyi dönünce geçecek, ağladığın görünmeyecek tanıdıkların tarafından... bu yazdıklarını ne yapacaksın? Selim gibi yaşarken, Turgut gibi davranmak nereye kadar? hangi şizofreni koridorlarında Olriç'le karşılacaksın? Albay'ın beklerken başında, sustuklarını Hikmet'le mi paylaşacaksın?

korkuyu beklerken, oyunlarla yaşamayı öğrenmişsin... perde inmiş, ne alkış sesi var, ne bekleyen yeniden sahneye çıkmanı...kuliste yarasını saran soytarı gibi, bitti işte, son gece bu... son repliğin hala kulaklarında....
zaman albayım! tüketirken bizi, ne çok şans verdi, kayırdı sürekli, bizden sonra gelenleri....


3 Ocak 2017 Salı

kendi kendime...

günah benim
şehvetin koynunda inliyorken
aralanmış kapısı
ne girenler belli
ne yüzünde maskeler
çok mutluymuş gibi yapanlar
şarkıya eşlik ediyorken
ne gülen belli
ne gömüp acısını önündeki kadehe
ağlayan
nasıl da sesi çıktığı kadar
eşlik etmiş şarkıya
neresini susmuşta sevdasının
şimdi avazı çıktığı kadar
özledim diyememiş
her şarkıda
gülmüş oysa
eğlenmiş hatta
herkes kadar
sevmiş belki
sayısal oynamış
amortisine mutlu
büyük ikramiye kimin tekelinde?
umursamamış
bir kaşık bal çalınmış ağzına
bir şarkı istemiş
o da repertuarında yokmuş
olsun demiş
istedim ya...

küfür kıyamet
sokağa sığmamış
canlı müzik var abi!
cansız müzik olurmuş gibi...
kimi kandırıyoruz oğlum?
emdiğin kan
benim değil mi?
sabahın köründe
kalkılacak namaz
iman mı?
uyusam şimdi
koynuna girdiğimde sevgilinin
sıcacık
cehennemi daha mı sıcak?
hangi tanrı kızacak?
farzını kılmadım diye
sünnetini kim ayırdı
başımı yere koyduğumda
kafamın içindekini
bilmiyor mu?
kimi kandrıyoruz şimdi?
uyansam o sıcacık kolların arasında
tanrı kızacak mı?



2 Ocak 2017 Pazartesi

kasvet...

tutunacak bir yer yok
nasıl düşmüşsem artık
elimi uzatsam
dokunduğum an kayboluyorlar
tutunamıyorum
her şey ayrı yazılıyor
ben ayrı
yalnızım


sarılmışsındır sımsıkı 
teninin kokusu baştan cıkartırken 
bırakırsın kendini
o sen kırılma diye vermiş sana kendini
sevmiş belli ki 
kadının olmuş
sen adam olamamıssın