27 Mart 2017 Pazartesi

ıslanıyor parmakları...

şeytanlarım suratını asmış bu gece
alevlerini beslemiyorum daha fazla
kazanımın altındaki ateşin
altını kısıp demlenmeye bıraktım ruhumu
acısı damağında kalacak
şeker kullanmazsın bilirim
bu sadelik zerafetin
seni benden ne kadar koruyacak?
ne zaman takılsa boğazıma söyleyeceklerim
iniyorum sahil kenarına
demirden kiliseleye gitsem şimdi
çıkarsam günahlarımı
çıplaklığım ayıplanmaz mı?
rakıma meze,
kulağıma ses
unutmayı istemekle unutmaya çalışmak arasında kaç fark var?
kırışmış elleriyle tutuyor kadın erkekliğimi
böyle pervasız istediği ben mi?
nefesim hızlanıyor,
kalbim, unuttuğum yerlerime gönderiyor kanımı
bedenimdeki
kulaklarımda uğultu
gözlerimde karartı
teslimiyetteki acziyet
bu kadar mı acınası?
bu kadar kabullenilesi
gözlerini dikip yüzümün aldığı şekillere
her dokunuşunda daha dikkatle
her dokunuşunda
sahiplenmesi
kırılma anımda daha bir şehvetle
kavraması
ıslanırken parmakları
yaklaştırıp yüzünü boynuma
şah damarımdan öpmesi
koklar gibi
varlığıma anlam yüklemesi
taşıyabileceğimden fazla
onunla gideceğim hayali
buradan kalkınca
alacak beni koynuna
ne sabah ne akşam
sonsuz bir şimdi beklentisiyle
nasıl da sabırla tutuyor kendini
şimdi avuçlarında
birazdan içinde
kasıkları yanıyor belki
belli etmiyor yine de
ısrarla konuşuyor
konusturuyor beni de
duymak istediklerini alıncaya dek
işkencesine devam eden sorgu yargıcı gibi
en zayıf yerimden yakalamış beni
kokusunu verip çekiyor kendini
peşinden geleyim diye değil
bileyim diye geride kalırsam
ne kaybettiğimi...
bir peçeteyle temizliyor elini
bir şey olmamış gibi
geçip karşıma gülümsüyor
kaldırıyor kadehini
yaşayacaklarımızın şerefine
çünkü saçma artık diyor
yaşadık bittilere....

26 Mart 2017 Pazar

ne bileyim?

cümle içinden çıkarılsa bile
anlam bütünlüğünü bozmayacak kelime gibi hissediyorum kendimi
hayatındayken....

beni okumasalar bile orada olduğumu bilecekler mi?
yoksa oradaki yokluğum umursanmayacak mı?

insanların sabah erken kalkmak için
saatlerini kurmasını anlayamıyorum bazen
gidecek işleri vardır elbet
randevuları belki sabah kahvaltısı
iş toplantıları
aylık durum değerlendirmeleri
satış grafiğindeki eğrilerden bahsedilen
bunun için insan sabah erken uyanır mı?
saçma...
desen ki kalkıp deniz kenarında yürüyüş yapacaksın,
kaç kişi kalkar?
belki bisiklet süreriz...
yorulduğumuz yerde simit peynir çay,
ayaklarımızı sarkıtırız denize doğru
günün anlamsızlığı ve önemsizliği üzerine konuşuruz bir süre
üstelik üzerimizde pijamalarımız
üşürsek kaldırım taşlarının kenarında ateş yakarız
is kokar üstümüz başımız
olsun
ısındık ya...

yokluğu anlam bütünlüğünü bozmadığı için çıkarılmışız
başkasının cümlesinden
laf kalabalığı olmasın diye
söylenmedikçe susmuşuz
bir sessizlik çökmüş üzerimize
herkes bir şarkıda rast gelmiş kendine
bir şiirin kafiyesi oturmuş içine
biz yarım bile kalamadık
yarım bırakamadık kimseyi diye
kız kulesi yalnızlığı reva görülmüş
onun bile var bir hikayesi
üst katı lokanta yapılmış,
bahçesi şiir cenneti
geri dönme garantisiyle bile olsa
ziyaret etmekte hala birileri
nereye gömdüler bizi?
cümlelerinin içinden çıkarıldığımızda
anlama etki etmeyecek kelimeleri?
sözünü etmeye bile değer görülmemiş
bunca şair bunca yazar esirgemiş kendini
özenle uzak durmuş sanki
bizim gibilerden...

kırgınlığının bir karşılığı yok!
öğrendiğin kelimeler ve cümleler yetmeyecekti,
biliyorsun!
ne söylesen,
söylemesen,
anlamını bozmuyordu hiç bir cümlenin...
aidiyetinden yoksundun,
yorgundun boşlukta düşmeden
durmaya çalışmaktan
karaladıkların, sildiklerin,
aksini yapsan da değişmeyecekti.
sakınıp sakladığın kalbin,
saklamaya çalıştıkça açılıyordu sanki
bir söze bir bakışa dayanmıyordu sözde korunmaların
muhafızın senden de yorgun
güçsüzlüğüne bakıp
varlığından şüphe duydun kalbinden...

aklında olduğunu bilmeyen birine,
gülümsemek gibi yanlış
bir türlü anlamayacak
neden ağladığını,
neden görsün ki şimdi
gülümsediğini...
sahne karardı.
perde indi
şimdi kendinle yüzleşme anı mı?
yeni bir oyun mu kendine?
çok mutluymuş gibi yapmaları,
dizlerini yukarı çekip uzandığında yatağına
annenin karnındaki gibi
sığındığında kendine
sarıldığında
devam edecek mi korunması?
insanın kendine bir yer bulma çabası hayatında
harf oyunlarından anlam yoğunluğuna geçerken
birikenleri içinde
atamadıkları
bu boğuşma, bu direnme
bitmiyor ki bir türlü!
geçmiyor işte...
hep aynı girdabında
bir süre kaldırıyor başını
derin bir nefes aldığında
yeniden dalıyor derinlerine...
hep aynı, her şey aynı
ve kötüsü biliyor artık
nasıl kurtulacağını
ve kurtulamayacağını...





25 Mart 2017 Cumartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-24

Yatağımla aramdaki karşılıklı ve düzeyli ilişkinin bozulmasından endişe ettiğim için özellikle gün içinde uyumaya devam ediyorum. O beni rahat ettiriyor ben de onu terketmiyorum. Bazen aklıma sokağa çıkıp bir yerlere gitmek gibi kışkırtıcı fikirler gelse bile yine de sadakatimin bir nevi testi bu diyerek çok fazla düşünmeden kapatıyorum gözlerimi. Bu rahatlığımın hiç bir mantıklı dayanağı yok. Telefonumu önce titreşime almıştım ama ısrarlı yapılan aramalarda bu titreşim sesinin sinirlerimi bozduğunu farkedince tamamen sessize alıp halının üzerine bıraktım. Cevapsız çağrılar içinde bir numara hariç diğerlerini umursamadan siliyorum. Diğerlerine geri dönmüyorum diye bana alınıyorlarmı diye düşünüyorum bazen ama çabuk geçiyor bu vicdani muhasebe olayı. Çok alınıyorlarsa yeniden arayabilirler diyorum kendime. Yeniden arıyorlar, yeniden açmıyorum.

Ütülü pantolon ve gömleklerim odamdaki tek sandalyenin üzerinde hazır olda bekliyor ayağa kalkmamı. Ne zaman yemek yemek ya da tuvalate gitmek için çıkacak olsam yatağımdan heyecanlanıyorlar. Çünkü yataktan aşağı ayaklarımı uzattığımda onlarla göz göze geliyoruz bir kaç saniye. Sonra odanın kapısına yönelip onları hayal kırıklığına uğratıyorum. Kendi aralarında bahse giriyorlarmıdır acaba? Mesela yarın yataktan çıkınca hangimizi giyecek diye... Ya da yarın yataktan kalkınca dışarı çıkacak mı? Uzun bir süredir yarınlara bahsini oynayanlar kaybediyor. Ve her geçen gün yarın sokağa çıkabilme ihtimalime oynanan bahsin oranı yükseliyor. Bazen soruyorum onlara, yarın sokağa çıkabilme oranım ne kadar veriyor diye, özellikle susuyorlar. Hile yapacağımdan çekiniyor olabilirler, kimbilir, haklıdırlar belki.

İnsan kanındaki alkol oranlarını düşürmek için yapılabilecek meditasyon tekniklerini araştırdım geçen gün internetten, depresyon tedavisinde meditasyonun yararları diye konular sıralandı. İnternetin bu ukalalığı sinirimi bozuyor bazen. Tek bir belirtiden bahsediyorsun sana bir hastalık tanısı koyuyor, yetmiyor bir de tedavi yöntemlerini söylüyor. Al işte, yataktan çıkmamak için bir neden daha! Beni, benden daha iyi tanıdığını söyleyip, her fırsatta yanlış değerlendiren önyargılı insanlar yetmezmiş gibi, makinaların bu kadar hayatımın içine girip, insanlardan daha yakın olması bir çeşit ironi değil mi? Değil! asıl ironi bu satırları bile bir makina yardımıyla yazıyor olmam aslında...

ironi konusunda yüksek lisans bölümü olsa sanırım sınavsız kabul edilebilirdim. Başlı başına yaradılışım en büyük ironi gibi geliyor bana. Ben istersem dünyayı değiştirebilirim ama yatağımı seviyorum. Ona ihanet etmemek için eylembilim konusunda atraksiyonlarda bulunmuyorum. Yatağım da bana hiç ihanet etmedi, ne zaman uzansam sardı beni şefkatli kollarıyla. Nasıl nankörlük edeyim ki şimdi ben ona? Evet biliyorum. Harcanıyor bu enerji boş yere. Akarsuların sahip olduğu kinetik yani hareket enerjisi boşa gitmesin diye barajlar kuruyorlar ya, sanırım yatağım da benim için bir baraj gibi ama tek farkla. Bütün enerjimi kendisi tüketiyor. Bencil olduğu için onu suçlayabilir misiniz? Neden? Sizin için enerjimi harcarsam siz bencil olmayacak mısınız?

farkındalıklarımı her geçen gün daha aza indirgiyor olsam da, geçmişte kazandıklarım hala ağır geliyor bünyeme. farkındalıklardan kurtulmak için uygulanabilecek meditasyon teknikleri diye arattırdım geçen gün internette, her zamanki çok bilmişliğiyle bana yoga yapmamı tavsiye etti. nefesimi kontrol etmeyi öğrenince düşüncelerimi de kontrol edebilecekmişim... Biri bunlara ciğerlerimle nefes aldığımı hatırlatmalı, beynimle değil! Hiç bir insana ne bedeni ne de aklının kapasitesinden fazla yük yüklenmemeli. Sonra benim gibi oluyorsunuz işte. hayır, ciddiyim ben gülmeyin. Sonra çocuğunuz da benim gibi olur anlarsınız! belaltı vurmuş gibi oldum değil mi şimdi? Sizi en sevdiğinizle tehdit etmiş gibi oldum... Ama öyle değil işte. Sadece peşin hükümlere varmadan önce lehimdeki delillere de bir göz atın diye dikkatinizi çekmeye çalıştım. Bazı konularda sizin gibi düşünmüyor olmam, hüküm giymem için yeterli sizin için. Mazeretim ne olursa olsun. Bunu ilk anladığımda altı yaşındaydım. kalabalık bir misafir yığını evimize geldiğinde uzaktan amcam olan amcam, göster amcalara pipini dediğinde, 'bana ne, önce amcanın kızı göstersin!' dediğimde suratıma yediğim tokatın nedenini hala anlayabilmiş değilim. Sanırım ta o zamanlar sizin gibi düşünmüyor olmamın ceza gerektiren bir eylem olduğunu düşünüp sonralarda bunu bırakmam gerekiyordu. Bırakmış gibi yaptım bende. Hepsi bıraktığımı sandı. Ben de öyle sanmıştım. uzun bir süre farkındalıklarımı başkalarının yanında ustalıkla gizledim. tek başıma kaldığım zamanlarda kendi kendime konuşmalarım, yanıma başkaları yaklastığında içsese dönüştü. Bir süre sonra herkesin yanında hem sesli konuşuyor hem de sessiz anlatıyordum derdimi. Sonra yazmaya başladım işte. O zaman kapasitemin üzerine çıktığımı anladım. İnsanlarla konuşmak, içsesimle sürekli tartışmak, yetmezmiş gibi oturup bunları yazmak. Sonra? Sonrası böyle işte. yatağımla düzeyli bir ilişki içinde yaşamaya başladım.

insanların ruhsal özelliklerin, kalıtsal yollarla ona atalarından geçtiğini anlatan bir film izledim. Şu an ki psikolojik bozukluğum hangi ebeveynlerimden geliyor? Onlar ne yapmışlardı yaşarken? Nasıl baş ettiler bu durumlarla? Yoksa ben tüm o bozuklukların bir bedende toplanmış halimiyim? ya bir gün benim çocuklarım torunlarım olursa? Düşünsenize, tüm bu dengesizlik ve bozukluk hali onlara aktarılacaksa bir gün herhangi biri seri katil olabilir. Ya da ne bileyim hitler mussolini falan... Acaba onların ebeveynlerinde de böyle bozukluklar varmıydı? bence bilim adamları bu konu üzerine yoğunlaşmalı, daha önemli işleri yoksa. Ben de yoğunlaşırdım ama inanın hiç halim yok... Hem bana ne, ben görmeyeceğim için siz çekeceksiniz sonra ne olacaksa sizin sorununuz....

bazen zamanın çok ağır geçtiğini hissediyorum. Bunu hissederken farkediyorum ki bu yavaş geçme haline gireli iki yıl olmuş... Daha dün gibi... Farkında olmadan kendimi kandırmanın yolunu bulmuş olabilir miyim? Amaçsızlık ve isteksizlik birleşince yatağımın şehvetine kapılmışım. Uyumuşum, uyandığımda geç olmuş. uyanmışım yeniden uyumak için erken. aradaki zamanı bedensel ihtiyaçlarımı gidermek için tüketiyorum. yeniden uyuduğumda sabah ezanı okunuyor. kalkıp camiye gitsem belki, o saatlerde uyanmış dini bütün müminler gibi, tüm bu ruhsal kaygılarımdan sıyrılıp rahatlayacağım. Bir teslimiyet mi gerekiyor düşüncelerden sıyrılmak için? Daha büyük bir amaca hizmet etmek mi? peki bu amacın daha büyük olduğuna kim karar veriyor? Bu amacın bana ait olmaması beni kötü bir insan mı yapıyor? Yoksa benim olmayan bu amacı kalkıp sahiplensem ne kadar benim oluyor bu yasadığım hayat? Bir tiyatro sahnesinde rolüne kaptırması gibi değil mi sanatçının, perde indikten sonra oynadığı karakterin özelliklerini gerçek hayatına taşıması gibi... Bunu yapamam diye değil, öyle iyi yaparım ki bunu heykelimi dikerler. Sonra? iyi bilirdik derler... Zzten demeyecekler mi?

20 Mart 2017 Pazartesi

Bilinç'Ötemden Yansımalar-23

Meyhane tuvaletlerinin o ağır kokusunu dağıtmak için sürekli havaya sıkılan, daha ağır lavanta kokusu... İnsan o kadar içtikten sonra tüm bu kokuşmayı umursamayacak kadar hoşgörüyle bakıyor hayata. Çürümüşlük hissi dört bir yana sinmişken, hafiften çakırkeyif halinle ayağa kalkıp yürüme teşebbüslerinin dışarıdan izlendiğinde ne kadar gülünesi olduğunu düşünüp gülümsersin ya, belki hayata karşı duruşumuz da biraz böyle olmalı. Tüm o yapmacıklıklarla yüklü eylemlerimizi mantıklı açıklamalarını bulsak da yeterince düşününce, ait olmadığımız bir evrende hayatta kalmak için sürekli bir alttan alma çabamız ne kadar komikse öyle işte. kendimize bir başkasının yerinden bakınca üzerimize oturmayan hayatlarımızı görmek gülümsetecek bizi ama o öyle değil işte. Çünkü kimse bir diğerinin üzerinde nasıl duruyor hayat diye durup ilgilenmiyor. İlgi düzeylerimizin birbirine bu kadar benzemesi ve birbirimizden bu kadar uzak olması arasındaki ironiyi anlatmakla yorulmak istemiyorum şimdi. herkes ait olmadığı evrende bir şekilde hayatta kalmanın yollarını buluyor. benim gibi, senin gibi...

kıvamını tutturamadığın pilavın lapaya dönmesi veya dibinin tutması arasında ekleyeceğin su miktarı ya da altını doğru zamanda kapatmamak yatıyor. İşte bu kıvam karmaşasına kapılmamak için bir başkasının hayatıyla ilgilenmek yerine kendine bakmak gerekiyor. Dikkatin dağılırsa, sende dağılıyorsun ve bir daha asla eskisi gibi olmuyor hayatın. japon yapıştırıclarının bir arada tutabilme yeteneği kırılmış parçaları tartısılmaz. ama bu bile biraz doğru miktar ve biraz sabır gerektirmiyor mu? daha küçük bir çocukken bile kırılan oyuncaklarımı değil de parmaklarımı birbirine yapıştırırdım ben her defasında. sanırım o zamanlarda belliydi, hayatımda kırılan ve dağılan ne varsa asla bir araya getiremeyecektim. bunu bile bile ısrarla çabalama halimin de çocukluğuma dayanıp dayanmadığından emin değilim. çünkü kendimi bildim bileli hiçbirşeyi o kadar çok istemedim ve hicbirseye o kadar çok bağlanmadım. bu da bir nevi kendini koruma yönetmi değil mi? doğuştan gelen, yaşadıkça geliştirilen. kendini koruma... kendimi neden koruma gereği hissettim neden hala buna devam ediyorum, bu kontrollü olma hali ne kadar sürecek, kendime koyduğum sınırların ötesine geçmeyi (yazarken hariç) ne kadar daha erteleyip güvenli ortamlarda saklayacağım kendimi bilmiyorum. Gıda maddelerinin ambalajlarının üzerinde, şu sıcaklıklar arasında güneş ışığından uzakta, serin ortamlarda saklayın ve şu tarihe kadar tüketin yazıyor ya, sanırım ben de tüketilmeden önce bozulmamak için kendimi koruyorumdur. Tüketilme amacıyla yaşamıyor muyuz zaten hepimiz?

18 Mart 2017 Cumartesi

sevgilin...

ikimizi de özgür bırakıyorum
iki insan bu kadar tanımamalı kendini
tanıyorsa da uzaklaşmalı bir yerden sonra
kusursuz aşka henüz hazır değil bu toplum
eksiklikleri kalmazsa birlikteliğin
sorunları olmazsa
birbirine sarar ya insan
sarıyorduk
son kullanma tarihini dikkate almadığımız için şimdi
zehirliyorduk birbirimizi
senin nefes alman gerekiyordu
benim durmam
oldu işte
tüm atmosferi senin dünyanın
tüm yarımlar benim
tamamlanacak mısralarımda
ömrüm yeterse...

ellerini bırakıyorum
hayalindeki her anın kullanım hakkı senin
yanına oturduğun adamın sıcaklığı
sesini duyduğun adamın özlemi
aramasını beklediğin adamın sabırsızlığı
için içine sığmıyorken
buna ragmen aramadığında
içindeki endişelerin
o şu an ne yapıyor?
ne zaman cevap verecek?
tedirginliğin
ondan gelen ilk mesajı okuduğunda
yüzünde değişen gülümseme hali senin
mesaj yazdı şimdi arasa derken
içinin içine sığmaması halin
onunla konusurken rahatlığın
ertesi gün gelecek mi yanına?
bakacak mı yine sana izleyecek mi ne yapıyorsam?
dikkat edecek mi her ayrıntına?
sabah kalkınca bugün güzel olmalıyım endişesi...
yalnız kalırmısınız yine?
yanında kalıp konusur mu seninle mahcup?
çok isterken seni
kendine karsı koymak için
tutulur mu öyle?
nasıl da isterken seni öpmeyi
gözlerini kaçırır mı senden?
anlama diye istediğini...
yine çay alır mı sana veremese de,
senin bakışların düştüğünde önüne
meraklanır mı neyin var diye?
bekler mi seni gelecek misin diye?
gece uyumadan önce
uyudun mu diye
uyumuşsan diye
aramaktan vazgeçer mi?
her gün gelmek zorunda olduğu yere artık
sen varsın diye
sen oradasın diye gelmeyi sever mi?
ya sen gelmezsen?
geçmez mi saatler onun için?
ilk fırsatta aramaz mı seni?
neredesin diye?
özledim
demez mi?
şakayla karışık
seviyorum seni
demez mi?
sesi titrer belki belli etmese de
yanlışlıkla elini eline
değdirmez mi?
yanına oturduğu her saniye
cennetten bahçe değil mi?
hiç geçmese zaman dediği...
kurmaz mı hayalini
seni ilk öptüğü anın
ilk sarıldığı, ilk dokunduğu
yanında ilk uyuduğu
yanında uyandığında
vazgeçmez mi herşeyden?
susamış gibi
sevmeyi yeniden keşfederken
hayyamın dizelerinden çıkmış sanki günahkarlık
tanrının merhametine sığınıp
bunun için yanacaksam deyip
atmaz mı kendini ateşe?
ve o bunları yapmayı göze alıyorken
senin hoşuna gitmez mi?
en kutsalına tercih edilmek
mutlu etmez mi seni.....

hoşçakal sevgilim...

üzerime yok bu konuda
bitmiş bir ilişkinin
ama sürüncemede kalmış
bir türlü son sözü söylenmemiş
üstlenmekte...

bir hesaplaşma değil bu
üst mahkemeye de basvurulmayacak dava kaybedilince
kamu davası prosedürü
iki tarafta davacı değil
salak devletin işleri gibi
giden gider
kalan sağlar bir yolunu bulur
yaşamak için...
bulamıyorlarsa zaten
kimin umurunda?

sen bu satırları okuduğunda
öyle kızacaksın ki bana
haketmiş olacağım zaten terkedilmeyi...
nasıl bu kadar salak olabiliyorum
öyle değil mi?
nasıl anlamıyorum,
nasıl bu kadar duygusuz bencil aşağılığım,
değil mi?
evet..
işte tam da bu yüzden gitmelisin şimdi!
her zaman ki gibi
herkes gibi belki
anlamak yerine kolay olanı seçeceğim
yaptığım hatalara bir yenisi eklenecek
zaten bu beklenmedik bir durum değildi
bir süre mutluymuş gibi yaşayıp
sonra o eski anların hazzıyla uyuşacağım
bundan daha iyi uyuşturucu var mı ki?
yıllar girecek araya
belki anımsayacaksın
belki saklayacaksın bu yazdıklarımı
belki bir kitabı vardı diyeceksin
hiç yayınlanmadı
bir sürü kadını vardı hayatında
yine de yetmedi ona
yanımdaydı bir süre
öptü beni
sarıldı hatta
ama geçti
anımsayacak mısın?
aslında o kadar önemli değil biliyor musun?
yıllar sonra
anımsayacaksın belki
belki bir yerler de karşına çıkacak satırlarım
daha önce de okudum diyeceksin
diyecek misin?
demezsen de önemli değil
takıntı yaptı
çok üzerime geldi
zaten sonra da kendi gitti diyeceksin
her zaman yaptığı gibi
yordu beni....

bu yazdıklarımı silmek zorunda bırakma beni olur mu?
senin için değil çünkü
bunları okuyup da
yeniden geri dönme bana
kendi yoluna git
yıllar sonra
anımsamasanda olur
o beklentisiz hayatında
mutlu ol
ben gittikten sonra....

senin için yazdığımı bilme...

uykunun mutluluk hali
senin dilemene bağlıymış gibi
nasıl beklentilere giriyorum
dördüncü gece benden esirgediğin
nasıl da önemsiyorum kendimi
senin adına
sanki bundan sonra her gece dilesen,
içinden gelecekmiş gibi
arsızca üzerine geliyorum
içinden gelmezse yapmazsın değil mi?
yapma...
'miş' gibi yapma
anlarım...
bazen aptallığım tutarsa
sen tutma
bırak uzaklaşayım
canım yanmasın diye her düştüğümde
kollarına alma
istediğini al...

hasar tespit çalışması yapıyordun üzerimde
ayrılalım sözlerini ilk defa diline getirdiğinde
ne kadar kırıldığımı
kırıldıktan sonra
nasıl ayağa kalkacağımı görmek için
birden dökülüyordu sözler dilinden
sonra hemen sarılıp bedenime
buradayım diyorken
gitmiyorum, hep benimlesin,
hep yanımda kalacaksın derken
sesimi dinliyordun
ne kadar derine düştüğümü hesaplarken
çıkabilecek miydim?
yoksa yine ellerime hakim olamayıp
kendi başımda mı dövecektim?
kan çanağına dönecek miydi gözlerim?
sesim titrerken
kabullenmeye çalışırken gidişini
ihtiyarlayacak mıydım karşında?
sen bana bakarken....

olmuyordu işte...
hissettiğin tüm o yorgunluk,
tüm o beklentisizlik hayattan,
amaçsızlık,
ne istediğini bilememek değil,
çok istediğinin önünde,
en büyük engeldim ben...
seni buraya getiren,
seni ayağa kaldıran ben!
şimdi seni olduğun yerde tutarken
pranga gibi ilerlemek isterken
bileklerinde, ayaklarında
tamamdı işte!
buraya kadardı, geçti...
bundan sonrası sende...

sanki seni özgür bırakmamı istiyordun
söyleyemiyordun belki
dilin varmıyordu
yutkunuyordun,
söyleyecek gibi olsan,
kıyamıyordun
konuyu değiştirirken
nelerden bahsediyordun
ikimizde farkındaydık
ne kadar uzaklaşsak da
sen anla diyordun içinden
ben anlıyordum
gerisi hasar tesbit çalışmasıydı
tüm önlemleri alınmış,
eskimiş bir binanın yıkılmasıydı...

16 Mart 2017 Perşembe

alışmak...

kabullenmeyi öğrenmek
anabilim dalının bir türlü sınavlarını veremeyen
öğrencisi gibiyim
bir yanım gece gündüz çalışsa da dersine
diğer yanımda asilik
geçiyormuş gibi yapmaları
akşamın bir saati
sokaklara çıkarak destekliyorum
nereye gittiğimi bilmeden
gecenin yarısı yazmanın telaşıyla
kelimeler
akıp gidiyorken parmaklarımın ucundan
bu kabullenmek yüksek lisansını
beceremiyor olmamdan muzdarip
madem beceremiyecektin neden seçtin?
derken kendime
geçer güzelim bunlarda geçer
girersin bir pasaja
yarım kilo rakı yanında oturursun masaya
adrian ses verir uzaktan
eşlik etsen olmaz etmesen alınır belki
uyursun belki birazdan
bu saatte aramak olmaz
uyumamışsındır belki şimdi
onla konuşursun
yine aranmaz
dolar bir kadeh daha
adrian susar, müzeyyen abla başlar
garson ikide bir gelip gider
sanki yasakmış gibi yalnız oturmak orada
elin telefona gider
alkol oranı yeterli gelmez hala aramak için
alkol yeterse zaten o istemez aramanı
zaten uyumadıysa
onunla konusuyordur
neresinden baksan yetmez alkol
bir kadeh daha
bir şarkı daha
kelimelerden bol neyimiz var?

kabullenmeyi öğrenmek makamından söylüyor bülent abla
nasıl içten, nasıl içime
teker teker gelin üzerime erkekseniz!
hoş bir kadın beklemek ne kadar saçma bu saatte
hepsi sevgilisinin koynunda
vakit mi geç oldu?
ben mi geç kaldım yaşamaya bilmiyorum ama,
soğumuş hava
meyhanenin kapısı açılıp kapandıkça
bir serinlik işliyor iliklerime
ayılır gibi oluyorum
sonra aklıma sen geliyorsun
kabullenmeyi öğrenmek finalinden kalmışım yine
yaz okulu diyorlar
kışın ortasında
unutur diyorum soğursa benden
ısınmak benim kollarımda değil artık

kabullendim desem de
çalışmadığım yerden soruyorlar sürekli
bu kadarı da fazla değil mi?
ne kadar çabuk bitti bu şişe!
garson yok şimdi de
adrian başladı söylemeye
olsun diyor...olsun...
bırak, nasıl istiyorsa öyle olsun...
hoş kadınlar yok bu gece.
hepsi birden geliyorlar üzerime
hepsi erkekmiş
kaptıyorum telefonu
uyuyorsa da uyumuyorsa da
onunla konusuyorsa da
konusmuyorsa da
istese arar...
bir seçim olmadığını anlamalı insan
özleyip durmamalı her düştüğünde aklına
kabullenmeli
hem kalanı,
hem gideni...

14 Mart 2017 Salı

kör balina

deniz bitti
kumsala bıraktı kendini kör balina
yıllardır peşindeki balıkçı şaşkın
küçük elleri büyük gövde de
tüm gücüyle ittirmeye çalıştı
olmadı
kadınlar toplandı başına kör balinanın
kimileri şallarını ıslatıp serdiler üzerine
kimileri kovalarıyla su taşıdılar durmadan
çocuklar uzaktan izlemekle görevlendirilmişler gibi
sıralanmışlar yanyana
kimisi meraklı,
kimisi diğerleri merakla bakıyor diye
bakıyor kör balinaya
iri gövde daha dün kale yaptığı kumların üzerinde
annesi de koşturuyor muhtemel
bir denize bir gövdeye elinde yarım kova suyla
boşaltıyor ardından yeniden dönüyor denize
balıkçı hala şaşkın
el istiyorlar diğerlerinden
eller toplanıyor büyük gövde üzerinde
nafile
nasıl bırakmış kendini
neden vazgeçmiş kör gözleriyle göremediği okyanuslardan
kimse bilmiyor
martılar toplanıyorlar
ziyafetin abartılası büyüklüğüyle onlar da kararsız
belki de bu kadar kolay av olması balinanın
onları da düşündürüyor
ya şu insanlara ne demeli?
avlarken günlerini harcarlar
şimdi ölmesin diye ayaklanmışlar
balina kapatmış kör gözlerini
deniz bitmiş
nafile çabalarıyla insanlar
farkında bile değilken üstelik
ayrılmış bedeninden...

bir süre yukarıdan bakmış koca gövdesine
üzerine örtülmüş kefen gibi
ıslak eşarplar, havlular altında
oraya gömseler beni diye içinden geçmiş
oynasın üzerimde uzaktan bakan küçük çocuklar
balıkçı yorulup çökmüş baş ucuna
kadınlar bırakmış ellerindeki kovaları
kabullenmişler kaybetmeyi
deniz bitmiş
kör balinayla birlikte uzaklaşmışlar sahilden
çocukların meraklı bakışları
anne seslerine yönelmiş
birer ikişer yalnız bırakmışlar koca gövdeyi
dalgalar geri ister gibi kabarmış
tutup geri çekmek için kör balinayı
sarılmak istedikçe her defasında
kesilmiş nefesi
nasıl izin verdi gitmesine?
neden gitme demedi?

deniz bitti.
kör bir balina bıraktı kendini kumların üzerine
ne görmüştü ki?
bir daha açmamak üzere,
kapattı gözlerini...

Bilinç'Ötemden Yansımalar-22

vazgeçişleri biriktirip duruyorum bir süredir. asla gidemeyeceğim yerlerin hayalini kurmak, hayatın gerçeğiyle yaşamaktan daha kolay geliyor. içimdeki yolculuğun sonunu kestiremiyorum belki bu yüzden vitesi boşa alıp bıraktım direksiyonu. yeterince hızlı gitmiyorum. bir kontrol manyağının sürekli yaptıklarından vazgeçmesi ama içindeki manyaklığın hala var olması nasıl bir his tahmin bile edemezsiniz. Etmeyin zaten pek imrenilesi bir durum değil bu. İçindeki şüphelerle boğuşurken herşey yolundaymış gibi davranmak, sorgulamalar karşısında susma hakkımı kullanmak içimde fırtınalar koparken ve fırtınanın en yırtıcı yerinde açabildiğimce açıp gözlerimi yıkıma tanık olmak...

insanların sahip olduğu duygular, hırslar, peşlerinden sürüklendikleri amaçları düşünüyorum çok zamandır. bunların bana bir anlam ifade etmemesi karşısında öyle şaşkınım ki, belki de içimde kaygılanan, seven, nefret eden yerde bir arıza meydana gelmiş olabilir. Eminim bilimsel bir açıklaması vardır bu bozukluğun ve mutlaka daha önce tamir etme yoluda bulunmuş olabilir. belki de bu durumu kendi içimde tek başıma halletmeye çalışırken hata yapıyorda olabilirim çünkü aylardır bir değişme gözlemleyemedim.böyle de gidecek olabilir bundan sonra ama işin tuhaf tarafı artık bu arızalı hallerimi bile umursamıyorum.

kendi kendime sözler verip, sonra bunları tutmayarak kendimi aldatıyorum durmadan. kendine yalan söylemeyi huy edinmiş insanların ironik bir biçimde mutlu yaşayabileceklerini keşfettim. Mesela bütün sorunların çözülecek ve hayatın yoluna girecek diyorum kendime ve sonra inanıyorum buna. Çok mutluymuş gibi yaparak kendime söylediğim bu sözü destekliyorum. karşılıklı bir aldanmışlık haliyle durmadan yeni yalanlar, yeni 'yapıyormuş'luklar buluyorum. Yaratıcılığımın bu konuya yaptığı muazzam katkı yadsınamaz ölçüde. Belki de bu yüzden yazarken eser kalmıyor hepsini oraya harcıyorumdur.

İhtiyarlamak böyle bir şey sanırım. Daha çok düşünüp daha az eyleme geçme zamanları. Ruhum bu ihtiyarlığı kabul etmediği için mi şimdi çocuklar gibi davranıyorum. Bir nevi meydan okuma akıp giden zaman, 'bak ben hala büyümedim!' diyerek kafa tutuyorum, o her geçen gün suratındaki iğrenç gülümsemeyi arttırarak bakarken bana. eminim kutsal kitapların birinde veya bir kaçında insan ve zaman arasındaki bu etkileşimden bahsedilmiştir. Çünkü tanrı ve zaman arasındaki benzerlikler herkesin dikkatini çekmiştir. ama bir yerden sonra tanrının rütbesi arttırılarak zamanın ötesinde konumuna çıkartılır. Biz kullar ise sanki apoletlerimizde ki ölümsüzlük rütbesi sökülüp yerine 'fani'lik konduğundan bu yana zamanın altında yer almışızdır. zamanın emirlerine tabi bir hayat sürüyoruz durmadan. çünkü zaman durmuyor hep ilerliyor, standart sapması bile olmuyor zamanın, bir asker gibi disiplinli ve istikrarlı bir şekilde hızını hep koruyor. Zaman'ın elindeki tüm bu yetkilere rağmen benim karşı durmaya çalışmam, onu kabullenmeyip kendi kafamın dikine doğru gitmeye çalışmamın bir faydası olmadığı açık. yine de vazgeçmiyor olmam sanırım ruhumdaki arızalardan kaynaklanıyor.

okumak ve araştırmak yerine birilerinin binlerce yıl önce varmış olduğu kanıları şimdi kendim düşünerek bulma çabamı takdir ediyorum bazen. belki biraz daha okusam, onların geldikleri yerlerin ötesine gedebileceğim ama bunu istediğimden de emin değilim artık. yani ne olacak ki bundan sonra... küçük bir sahil kasabasında, mümkünse nüfusu en fazla dört yüz civarı olan, yol üstü değilde, insanların gitmek için yoldan çıkıp dar patikalara sapması gereken bir yer... Yani her gün binlerce insan gelip geçmesin oradan, dokunulmasın, dokunmak isteyen biri varsa da benim gibi özellikle gelsinler gibi bir yer...sahile yakın tek oda, sıfır salon küçük bir ev, penceresini açınca deniz kokusu dolsun odaya, rüzgar hangi yönden eserse essin. evin arka tarafında küçük bir bahçe, kitaplığımda çiçek yetiştirmek üzerine bir kitap olsun. evime yürümeyle on beş dakika uzaklıkta küçük bir kitapçı dükkanım olsun istiyorum eğer daha fazla dilek hakkım kaldıysa. hiç müşteri gelmese de olur, tüm gün orada oturup, eski model mekanik bir daktiloyla birşeyler yazabileyim, ya da olmadı akşama kadar kitap okurum. Belki kitapları satmam, isteyen olursa okuduktan sonra geri getirmleri şartıyla veririm. sonra geri getirdiklerinde oturup çay içer kitap üzerine fikirlerimizi düşüncelerimizi paylaşırız. zorla değil tabi belki kendilerine saklamak isterler düşüncelerini buna da saygı duyarım.

telefon ve bilgisayarımı yanıma almam oraya yerleştiğimde, zaten mümkünse çekmesin telefonlar hatta televizyonlar bile karıncalı göstersin, insanlar on dakikadan fazla bakamasınlar ekrana. işleri güçleriyle ilgilensinler, boş zamanlarında okusunlar, sevgilileri olanlar sevişsin. olmayanlar hayal kursun. ama platonik de olsa en az bir kere sevsinler başka birini. yoksa insan yaşayamaz öyle bir yerde. Birini sevmemiş insan ıskalar hayatı. Dünyanın incelikleri arasına saklanmış güzelliklerini görebilme yetenekleri olmaz sevmeyen insanların. diğer herkes gibi bakarlar, diğer herkes gibi görürler ve diğer herkes gibi düşünmeden gerekenleri yaparlar. ama bir defa sevdiller mi, işte o zaman bir sahil kasabasında yaşıyor olmanın farkına varıp mutlu olabilirler. bir defa bile olsa sevmiş bir insanla hiç sevmemiş bir insanın okuduklarından çıkarımları bile öyle farklıdır ki... işte benden kitap almak isteyenlere bu şartı da sunabilirim. Daha önce hiç sevmemiş birine vermem, neyi konuşabiliriz ki onunla? evet konuşabiliriz belki , derin bir uçurumun iki ayrı tarafından birbirimize bağırıyormuş gibi konuşuruz, bu da konuşmak olarak kabul edilebilir, anlaşılmak değil.

belki öğlen saatlerinde çıkmak isterim küçük dükkanımdan, kapısına bir yazı asar 'sevişmeye gittim, belki gelmem belli olmaz, istediğiniz kitabı alabilirsiniz' diyerek kapıyı kilitlemeden giderim. inerim sahile, sıcak kumların üzerine çıplak ayakla basar, dizlerime kadar girer serin suyun içine, dalgaların beni ıslatmasına izin veririm. tuzlu suyu avuçlarıma alıp yüzüme çarpar, dudaklarımda kalan tuzu yalarım. sonra ıslak ayaklarımla bastığım kumlar yapışırlar tenime, ağır adımlarla evimin arkasındaki bahçeye gider, kuyudan tulumbayla su çeker ve ayaklarımı yıkardım. pardon unutmuşum, küçük bahçemde yıllar öncesinden açılmış bir su kuyusu da olmalı. çok sıcak yaz günlerinde kuyunun derinlerinden çektiğim suyu başımdan aşağı boşaltıp serinlerim. kaç dilek hakkım kaldı şimdi?

belki sen de gelirsin yanıma, yıllık iznini kullandığında çok yıldızlı güneydeki otellere gitmek yerine, benim küçük kulübeme... o zaman az önce bahsettiklerimi birlikte yaparız, benim bahçede yetiştirdiğim, biber, domates, kabak, patlıcan gibi sebzeleri kızartırsın sen, belki akşam olup hava karardığında evin önünde denize bakan tarafına bir masa atarız, ben bir küçük rakı açarım, sen meyva suyu içebilirsin. benim için sorun olmaz eğer seni öperken ağzımdan alacağın rakı kokusu da senin için rahatsızlık vermezse. çok sigara içmem, çünkü oraya yerleştiğimden beri sigarayı günde iki taneye kadar indirdim, o da sevişirsem ya da çok güzel bir kitabı bitirirsem ancak. belki ben biraz kafayı bulursam gece yarısı ay ve yıldızların ışığının altında üzerimizde giysilerimizolduğu halde denize gireriz. çocuklar gibi ıslatırız birbirimizi. korkar mısın karanlıkta suya girmekten? ben korkarım o yüzden sarhoş olunca girerim ancak. ama seni öpmek için sarhoş olmama gerek olmadığını daha önce tecrübe etmiştik. sonra eve döner, üzerimizdeki ıslak giysileri çıkarır sarılıp yatardık. bu kasabanın havasından mı bilmem ama artık sabahları geç kalkmıyorum. sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyorum dinlenmiş ve mutlu bir şekilde. gerine gerine çıkıp yatağımdan yüzümü bile yıkamadan doğru denize... bir süre yüzdükten sonra bahçeme gelip kuyudan çektiğim suyla yıkanıyorum. evet soğuk su altında nefesim hala kesiliyor ama alışıyor insan buna da... nelere alışmamışım ki bunca zaman boyunca...

böyle işte, zaman'la olan kavgamı ancak o zaman bırakabilirim diye düşünüyorum. ancak o zaman teslim olurum gibi geliyor. yoksa tüm bu yaşadıklarım, bu sorgulamalarım, bu kendi kendime yorulmalarımın başka bir açıklaması ya da anlamı yok. normal insanların sahip olduğu hırslar, duygular ve amaçların bu kadar uzağında kalmam da bu yüzden sanırım. hepsinde bir boşluk seziyorum, bir yarım bırakılmış, ertelenmiş. bu yüzden kendi ütopyamı yaratıp teslim olacağım günleri bekliyorum. belki de olmayacak. bunu da artık dert etmiyorum.

9 Mart 2017 Perşembe

anladım ki yanılmışım...

ne zaman mutlu olsak,
el freni çekilmiş gibi
bir yanımız tutuluyor
bir yanımız
bıraksan en yakın ağaca çarpacak!
umurunda değil
yaşayamadıktan sonra bilmenin ne anlamı var?
dağların arasında da yaşayabilirdim ben,
denizin kokusunu bilmeseydim eğer
o martı çığlığı
yırtar gibi gecemi
kulaklarımda çınlamasaydı
soğuk kaldırımların üzerindeki çalgıcı
tanrı rızasını konuya katmasaydı
beklentileri beklediklerimin ötesine taşımasaydı
çiçekçiler mevsimleri umursasaydı
donmuş gülleri satmasaydı tezgahlarında
öpmeseydin dudaklarımı
seni düşürdüğümde aklıma
ve sonrası olmayacaksa
diye öncesini yutkunup
gömseydik içimize
nefesimize ses vermeden
seviyorum'lar
her geçen gün artarken
ve özlüyorum'lar
ve istiyorum'lar....
ve sen yanında uyanılası
yanında kahvaltı yapılası
bir bahaneyle yolda yürürken
elinden tutulası
parmakların parmaklarımın arasındayken
kendime çekip sarılası...
o kokun,
mezopatamyadan bu yana
hangi kral varsa, var olduysa ya da olacaksa
aklını başından alası
dağların arasında da yaşayabilirdim ben...
denizin kokusunu
martının sesini bilmeme rağmen
çünkü bilmek
sensiz bir sabah yalnız uyandığımda
bir halta yaramıyorken....

salgın...

içine sığmaz ya
başka nereye sığar bilemez insan
başka yere sığıyorsa içinde ne işi var?
bunu da bilemez insan...
neyi bilir?
her uyanış sabahında
gözlerini açmak
sıradan ritüellere
kostümünü giyip makyajını yapar
sahneye çıkar gibi
çıkar yatağından
gözler üzerinde
anlatsa neyi?
anlamazlar...
anlatmasa olmaz,
seyreylemeye gelmişler sanki,
beğenmeseler hayıflanıp
söylenirler
hele bir de istediklerini göstermezsen
vay haline
bir uyumsuzluk
bir olmamışlık hali
repliklerimi şaşırıyorum bazen
duymaktan rahatsız olacakları sözler sarfediyorum
sonra toparlıyorum da
hep bir şüphe birikiyor içlerinde
onlardan olmadığımı farkediyorlar...
katili, sapığı, hırsızı değil de,
beni izliyorlar...
sanki onlardan çalacakmışım gibi,
rollerini....

görünmez olmayı istemekle,
umursanmaz olmak arasında bir yerde
kimsesiz kalmak değil de,
yargılanmamak kaygım
keşke benim baktığım yerden,
bakabilseydiler kendilerine....
geleceğe dair kaygıları,
kısa vadede gerçekleşecek planları,
uzun vadede faizi yüksek bu hayallerin,
kurmadan önce iyi hesaplamalı
sonra mutsuzluk,
birlikte yaşamak için ağır gelecek...
açlığının şehvetine kapılmış bir zombi gibi
kimlerin beynini yiyecek?
bulaşacak bu mutsuzluk hali,
bir kadın olmayacak bir adamı sevecek,
adam, vazgeçecek sevdasından
adamın sevdası kadın
yorulup
yarım kalacak
başka bir adam alacak hayatına
başka adam
başka bir kadını sürükleyecek peşinde
böyle böyle
ne çok insan heba edilecek
eğitim zaiyatı!
keşke,
benim olduğum yerden,
bakabilseydiniz kendinize...
kısa vadede çok başarılı planlarınız,
uzun vadede
istikrarlı açlığınız olacak.
bulaştıracaksınız çaresizliğinizi
kimi hayata yeni başlamış,
kimi sonuna gelmiş,
yanınıza sokulmuş
belki sevmiş,
belki
ihtimaller dahilinde,
sevilmek isteyen,
herhangi birine....

3 Mart 2017 Cuma

gel desen, gelirdim...

gel desen
gelirdim
belki ilk defa
eşitliğin diğer tarafından benim olmadığım bir denklemin
çözümüyle uğraşıyorken
dışarıdan bakıyordum sana
sıkıntıların ve çaresizliklerin karşısında
danışılması tavsiye edilmeyen
hurafelerle dolu kocakarıydım
objektifliğini kaybetmiş bir yargıç
ne söylesem seni yargıladığımı sanıyorsun
üzerime giydiğim bu cübbenin
ehemmiyeti yok
mahkeme huzurunda ettiğim yeminlerin
yalanlarımı dar ağacına çekipyakıyorum
kırılacak kalem yok
ben onları kendi vicdanımın yargılamasında bitirdim...

gel desen
gelirdim
sesinde heyecanın yoktu
kalbin hızla çarpmadı geliyorum dediğimde
geçerli mazeretlerin gölgesinde
haklısın diyordum
ne çok zorladım seni
nasıl da üzerine geldim her zayıflığından
kelime oyunlarımla,
şizofrenik kurgusallığımla
istemesen söyler dedim kendime
sustun
elimde otobüs biletim
neresine gideceğim o şehrin?
gitsem de ne olacak sanki?
o yanıma gelecek mi?

gel desen
gelirdim
hazırlanmış zamanından önce bavulum
seninle uyumak hayalim kurulmuş
uyanınca nerenden öpsem?
yok öpmesem,
kalkıp kahvaltını hazırlasam...
yatağına getirsem
gözlerin açamıyorsun hala
gülümsüyorsun
sığmyor içim içime
sanki yanlış biçilmiş ruhum bedenime
haklılar ama
senin olacağını hesaplamamışlar
benim  bilemediğim gibi
o değil de,
beş saat sonra yanında olacaktım ya
şimdi o aklıma geldi
bir saat sonra uyanıp yola çıkacaktım
nasıl bir heyecan
nasıl bir özlemek kokunu sana sarıldığımda
ürkecektin belki
ilk dokunuşuma kadar
çekilip bir köşeye
kendini ikna edecektin
sonra usulca sokulup
kokumu çekecektin içine
sana sarıldığımda
gökyüzündeki mor bulut yatağımıza çıkacaktık
sıyrılıp hayatın olmazlarından...

gel desen
gelirdim
sustun
sessizlik
etkisi hafifletilmiş 'gelme'der gibi
kabul ediyorum
ansızın istedim seni
öyle değil aslında
hep istedim de ilk defa
o an tutamadım kendimi
gel desen
yakardım döneceğim yerleri
belki bunu istemedin
belki beni
gel desen
demedin
sustun
ben yola çıkacakken şimdi
sensiz uyuyacağım
benle uyumayı aklından çıkardın mı?
yoksa gel derdin
sustun
geçerli mazeretlerin vardı
hak verdim sana
sonra ceplerimi yokladım
senden vazgeçmemek dışında
sana verecek birşey bulamadım
sen de zaten bu yüzden sevmedin mi beni?
herkes giderken
durup bekledim seni
bana gel diye değil,
beklediğim sensin diye....

gel desen
gelirdim
seni öpmek sana dokunmak sana sarılmak için değil
gel desen
gelirdim
istediğin için
sustun
canın sağolsun...

Annem...

insanların mutfak kültürü var. Birlikte yemek hazırlayıp yedikleri, derin tartışmalara girip sohbetler ettikleri, şakalaştıkları, hatta odalara sigara kokusu sinmesin diye bir penceresini açıp sigara içtikleri. Büyük dolapları var mutfaklarında, evde yaşayan diğerleri görsün diye kağıtlara notlar yazıp kapaklarına yapıştırdıkları. Bir nevi telefona mesaj bırakır gibi kullandıkları, haberleşme merkezi gibi... Büyük bir buzdolabı var mutfaklarında aynı zamanda. Küçük mıknatıslı nikah şekerleri ya da biblolar tutturdukları kapısına. Belki görüldüğü an insanın neşesini yerine getirecek, dudaklarına tebessüm bırakacak, mutla anların sergilendiği fotoğraflar yapıştırılan... Bazı büyük mutfaklar, balkona çıkış kapısı barındırır bir köşesinde. İnsanlar o kapıdan çıkıp manzaralar karşısında oturup balkonda çaylarını içerler. Bir nevi 'gerektiğinde çıkabilirsiniz' yükümlülüğünü de taşır orası. Bunaldığında beton duvarların arasında. Bazı mutfaklarda küçük televizyonlar var, bazılarında radyolar, zaman değişti gerçi, şimdi telefon da aynı işlevi görse de hala bu geleneği koruyan mutfaklar var hala. İnsan tek başına bile olsa o genişlikte, bir ses bir görüntü yanında olur. Ne kadar mutsuz da olsa insan, o geniş mutfağa girince değişir içindeki sıkıntıların yeri. geçmese de mutfağa girmeden önceki halinden daha iyi hisseder. hele ki sevdiği bir yiyecek varsa o geniş tezgahın bir köşesinde, biraz da acıkmışsa başka ne ister ki?

Mutfak kültürünün insan hayatı için bir gereklilik olduğunu ilk defa sekiz yaşındayken evine misafir olarak gittiğim ilkokul arkadaşımın evinde anladım. Bir binanın dördüncü katına hayatımda ilk defa asansöre binerek çıktığımda anlayış kapasitemin değiştiğini farketmiştim bile. Sonraki hayatım boyunca yaşadığım evler en fazla ikinci kattaydı ve hiçbirine asansörle çıkılmıyordu. yeni bir keşifti benim için. Sokakta yürürken başını gökyüzüne kaldırdığında ilk defa uçağı gören insan da benim asansördeki yolculuğunda hissettiğimle aynı duyguları yaşamıştır. Asansörün içinde ki hafif sarsıntılı yeryüzünden yukarı doğru olan yolculuğum sırasında korkup, yan taraflardaki metal tutacaklara sımsıkı sarılsam da belli etmedim. belli etmedim diyorum çünkü etseydim arkadaşım alay ederdi benimle, etmedi. Asansörün biraz ani ve sert duruşunda bile soğuk kanlılığımı korudum. tabi ki o yaşlarda soğuk kanlılığın ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama bazen korumak için bilmeye gerek yoktur bazı şeyleri. Hissedersin ne yapacağı yaparsın.

ikinci büyük keşfim asansörden dışarı çıkınca dairenin kapısı oldu. Genelde yaşadığım sokaktaki tek tük binaların dış kapısı kadar büyük bir kapıydı bu. Diğerleri gibi metal değil ahşap! Kapıya dokununca ahşap olduğu yanılgımın renginden ve üzerindeki pütürlü görüntüsünden kaynaklandığını anlayınca şaşkınlığım arttık. Metaldi çünkü kapı, o zaman bilmiyordum ama çelikti. Kapının tam ortasında, ancak elimi iyice yukarı kaldırıp uzanabileceğim yerinde altın renkli bir tokmak vardı. O an tokmak olduğunu biliyor ve ona dokunmak istiyordum ama arkadaşım kapının sol tarafında, duvardaki zilin düğmesine basınca benden önce, o tokmağa dokunmanın saçma olacağına karar verip bu isteğimi yutkundum. Tabi bunu da belli etmedim. Yutkunduğum anlarda kimseye belli etmemede ki ustalığımın ilk belirtileriydi bunlar. Sonraları öyle geliştirdimki bu özelliğimi, ağlarken bile belli etmemeyi öğrendim. Belki de benim doğa üstü yeteneğim budur. Neyse, o büyük ahşap görünümlü metal kapı, öyle hafif bir şekilde açıldı ki, sanki yerçekimsiz bir ortamda süzülen eşya gibi. yerçekimsiz ortamın ne demek olduğunu o zamanlarda bilmiyordum, ama bilseydim o eşikten evin içine geçerken korkardım bende hafifleyeceğim diye iyi ki bilmiyormuşum. İşte o kapının eşiğinden geçerken daha fazla karşı koyamadım içindeki isteğe ve o muazzsam kapıya parmaklarımın ucuyla dokundum. Küçük parmaklarımda ahşap sıcaklığı beklerken metal serinliğini hissedince duraksadım bir an. beynimin o kapıyı tanımlaması zaman aldı çünkü. Önyargılar insanların zaman kaybetmesine neden olabiliyor bazı durumlarda, kavrama esnasında gerçekleri. neyse ki duraksamamı ne arkadaşıma ne de kapıyı açan annesine farkettirmeyecek kısa sürede örtbas ettim. Ha bu arada küçük bir dipnot vermeliyim sanırım. Kapıdan içeri girmeden ayakkabı çıkartılmasına alışkın bir birey olarak yetiştirildiğimden dolayı, arkadaşımın içeri girdikten sonra ayakkabılarını çıkardığını, ayağımdaki çorabın altındaki fayansın soğukluğunu hissedince farkettim. O an bu şaşkınlığımı örtbas edemezdim çünkü ayakkabılarım arkamda kalmış girmiştim bir defa içeri. Arkadaşım bir iki daha adım attıktan sonra ayakkabılarını çıkarıp, sağ taraftaki ayakkabı dolabına yerleştirirken geri dönüp ayakkabılarımı almak için hareketlendiğimde annesi, sen içeri gel ben alırım dedi. Bu bir emirmiydi, yoksa bir şefkat gösterisi mi ne o an ne de şimdi tam olarak bilemiyorum. Demek ki bazı şeyleri büyüse de anlayamıyor insan. O halde neden büyüyoruz ki?

Şaşkınlıklar ve keşifler bitmiyordu. Kapısının önünde durabilecek ayakkabılar için büyük bir dolap kullanılması gereksiz geldi. Sonra yaşadığım evi düşündüm. Ayakkabıların sürekli dışarıda bırakıldığını, sanki dışlanmışlar, o evde istenmiyorlarmış gibi davrandığımızı. Oysa bu evde yaşayanların ayakkabıları öyle değerliydi ki onlara için özel dolap bile vardı. Kendimi düşündüm, ayakkabıları bırak benim bile bir dolabım yoktu. hatta bir yatağım da yoktu. Misafir geldiğinde üzerinde oturdukları, açıldığında yatak olan bir kanapede uyuyordum. Tamam bu kendimle ilgili ayrıntıyı farketmemin nedeni evin oturma odasına girdiğimde karşı karşıya kaldığım manzaraydı. Yaşadığım evin iki odası büyüklüğü genişliğinde ve yüksekliği amcam ellerini havaya kaldırsa bile uzanamayacağı kadardı. O zamanlarda tanıdığım en uzun boylu insan amcamdı, gelişme çağımdan sonra ondan bu rütbeyi ben devraldım ama şimdi bile gitsem o tavana değemezdim. Asıl işin ilginç yanı o koca salonda kanape yoktu. Köşeli koltuk takımı, bir tane ikili, bir tane tekli koltuk ve ortada cam bir sehpa vardı. Koltukların minderleri öyle kabarıktı ki oturduğunuz zaman gömülüyordunuz içine. O koltukların nasıl açılıp yatak haline gelebileceğini tasarladım bir süre kafamda. işin içinden çıkamayınca dayanamayıp sordum arkadaşıma, 'bu koltuklar nasıl açılıyor?' diye... Arkadaşım önce anlamadı. Açılmaktan ne kastettiğimi sordu. O an işlerin benim için gülünç bir hal alacağını hissetsemde beynimi kemiren meraktan sıyrılamıyordum. İnsanın başına gelen bazı kötü ve gülünç durumların meraktan kaynaklanabileceğine dair ilk işaretim buydu ama ben bu işaretleri çözmeye başlayana kadar önümde bir kaç yıl daha vardı. 'Yani,' dedim, 'nasıl açıyorsunuz bu koltukları? yatmak için...' Arkadaşımın kahkahasıyla birlikte yüzümdeki sıcaklığım artması aynı anda oldu. 'Bunlar yatmak için değil ki, oturmak için!' dedikten sonra iki elini koltuğun kenarına bastırıp kendini bıraktı yumuşak ve kabarık minderlerin üzerine. İyice yayıldıktan sonra, 'herkes kendi odasında yatıyor...' dedi. 'Herkes' demişti, 'kendi odası' demişti. Bu cümleyi idrak ederken zorlandığımı itiraf etmeliyim. Çünkü benim yaşadığım evde anne babanın odası vardı bir de oturma odası vardı. Oturma odası oturanlarındı, onlar da zaman zaman gelen misafirlerdi. Kardeşim ve ben de o misafirler gibi gece olunca orada uyuyorduk açılıp yatak olan kanapelerde. Arkadaşımın da bir kardeşi vardı. Sanırım dört kişilik bir ailenin her bireyi için 'kendi odası' olma kavramı, kavrayabileceğimin ötesindeydi. Neyse ki  arkadaşım fazla zorlamadı bünyemi, hadi gel benimle deyip, koltuktan aşağı atlayıp daha önce farketmediğim, oturma odasındaki bir çok kapıdan birine doğru gitti. Bu kapıların, bizim evin kapısı boyutlarında olduğunu şu an söylemem gereksiz olabilir ama bu da keşiflerimden biriydi. belirtmeden geçmek istemedim. Sanki bu evde, benim yaşadığım evlerden bir kaç tane vardı.

Arkadaşım, bizim evin kapısı kadar büyük bir kapıdan odaya girdi. İlk hangisi dikkatimi çekti şu an net hatırlayamıyorum. Sanırım açık mavi renkle boyanmış duvarlardı. Sanki gökyüzüne çıkmışım gibi hissettim. kapıdan içeri girince karşıma arkadaşımın yatağı geldi. Kanape olmayan bir yatak, sadece annemle babamın yatağı böyleydi, bu ise o yatağa göre biraz daha küçüktü. Yatağın üzerinde sanki Fenerbahçe'nin büyük bir bayrağı serilmiş gibiydi. Gözlerimi açtım iyice. Neden yatağın üzerine bayrak serilsin ki? Biraz daha yaklaşınca bunun bayrak değil de, çarşafın desenleri olduğunu anladım. Beşiktaş bayrağının uyuduğum kanapenin üzerinde serili olduğunu düşündüm bir an, hoşuma gitmedi. Kanape olunca gelecek oturacak birileri üzerine, oturmasınlar! Olmasın böyle bir şey. Hem benim çarşafımda Beşiktaş amblemi olursa ben onu tavana asardım yatağa sermezdim. Her sabah uyanıp gözlerimi ilk açtığımda onu görmek için...

Yatağın sol tarafında bir çalışma masası vardı. Çalışma masası olduğunu o zaman bilmiyordum. Zamanla okuduğum kitaplarda yapılan tasvirlerde ve önünden geçtiğim bazı mobilya mağazalarının vitrinlerinde gördükten sonra öğrendim. Ders kitapları ve defterleri masanın iki tarafında düzgünce duruyordu. Ortada bir masa lambası, kalemlerin konduğu, üzerinde cizgi film karakterleri olan bir kutu vardı. Yataktan dikkatimi alıp masaya verdiğimde farkında olmadan yaklaştım. Masanın önünde daha önce hiç görmediğim siyah, alt tarafında tekerlekleri olan bir sandalye vardı. üst tarafını tuttuğumda bana doğru dönünce korkup elimi çektim, kırdım mı diye... ama valla bak çok yavaş tutmuştum. Niye öyle dönmüştü ki sandalye. Elimi çekince arkadaşım benim elimi çektiğim yeri tutup sandalyeyi kendine cevirip oturdu üzerine. kendi etrafında bir tur atıp tam karşımda durdu. Sanki bilim kurgu filmlerinde gibi hissettim kendimi. Hayır tabi ki o zaman bilim kurgu filminde hissetmenin ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama bilseydim öyle derdim kendime. Sonra yarım tur daha dönüp masaya dönünce arkadaşım ben de masanın yan tarafına geçetim. Arkadaşım yarına hazırlamamız gereken ödevi yapıp yapmadığımı sordu, uzanıp sağ tarafında duran defterlerden birini eline alırken. Ben de hazırlamadığımı söyledim. Soruların olduğu sayfayı açıp benim olduğum tarafa sürekledi defteri masanın üzerinde. Ben soruları daha net görmek için defterin üzerine eğildiğimde masanın üzerindeki lambanın düğmesine basıp yaktı. Masanın üzeri aydınlandı, sanki oda aydınlık değilmiş gibi. Yine tuhaf geldi. Odanın tavanında zaten yanan bir lamba varken, masanın üzerinde ayrı bir lamba olması gereksizdi çünkü. Elektrik israfı diye düşündüm ama sesimi çıkarmadım. Keşke çıkarsaydım da, sessizce kaldığım anda aklıma gelen ilk soruyu sormasaydım. 'Sen ödevlerini burada mı yapıyorsun?' Arkadaşımın yüzünde, koltuklarla ilgili soru sorduğumda beliren ifadenin aynısı belirince, başıma neyin geleceğini anlayıp yutkundum ustalıkla. Ama yutkunmamı saklayabilme yeteneğim sonraki alaya alınma halinden koruyamayacaktı beni. tabi ki arkadaşım alay etmedi benimle. O ne zaman benim sorularımı tuhaf bulup kahkaha atsa, ben kendimi alaya alıyordum. Yıllar boyunca üstesinden gelemediğim rahatsızlıklarımdan biriydi bu. ne zaman biri karşısında gülünç duruma düşsem, kendimle alay edip aşağılıyorum. Bu yüzden belki de mümkün olduğunca az konuşup, gereksiz sıkıntılardan uzak tutuyordum kendimi. 'Başka nerede yapacağım ki ödevi?' dedikten sonra kahkahasını serbest bıraktı. 'ödev başka nerede yapılır ki?' Kendime sordum bu soruyu sanki cevabını bilmiyormuş, o an bulacakmışım gibi. Oysa biliyordum. Oturma odasının bir köşesine yığılımış kitap ve defterlerden birini alıp, sonra kaybolmasın diye çantadan çıkarılmayan kalemlerden biriyle, yere serilmiş kilimin üzerine uzanıp yapılır dedim. Bunu kendime söyledim. Ödev çoksa yani uzun sürerse, uzandığın o yer kemiklerine batar, bu batma acısına katlanmaya devam edersen bittikten sonra doğrulduğunda heryerin ağrır, odanın tavanındaki ışık az geldiği için deftere fazla yaklaşırsın bir süre sonra gözlerin yanmaya ve kaşınmaya başlar, dayanamayıp kaşırsan gözlerin sulanır, sanki içine çivi batıyormuş gibi hissedersin ama o ödevi bitirmezsen oradan kalkamayacağını bilirsin, o yüzden gözlerinden damlalar defterin yaprağını ıslatır, sonra kazağının koluyla, yaprağın üzerindeki o damla daha fazla yayılmadan almaya çalışırsın, alamazsan az önce yazdığın mürekkep dağılır ödev piç olur, daha çok ağlarsın, daha çok ağlarsan defter piç olur, başka defterin yok, yenisi alınmaz diyemezsin... Bunların hepsini kendime söyledim, masa lambasının ışığıyla aydınlanan defterin altın kaplamalı çok değerli olduğunu düşünürken.

Ben bu düşünceler arasındayken annesinin sesini duyduk.'Çocuklar yemek hazır! hadi gelin...' Arkadaşım bir hevesle dönen sandalyesini usta bir pilotun uçağını döndürmesi gibi çevirip arka tarafına inip hızlı adımlarla çıktı odadan. Ben düşüncelerimin ağırlıyla olmalı, yavaş hareket ediyordum. Emin değilim, belki biraz daha uzun süre kalmak için bir odanın, birisinin odasının, kendi odamızın kavramı içinde, her adımda ezberliyordum her köşesini... Salona geçtiğimde arkadaşım orada değildi. Bir gün için bu kadar şaşkınlık fazlaydı artık. Biraz kızar gibi oldum benimle dalga mı geçiyorlardı? Annesi yemek hazır diye seslenmemişmiydi? Evet öyle seslenmişti. Ama salonda ne yemek, ne yerde bir sofra, ne arkadaşı ne de annesi yoktu. Beni mi deniyorlardı? O sırada Salondaki başka bir kapı aralığından arkadaşımla annesinin seslerini duydum. Birbirlerine birşeyler söylüyorlar, tabağa sürten kaşık sesi geliyordu. Ne yapmam gerektiğinden emin değildim. O aralık kapıya gidip diğer odaya mı geçmeliydim, yoksa salonda bekleyip sofranın hazırlanmasını mı? Ne yapmam gerektiğini beklerken zaten salonda beklediğimi farkettim. Kararsızlık da bir tercih olabiliyormuş zaman zaman. Bunu da yıllar sonra anlayacaktım. her ne kadar en kötü tercihlerden biri olsa da...

Arasından seslerin geldiği kapıya karşı salonun ortasında ayakta durup öylece bakarken kapının hareketlendiğini gördüm. Bilim kurgu filmlerinde önüne gelinince kendiliğinden açılan kapılar gibi, yok artık tabi o an böyle hissetmedim ama bilim kurgu filmi kültürüm şimdiki kadar gelişmiş olsaydı kesin öyle hissederdim. Sanki kapı kendi kendine açıldı ve durdu. Ardından arkadaşımın annesi göründü, bana bakıyordu. Bakarken durdu. Sanki davranışıma bir anlam vermeye çalışıyormuş gibiydi, ya da ben öyle hissettim. Neden insanlar benim davranışlarıma değer verme gereği duysunlar ki. Üstelik daha sekiz yaşındaydım. Kırk yaşına geldiğimde de hala aynı düşüncedeyim. neden insnlar bana önem verme gereği duysunlar ki... Zaten üzerinde çok durmadı arkadaşımın annesi davranışımın, 'hadi gel, çorban soğuyacak!' diyerek beni anlamak istemediğini belirtti. olsun. hala insanlar beni anlamak istemiyorlar. Alıştım sayılır. Ama o zaman biraz dokunmadı değil. Daha bacak kadar çocuğum neden beni anlayacak, anlamak için gayret sarfedecek kadar önemli bulmamıştı ki? Başka insanlar için ne kadar değerli/değersiz olacağıma dair ilk işaretlerden biriydi bu tabi ki bunu da yıllar sonra anlayacaktım.

Kadının sesiyle bir an titreyip kendime geldim. Şimdi kadın dediğim için umarım alınmaz ama bana değer vermeyen birine, arkadaşımın annesi diye hitap etmek istemiyorum artık. Kadın seslenmesini bitirip içeriye dönerken ben de onu takip ettim. Arkadaşımın kendi odasından biraz daha geniş bir odaydı bu. Kapısından içeri girince bir an duraksadım. tam karşımda büyük ve geniş masa, etrafında sandalyeler, sol tarafta büyük bir buzdolabı (Amcamın boyunda) yan tarafında başlayan mutfak tezgahı odanın diğer tarafındaki pencereye kadar uzanıyordu. Tezgahın altında ilk olarak çekmeceler vardı, onun yanında dış yüzeyi beyaz buzdolabına benzeyen ama tezgahın altına sığan bir dolap (sonradan bulaşık makinası olduğunu öğrendim. Bulaşık makinasının calışma mantığını kavramam çok zor oldu itiraf ediyorum. nasıl oluyorda bir makina, kirli tabakları içine alıp, onları köpürtüyor, altını üstünü ceviriyor, ondan sonra onları duruluyor yetmezmiş gibi kurutuyor. Bazen annemin bulaşıkları yıkarken ne kadar zorlandığını biliyordum. Öyle ayakta ıslak tezgahın önünde dikilip, sıcak ve deterjanlı suyun içine soktuğu ellerinin derisinin, bulaşık bitince buruştuğunu görürdüm. bazen yanağımı okşardı, o deterjan kokusunu alırdım nemli paramklarından. Bu işi o küçük makinanın yapabiliyor olmasını mantığımı kabul etmesi oldukça uzun zaman aldı.) sonra iki kanatlı kapak, onun da sağ tarafında bulaşık makinası gibi ama tam ortasında yuvarlak cam olan başka bir makina (çamaşır makinası, o yıllarda annemin küçük tüp üzerine koyduğu kazan içinde çamaşırlarımızı kaynettığını hatırlıyorum. takdir edersiniz ki, o bilinç seviyesindeyken bu gördüğüm çamaşır makinasını kabullenmem bir ütopya gibiydi. Zaten bu bahsettiğim zıtlıkları o an hissetmedim. O an için benim için tam ortasında yuvarlak cam olan dolaptı sadece) sonra yine çekmeceler, çekmeceler, çekmeceler... ne çok çekmece vardı. Masada benim oturmam gereken yeri işaretlermiş gibi konmuş çorba dolu tabağın yanına geçip, sandalyeyi çekip oturdum. Çorbamı içerken bir yandan da çekmeceleri saymaya çalışıyordum ama her yudumda kaldığım yeri şaşırıp en baştan başlıyordum. O sırada arkadaşım ve o kadın birşeyler konusuyordu ama sesleri çok uzaktan geliyor gibiydi. Çorbanın tadı çok güzeldi ve saymam gereken çekmeceler vardı.

Nihayet çorbamı da çekmeceleri saymayı da bitirdim. kaç tane vardı diye sormayın inanın hatırlamıyorum ama çoktu. Çorba içtiğim tabağı alıp kadın, başka bir tabakta köfte ve patates kızartması bıraktı önüme. Aldığı tabağı musluğun altında suya tutup bulaşık makinası olduğunu sonradan öğrendiğim dolabın içine yerleştirdi. kaşığımı dalıp çatal ve bıçakla birlikte bir peçete koydu masaya. Peçeteyi görünce dudaklarımın kirlendiğini düşünüp sildim. Ama kirlenmemişti. O zaman neden vermişti ki bu peçeteyi? Evde yemek yediğim zamanlarda dudaklarım ya da yüzüme yemek bulaşırsa yere serilen sofra bezinin kenarına silerdim. Peçete kullanmaya ne gerek vardı ki. İsraftan başka bir şey değildi, demedim. Düşündüm sadece. Kadın ketçap ve mayonez isteyip istemediğimi sordu. Ketçap ve mayonez? Arkadaşım sanki bu teklifi bekliyormuş gibi hemen ellerini uzatıp, plastik şişelerindeki ketçap ve mayonezi alıp, ağızları aşağı gelecek şekilde sırayla, ortalarından sıktı. Plastik şişeler üzerindeki resimlerinden ketçap yazanın domatesli olduğunu anladıysam da diğer beyaz renkli mayonezin neyli olduğunu anlamadım. Ama arkadaşım bunu seviyorsa güzel olmalı diyerek ikna ettim kendimi ve bende istedim. Aynı arkadaşımı taklit ederek tabağımdaki köfte ve patateslerin üzerine sıktım ikisinden de. Evet ilk defa ketçap ve mayonezin tadına baktığımda sekiz yaşındaydım, ikisi de hoşuma gitmişti. İkinci defa karşılaşmamız, lise zamanında yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan fastfoodlardan birinde olana dek o tadları hiç unutmadım. Bazı tadların değerini bilmiyor insanlar. Bu değer bilmezlik nereden geliyor hala tam olarak emin değilim. Ulaşılması kolay olduğundan mı, yoksa daha güzel tadların farkında olmaktan mı? Ama şu bir gerçek ki, o gün arkadaşımın evinde tadını aldığım ketçap ve mayonezin tadını, bir daha hiç bir zaman o kadar alamadım. Yine de değerlerini biliyorum, hiç unutmadım.

O kadar aç değildim, yani aç hissetmiyordum ama yine de hepsini bitirdim köfte ve patateslerin. Arından kadın o tabağı da alıp başka bir tabakta garip bir şey koydu önüme. Alt tarafı beyaz, üzeri turuncu ve şeffaf renkli (neydi diye sormayın adını hala öğrenemedim) hafif ekşi ama çok tatlıydı. Çabuk bitmesin diye çatalımın ucuyla küçük parçalar koparıp yiyordum. Bu hareketimi farkettirmemekte başarılı olamasamdan gerek, kadın 'daha var istersen' deyince kalan son parçanın hepsini birden ağzıma atıp, 'teşekkür ederim, gerek yok' dedim. ne vardı sanki o anın büyüsünü bozmasaydı. kadın demekte haklıymışım değil mi? Arkadaşımın annesi demek yerine... Aldığım tadların hazzıyla kendimden geçmişken, kadın önümde ki tabağı da alıp sonradan bulağık makinası olduğunu öğrendiğim dolabın içine yerlestirdi. Sonra bir iki düğmesine basınca dolaptan su sesleri gelmeye başladı anlamadım ne olduğunu, soramadım da. Bir gün için yeterince keşif yapmıştım ve bünyemin yeni şaşkınlıklar kaldırabileceğine inanmıyordum.

İşte hayatımda ilk defa mutfak kültürüyle tanışmam böyle oldu. Kırk yıllık hayatım boyunca dört ev değiştirdim. Hiçbirinde mutfak kültürüyle kendi evimde tanışamadım. Çünkü benim evimdeki mutfaklar aynı anda tek kişinin sığabileceği kadar yalnızlık taşıyordu. Bizim mutfağımıza giren yalnız kalıyordu, bu yüzden annem yıllarca yalnız yaşadı, mutfakta geçirdiği saatleri. Ayakta durdu, beli ağrıdı belki, belki elleri yandı bulaşık suyunda, yemekleri tek başına yaptı, annem de biliyordu oturma odasında yerde yemek yenmeyeceğini, annem de biliyordu, çocuklarının bir odası ve çalışma masası olması gerektiğini... biz öyle yerde ödev yaparken kıvrandığımızda içi gidiyordu belki, belki bu yüzden bazen biz azıtıp yaramazlık yaptığımızda hakettiğimiz kadar kızmıyordu bize, kıyamıyordu. Belki yatağımız olmadığı için her gece diğer çocuklardan daha fazla televizyon izliyor daha geç uyuyorduk, sabah zorla uyanmamıza rağmen, yakınmasına rağmen bir daha size televizyon izlemek yok diye, gecesinde yakınmasını unutmuş gibi yapması bundan değil mi? Annem de biliyordu, devasa büyük kapılı evlerin varlığını, açılmayan yalnızca koltuk olarak kullanılan ve misafirlerin oturdulduğu koltukları, her çocuk için ayrı odaların ve çalışma masalarının olduğunu, büyük bir mutfağın ve o mutfağa birden fazla kişinin sığabileceğini, bulaşıkları ve çamasırları yıkayan makinaların varlığını biliyordu elbet, ağzımızı silmemiz için peçete kullanmamız gerektiğini de, masanın altına serilen bezin kenarı yerine...Biliyordu... Oğlunun o gün o eve gittiği zaman görüp keşfettiklerini, şaşkınlarını da biliyordu, o günden sonra oğlunun asla diğerleri gibi yaşayamayacağını da biliyordu. Benim isyankarlığımı anlııyordu, vazgeçişlerimi, tutunamayışlarımı. Belki bu yüzden kırk yaşına geldiğim halde bana bakmaktan vazgeçmiyordu....

Ahhh be annem... ne oldum ben, ne olmadım... Ne yaşadım hayatı dilediğimce, ne vazgeçtim. Hırslarımda yok oldu, isteklerimde. Bir mutfak kültürüm yok diye şimdi söylediklerime bak... senin gibi bir annem var diye şükretmiyorum diye belki de, tanrım kızıyor bana....elimdekinin kıymetini bilmiyorum diye...


1 Mart 2017 Çarşamba

mutluluğun şiiri...

durup durup 'bize' diyorsun ya,
'bizim' diyorsun
sonra 'biz'...
nasıl eriyor içimdeki buzulların dağları
gökyüzünün mavi kızıl ışıkları
teninde yansıyor
her haline bir hayal kuruyorum
her bakışında
bir yıldızı daha oluyor kainatın
uzanıp avucuma alıp
saçlarına bırakayım diye...
nasıl kokuyorsun öyle?
bilmediklerini unutturur insana
bildiklerini şaşırtır...
üzerinde siyah elbisen
etekleri uçuşur
teninin kıvrımları
tövbesini bozdurur inançlıya...

sonra ansızın beklenmedik bir yerde,
belki bekliyorum da kendime yediremiyorumdur
'biz' diyorsun ya
tüm yalnızlıklarımı hükümsüz kılar gibi,
dava düşmüş delil yetersizliğinden
savcınız şahidim olsun ki
çok sevdim hakim bey!
ne çok hep 'ben'dim
hep 'biz' olmak derdim
olamadım, beceremedim hakim bey,
ama sen kalkıp kırılacakken kalem
'bizim' dediğinde
belki fazla yüklendik hayata
bize olmayacakları gösterip vermiyor diye...
belki tüm bu yaşadıklarımız
haddimizi bildirdi bize
daha az istedik
bazen vazgeçmedik mi?
nasıl olsa olmayacak diye...
bir yanımız ayrılmadı dizimizin başından
ne çok ittirdik çekmek isterken
ne çok kırdık
kırılmanın anlamını bu kadar iyi biliyorken
doğanın koynuna bıraktık kendimizi
yıldızlar yağarken üzerimize
geceden başka örtümüz yoktu
karanlık bile aramıza girmeye çekinirken
gülüşünden öptüm seni
kollarımın arasında kendini bırakırken...