7 Ocak 2014 Salı

son kurşun...

bırak beni boğulayım,
kendi yıkıntılarım içinde.
içime çektiğim bu duman,
bu ciğerlerimi yakan tütün kokusu.
alkol yetmezliğinden bir kez daha komaya girmek üzereyim.
içsem bir dert, içmesem ayrı.
nasıl da dokununca dağılıveriyor,
kumdan kalelerim.
dokunsam bir dert, dokunmasam...
nasıl canım çeker tenini.
düşünsem kendimden geçer,
düşünmesem yıldırımlar düşer içime,
uygar ülkelerin yel değirmenleri üzerine...

uzakta,
bu kadar uzakta,
ne kadarı gerçek korkularımızın?
ne kadarını becerebiliyoruz yapabileceklerimizin?
ve şimdi neresindeyiz?
yılllanmış bir aşkın...

yaşam kanıtları sunmak gerek bazen,
hayatın akışına aldırmadan.
koruyucusu olmakla,
aşığı olmak aynı değilmiş bir varlığın.
ne kadar üstüne titrersen,
o kadar içine batarmış.
ne kadar uzağa itsen, aklına...

günler günlerin ardından,
içimde bir hazırlık,
nasıl da mükemmel bir senaryonun,
basrolünda gibiyim,
nasıl da sakınıyorum,
kolayıma geliyor diye belki de
bu kadar çekincem
bir kez daha büyü bozulur mu?
öpersen,
insan mı olur bu hayvan?
öpmessen ne kaybeder insanlığından?
umarım beni affedersin...

gidişin icin hazırlamalıyım bedenimi.
bir daha dokunmassın,
bir daha arzulamazsın diye,
son kez,
adam gibi görunmeliyim.
yıllardır görmeden sevdiğin,
aklının içinde büyütüp durduğuna yakın,
olamasam da
mazeretlerim olmalı.
için kaldırmaz dokunamasan da
kendimi avutmalı...

mitolojik bir efsaneden alıntı aşkımız,
ne çok alıntılardan ibarettik biz,
öpüşlerimiz bile senaryo gereği.
ne çok kurdun aklında beni
kollarında eridiğim,
benim kendi boşluğumdan
kendimi atma teşebbüslerim.
tutup yakalarımdan sarsan,
sensin diye
kendi ellerim...
şimdi arefesinde birleşmenin,
korkularının altında kalıyorum,
korkularım sanki yetmiyormuş gibi...

ne çok gemiler yaktım içinde.
geriye dönüşlerimin olmadığı bariz.
yüzme bilmiyor olsam da,
senin icin
kaç defa daha atılır bu beden.
suya düşen bir gazete parçası kadar aciz.
al beni,
sana hazırladığım adaklarım
kendimden ibaret.
koşulsuz bir sevdanın ikliminde,
günahlarımdan arınıp geldim.
unuttum bildiklerimi.
öptüğüm tüm yalanlarımı soyunup.
çırılçıplak bir gerçeklikle geliyorum sana.
al beni!
almadığın her an,
biraz daha gömülüyor,
biraz daha kayboluyorum.
en son ve en iyi atışımdı bu.
göremiyorsan,
layık olmadığım içindir.
hissedemiyorsan,
hissettiremediğimdir...

susunca ben...

eski türk filmlerinden aşırma repliklerim.
sonu mutlu bitmese de,
montajda kesilip alınıyor mutsuzluk sözlerim.
birbirine düşkün iki fakir genci canlandıracak yaşları geçtik artık sevgilim.
belki de bu yüzden hastalıkların sahte tedavilerine,
bu kadar kolay paralar yatırmalarımız.

tadı kalmayan hayat değil.
belki de bizim tad almaya yarayan yanlarını ruhumuzun,
bir süre sonra kaybettiğimiz gibi,
işe yaramıyor artık deyip çıkarıp astığımız kapı ardına...

günlerdir zorluyorum kendimi.
yazabiliyor muyum artık diye.
yoksa öpülünce
büyüsü bozulan masal kahramanı mıydım?
öpüşlerinden geriye tebessümlerim kaldı yüzümde...
sen gittiğinden beri olur olmaz herşeye gülümsemem bundan.
ne zaman elime kalemi alsam,
kokunu içime çekip
aklıma gömüyorum teninin kıvrımlarını...
ne klavyem işe yarıyor artık,
ne de alkol.
ne kadar içersem içeyim,
ne el yazım düzeliyor,
ne de tasvir edebiliyorum güzelliğini.
öptüğünden beri,
bir masal kahramanının bozulan büyüsü kaldı yüzümde,
yazmayı unutup
hatırlayan konuşabilmeyi...

geçiyor mu gece dediğin bu kör karanlık?
zaman dolunca,
sabah olunca,
üstünü örtünce eskilerini sakladığın sandığının,
sandıklarının ötesinde nasıl da güçlüsün sokağa çıkınca,
gülümserken...
konuşurken ve kahkahanla süslerken yalnızlık duvarlarını...
öptüğün yerlerim sızlıyor şimdi,
özlendiğimi düşünürken.
olmayacak bir iş gibiydi,
olmadı...
üstüne gitmiyorum içimdeki yaralanmış zavallının.
hatta izin veriyorum artık,
seni özlediğini söylemesine
ve yazmasına
bozulsa da büyüsü
konuşmak yerine...