22 Aralık 2013 Pazar

Tanrım, meşgule atma beni!

avuçlarmın arasından akıp gidiyor zaman.
bu hesabını tutamadıklarım,
bu yol alamadığım için,
kendi yakamdan tutup,
sarsmalarım...

öptüğüm kadınların hesabını soruyorum.
öpüldüğüm dudakların...
ten kokusuyla sarhoş edilirken,
içkime karıştırılan neydi aslında?
bu kadar mı hazırdım kandırılmaya?
daha ne kadar sürer bu yolculuk...
her uyandığımda,
başka bir şehrin insanı olmak...
sonra kalkıp aynı şehre geri dönmek.
başka bir kadına sevdalanıp,
gece aynı kadının koynunda sızmak...

her damlasına kutsal su edasıyla yaklaştığım bu içki.
bu sarhoşluğunu aklıma karıştırırken,
öptüğüm dudakların tuzu.
aklımdan çıkartamadığım için mi kokunu,
durup durup senin hayaline mumlar yakmam?
karanlıkların canı cehenneme!
en soğuk cennetin ateşinde günahlarımdan arınmak istiyorum.
şimdi yazıyorum diye değil,
seni çıkarsam aklımdan,
susarsam olmaz!
susmasam kafiye oluyorsun...
ne çok sevdaya böldüm aklımı.
şimdi hangisini arasam,
çağrılarım cevapsız...
dileklerimin duyulmaması gibi,
tanrım tarafından...

henüz Türkçe'ye çevrilmedi çaresizliğim!

kırılganlıkları toplayınca,
elde var sıfır!
sonucu önceden tayin edilmiş
ve seçenekler arasında gizlenmiş,
çoktan seçmeli ama genelde seçme engelli benim için,
hangi imla kuralından notum kırılacak?
ve tekrar edeceğim bu seneyi merak ediyorum.
azdan sevmeli...
çok bağlanınca
ucunu kaçırıyorsun yaşadıklarının...
şimdi elimde avucumda yamalı bir sevda.
her ay sonu alacak bakiyesi veren bir hesap ekstresi.
bu kadar alacaklı olupta küsmeyen
başka kim var bu dünyada?

aşkın veresiyesi olmaz!
nakdin kadar değer buluyorsun.
vaktin sonunda elden çıkarılıyorsun.
elimde avucumda ucuz bir fiyaka.
yaktığım sigaranın dumanına karışıyor artık yalanlarım.
göz gözü görmüyor.
gözden çıkarılmıs bir aşkın
geride bırakılanıyım.
yetişmek için çabalamıyorum artık.
vaktim kalmamış.
kolumdaki akrep yelkovan arasındaki kovalamacaya son vermek için,
pilini söktüm saatimin.
akrep yelkovanın elinden tutarken hem de...
aklımdaki sorularıma yanıtlar buluyorum günlerdir.
her cevabım mutluluk resimleri gibi...
mutluluğun resmi yapılır mı diye sorma!
yaşamadan bilemezsin...

şimdi elimde avucumda köşeleri kıvrılmış,
harita metod altı ortalı kareli bir defter.
ne el yazım kalmış üzerinde,
ne de kirli bir silgiyle silinmiş, çıkmamıs şiirler...

artık melek değilim!
her gece peşinden geldiğim
o karanlık sokakların koşesinde beklediğini bildiğin,
görmesende hissettiğin,
ben değilim!
kemirilip atılmış,
tadına varılamamış,
umuduna yatırılan paranın karşılığını verememiş,
kirlenmiş!
artık musluğun altına tutsan da temizlenemez hicbir suyla,
arınamaz duayla...
en merhametli tanrının bile uzak durduğu,
bir lanet değil bu.
henüz Türkçe'ye çevrilmedi çaresizliğim!

söyle aşkım...
susuyorum diye içinde kapadığın kapıların,
yüzümde hissettiğim sıcak nefesin,
neresine kadar dayanabilirsin?
bu fırtınanın,
ayakta kalarak...
ya da ne zaman karar vereceksin?
alıp başını gitmek için...
kalırsan bu kimin zaferi olacak?

durmalısın şimdi...
karnımda ki bu ağrının bir tarifi yok.
ögreneceksin derken bahsettiğin,
yeni bir çaresizlikmiy di?
dokunulmazlığın nereden geliyor?
maddesini çıkarınca bu aşkın,
manasına ne kadar dayanabilir bu beden?

nerede kalmıstık?
yeni sözlerim,
eskilerinden daha hafif...
dudaklarımın arasından çıkmadan
dumanlanıyor aklım...
ulaşılmazlığın tekrara dönüyor içimde.
aynı sözleri söylememek için belki de
suskunluğum...
aynı orgazmda yanmamak için,
seni duşünüp dudaklarımı ısırmalarım.
utanılası bir düşüncenin esiri olmak,
utanmıyorum demek ayıp mı bu kadar?
uzak dur benden!
başka bir adamın koynunda sabahla,
sonra beni özle...
teninde ki yangınları söndür!
aklını benimle süsle...

14 Aralık 2013 Cumartesi

öylesine...

ne büyük kalabalık bu!
yoksun...
yalnızlığım damarlarımda dolaşıyor.
ve teşhis koyamıyor doktorlar.
susunca ben,
yazmayı bırakınca,
hangi şairin kalemi kırılır?
idam edilen hangi aşktır?
ve bir şair kurşuna dizilirse,
onunla beraber kaç aşk kaybeder?

ordunun dereleri midir suçlu olan?
yukarı akmıyor diye.
yoksa hayat mıdır?
beklenildiği üzere
bir türlü yardım etmeyen,
seven adama...
şimdi damarlarımda dolaşan
ve bir türlü teşhis konulamayan bu hastalık,
yan etkileri belirtilmediği halde prospektüsünde,
inadına bir umutla kullanılan bu ilaçların,
yarıda kesilmesiyle tedavi aksatılacaksa,
ve ölecekse bu hasta,
sonrasının ne önemi var?

aşkım...
seni seviyorum derken ki cesaretim,
ölüm ensemdeyken ki korkaklığımı karşılayacak mı bilmiyorum.
tek bildiğim
senin kafiyesi olduğun bu hayatımın,
kural tanımaz,
ama her uymadığım kuralın hesabını verdiğim,
tanrı tanımaz,
ama her tanımadığım tanrıya secde ettiğim;
bir ölümlüye bağlanılmaz,
ama senin kollarında varlığımı inkar ettiğim,
bu hayatımın,
bir değeri var mıdır bilmiyorum...
ben çok sevdim,
varsın diye.
olmasaydın eğer,
bir gün olabilirsin diye,
bütün acıları kabul edebilirdim...
isyankarlığımın cezası büyük.
seni tanıdım,
seni gördüm,
seni öptüm,
dokundum...
şimdi tahsilatı yapılsın günahlarımın.
bir 'of' dersem acımdan namerdim!
üstü kalsın yaşadıklarımın...

Dostum'a

akıp gidiyor zaman,
yaşam akıp gidiyor.
hırslarımız, arzularımız, acılarımız,
gündelik mutluluklarımız...
şimdi aşık olduğum kadının kollarımda olması,
tanrıya minnettarlıklarım,
bir kaç gün daha mutlu yaşayacağım diye,
yaptığım yalaklıklarım...

bu ben değildim belki de.
üzülmemek için başımı eğmelerim.
belki de ansızın gittin diye,
bunu akla mantığa sığdıramayışlarım.
şimdi elimde avucumda kalan,
soğuk bir web sayfasına girip,
içimden ettiğim duaları Türkçe'ye çevirme çabalarım...
Tanrım anlar değil mi?
konuştuğum dil farklı da olsa...
bilmek isterdim.
bunca yıldan sonra,
gittiğin yerde mutlu olup olmadığını...
bilmek bir halta yaramıyor olsa da,
bir bayram daha sensiz geçiyor arkadaşım.
ve ben hala
sırf bu güne bayram günü deniyor diye
gülümsüyorum...
kimse görmüyorsa da
bu demek değildir
akmıyor gözyaşlarım...

13 Aralık 2013 Cuma

liseli aşıklar gibi...

bitirebiliyorsam eğer,
eski bir aşkın küllerinden arınıp,
yeni bir aşkın koynunda nefes almak...
içime çektiğim bu koku,
hangi bilimsel formülle açıklanabilir di?
sana sarıldığım anda
içimde yanan ateşin dereceleri...

öperken dudaklarını
bakışlarının altında kızarırken,
bunca yaşıma rağmen utanırken,
sanki daha yeni baslamışım liseye,
ilk öptüğüm kızın tadı parmaklarımda.
anla öyle titrerken tutmak kendimi,
yakıştıramayıp yaşıma,
yürürken yanında,
elini tutmak için
sudan bahaneler ararken,
bulduğum hiç bir tutarlı bahaneye kanamayıp,
dillendiremeden,
çcarparken elim eline,
üşümüşken,
bu kadar yorgunken,
az önce öpmemişim gibi seni,
sana susamışlığım...
elin avucumun içinde terlerken,
her dokunuşumun içinde yaktığı,
yakmak değil bu
düpedüz sabote etmek gibi,
ve nasılda razıydın bu saldırıya,
nasıl da özlemişim seni,
dokunmaya doyamıyorken,
dudaklarının ıslaklığı hala aklımı esir ediyor.
sanki liseye yeni başlamış,
sanki ilk defa öpmüş bir kız çocuğunu,
utancından kızarmış,
kaçırmış gözlerini,
ama tadına varamamış...
bir daha öpsem diyen,
küçük çocuk gibiyim...
bahanelerim ellerimde ufalanıyor.
durmuyor değil mi zaman?
sonra uyanıyorsun uykundan,
hayat devam ediyor...
anlıyorsun ki
yavaşlamıyor bile...
avuçlarımın içinde terleyen ellerin,
kokunu içime çektikçe
bir sahil kasabasında açıyordum gözlerimi.
hani kurduğumuz o hayaller gibi...
neresinden baksan,
ya da kapatsan gozlerini
anlamadan, sadece yaşasan...

şimdi sana yazıyorken,
dokunuşlarımı içinde saklayıp,
her öpüşümü ezberleyip,
kelimelerine paylaştırıyorken,
bir sonu olacak mı diye değil,
biz daha yeni başlıyorken
bu sevdanın karasına,
sesini duyamasamda,
dudaklarını okumak bile öyle güzeldi ki,
o an yaklaşıp öpememeye rağmen...

teslimiyet...

ne kanımda ki alkol oranları tutuyor artık,
ne de sevdayı konu alan kelimelerin kafiyesi.
tarifi bir türlü tamamlanamamış,
sonradan yapılan eklemelerle tadı iyice bozulmuş gibi,
parmaklarımın ucuna gelene kadar kuruyor hislerim.
aklıma böyle bir kaybı nasıl anlatırım?
bilmiyorum...
en çok,
seni seviyorum dediğim zamanlarda,
en az,
senin bana bağlandığın kadar,
kendimi sana bağladığım,
ipini çözünce bu uçurtmanın,
saçlarını sımsıkı bir arada tutan tokaların,
yorgun alnına düşerken turuncu ayrılığın,
senin alıştığın,
benim yokluğum,
benim kabul edemediğim,
bu uzaklık...
tenimde yanıp duran,
kafiyesi bir türlü tutturulamayan...

seni istediğimi bildiğin için mi?
bu kadar uzaksın bana...
bitiyorsa eğer bitmiştir!
aksini ispat etmekten yoruldum...
onsekiz yaşında küçük bir çocuğum hala.
telli arabalarım, camdan bilyelerim, gazoz kapaklarım...
hala küçük bir çocuğum,
gozlerimin içine bakınca görebileceklerin,
ağır bir hüzün deryasından başka bir şey değil!
dudaklarımda ki tebessümden arda kalan,
nokta kullanılamayan cümlelerim...

uyandım.
gozlerimi açtığımdan beri ihtiyarlıyorum.
kafamın içinde ki her düşünce kabuk bağlıyor.
doğru kan gurubu bulunamadığı için,
yogun bakımda tutulan hasta gibi bedenim.
dijital makinalardan aldığım sen takviyelerim yetmiyor.
ne biri fişini çekiyor,
ne de izin veriliyor yüce yargı tarafından...
yüce yargı bir süredir başka işlerle meşgul!

varlığım karşılıksız bir armağandı,
karşılıksız çıktığım için belki de,
üzeri karalanıp teşhire sunuldum...
şimdi elimde telli arabalarım.
bitmişse bitmiştir!
zorlandığım bunu anlamak.
belki de bu yüzden bir türlü susup,
alıp aklımı başıma,
ellerimi cebime sokup yol alamayışım...
durup durup aynı kafiyeyi kurarken,
nasıl oluyor da bir kadına
bu kadar kolay teslim oluşlarım...

acemi oyuncu...

ne kadarı gerçekti hayatımızın?
en çok aklımızda kalan yaşadıklarımızdan,
acısı en derin olanları değil miydi?
ne kadar azınlıkta kaldı mutluluklarımız?
şimdi eziliyorken
mutsuz bir diktatörün egemenliğinde...

en gerçeği hangisiydi?
ve bu gerçeklik süsü ne kadar taşınabilirdi?
her mutluluğumuz karşısında ipotek verdiğimiz neydi aslında?
bir türlü üzerimize oturmadığı için
defalarca terzilere verilip,
düzeltilmeye çalışılmış
ama hep acemiye rastlamış,
sökülüp dikildikçe
dikiş tutmaz olmuş,
bir süre sonra öylece bırakılmış
ruhumuz..

en masumu hangisiydi söylediğimiz yalanların?
ne kadarı hafifletici olarak görülebilirdi sonuçlarının,
alacağımız cezalar karşısında...
ayrıntılarına bu kadar dikkat ettiğim,
kaç kadın girdi hayatıma?
kaç kadının,
gülümseme numarası yapsın diye,
uyuma numarasıyla,
uykuya daldım kolları arasında...
o kadar iyi oynayamadığımız için belki de şimdi
bu kadar kolay
vazgeçebiliyor olmak...

28 Kasım 2013 Perşembe

dilsiz şair...

biliyorsun değil mi?
söylemesem de anlıyorsun.
en azından anladığını umut ediyorum.
senin için yazdığımı...
söyleyemediğimden değil...
korkuyorum sadece
bozulur diye büyüsü...
sen resmini çizebilirsin bunun,
ben şiirini yazabilirim...
konuşursak belki,
kaybolur diye korkuyorum,
aynı gözlerle bakmayız birbirimize...
kimbilir belki başka bir şey olur,
tutuluruz sevdanın rengine...
ya sonra?
ne sonu var bunun
ne de bir çıkar yolu...
bu yüzden belki
sen çizeceksin resmini
ben durmadan yazacağım
dilsiz bir şairin,
söyleyemediği şiirini...

yoksulluk...

sen oku diye yazdıklarımı
ne çok insan okuyup üzerine alınıyor...
sen gör diye gösterdiklerimi,
insanlar kendilerininmiş gibi
sahipleniyor
sen duy diye söylediklerimi
başkaları ismimi kullanmadan alıntılıyor..
sense tüm bunların farkında
gözlerimin içine bakarken
başka birşey bekliyorsun
biliyorum
yapmak istiyorum
söylemek istediklerim
dilimin ucunda
söyleyemiyorum.
bürünüp sıftalarımın ardına
mesafalerin korumasına alıyorum kendimi...
bazen bir dokunuş,
bir bakışım ele veriyor beni
görüyorsun,
sonra birşey olmamış gibi
hayatlarımıza devam ediyoruz...
saçma sapan bir dizi de iki aşığı oynayan
çekimler bitince birbirini tanımayan
iki oyuncu gibi...
çok seviyoruz belki ama
gerçekten hiç söyleyemiyoruz...
erteleniyor yaşanılası zamanlar,
geniş zamanlara yayılıyor çaresizlik,
ve biz bir anlık göz göze gelmeyle,
yanlışlıkla ellerimizin birbirine dokunmasıyla,
yetiniyoruz...
açlıktan ölmemek için
elindekinin hep yarısını tüketen
yoksul insanlar gibi...
bir gün lazım olur diye hep
bitirmeden ama hiç doymadan
kalkıyoruz bu sofradan...

güneşi görmek...

öyle yorgunum ki...
biraz soluklanmak istiyorum.
tüm bu fırtına dinsin,
koşuşturma dursun...
akşam olunca evine gitsin tüm çalışanlar
gibi
evime gidince dinlenmek istiyorum...
biraz aralansın bulutlar
güneşi göremesem de
bileyim oralarda bir yerlerde olduğunu...
ışıkları içimi ısıtmasa da
umut edebileyim
bir gün
geçecek tüm bunlar
ve ben yorgun ama mutlu bir ihtiyar gibi ölebileceğim...

27 Kasım 2013 Çarşamba

son gece...

esrarlı gözlerin miydi beni sana bağlayan?
sensizliğin korkusu muydu,
ilk konuştuğumuz anda içimde büyüyen.
rahatsızlığım doğuştan belki,
anladığımda zaman için geç,
senin için erken olduğunu...
ne öptükçe doyabildim sana,
ne de dokundukça yetindim .
içimi kaplayan bu sıcaklık,
ölmeden önce hissettiğim son huzur mudur?
karşıma çıkan sen,
tanrımın hayatımdan çıkarken bıraktığı
bahşiş midir?
şimdi adın aklımda.
bakışların ve hüznün içime işlemiş.
sesin kulaklarımda çınlıyor...
ansızın çekip gitmelerin,
akla mantığa sığmasa da,
affediyorum seni,
benimle seviştiğin son gecenin hatrına...

26 Kasım 2013 Salı

bitkisel hayat

ansızın çekip gitmelerin...
yarım bırakılmış bir cümle gibi,
hangi işareti koyarsan koy
yetim kalır bu sözler.
ve hiçbir örgüt tarafından koruma altına alınmaz.
ansızın çekip giderken açık bıraktığın kapım,
ışıklarım ve üstüm...
senden sonra uyanmaz mıyım sanıyorsun?
senden başka bir hayat olmaz mı yaşayacağım?
bu kadar mı bağlıydım sana?

teninin kıvrımlarında alev alev yanarken,
icime cektiğim nefes senin mi?
bu yakarken içimi,
büyüyen yangın,
senin kundakladığın mı?
sabahın köründe aklımın bir yanını esir edip aklına,
uykuya hasret bırakan sen misin?
alkol bastığım yaralarımı bile önemsiz kılan,
senin afyonun mu?
ciğerlerime çektikçe başka bir tanrıya iman ettiren,
hangi çölde yolunu şaşıran bedeviydim ben,
şimdi gördüğüm hayalleri,
gerçek sanarken,
senden kalan tek bir kanıtla,
aklıma seni açıklamaya çalışıyorum.
ne zaman içime girdin?
şimdi sığınma talep ediyor
tüm mülteci isteklerim.
ne zaman kontrolümü eline aldın?
şimdi seni bekliyor
hareket etmek için tüm bedenim...

25 Kasım 2013 Pazartesi

Şair...

yıkıp yıkıp yeniden örüyorum surlarımı.
aklımda eskilerden kalmış,
az kullanılmış bir sevdadan kelimelerle.
bundan yıllar sonra,
başkalarına gururla gösterecebileceğim türden
yara izlerim yok benim.
izini tenime bırakanların defterinde,
isminin üzeri çizilmişlerdenim.
unutulmaya yüz tutmuş,
ama unutulmamak için
yüzsüzlük yapan eski sevgili gibi,
durup durup yeni sevdalarıma yalakalık yapıyorum.
ucuz bir fiyaka bu.
duyduğum alkış seslerini hissedemiyorum artık.
söyleyemediğim sözleri umursamıyor,
nerede kırılan bir kız çocuğu görsem,
içim tuhaf olmuyor,
yutkunamıyorum...

bunca zamandan sonra geri dönüşlerin,
belki de kendi acımı unutmak için,
senin acılarını dinlemek isteyişlerim.
sabah olur geçer,
gece olur,
sabahı beklerim diyorsun...
sonra sabah olur ve geçer...

şair diyorlar artık bana.
ben içimi kanatıp yazdıkça,
adam diyorlar,
yazdığım her kelimeyi üstüne alınanlar...
yorgunum.
artık üstünde durmuyorum olan bitenin.
kendimi seviyorum artık.
son günlerimi kendimle geçirmek,
tüm bu kargaşanın içinde kafamı dinlemek...

sana hayrandım ben.
yazdığın her kelimenin kör tutsağı.
boynunda zincirleriyle kürek mahkümu gibi...
ben sana yazdım,
başka kadınlar çok beğendi.
başka kadınlar cok beğendi diye
sana yazmaya devam ettim.
senden sonra kalanları biriktirip bir resmini yaptım.
resmine yazdım...
bir an'dın belki hayatımda.
en büyük yangınları da başlatan
bir kıvılcım değilmiydi her zaman?

kelimeler...
ikimizin elindeki tek kalan ve en çok olan değil mi?
kullanmayı bilenin kapısından girebileceği.
bilmeyenin zaten işi yok bu dehlizde!
hic düşündün mü?
bu kadar derinde kaç kişiye rastladın?

seni son gördüğümde ağlıyordun.
o günden beri satırlarım ıpıslak benim.
ve bununla bir ilgin varmı bilmiyorum.
hatta sana yüklesem bunun sorumluluğunu
ve sen bilmesen
sorun olur mu?
sonradan inkar etsem...
bakışlarının buğusunda yalnızlığım
senden sonra ne çok ağladım ben.
susmaya çalıştıkça
avazım çıktığı kadar bağırdıgım.
sesimin gömüldüğü bu duvarların,
benden sonra hangi sevdaya tanıklık edeceğini bilmek isterdim.
hangi aşkın ateşinde kurutulurdu?
eski bir sevdanın ıslaklığı..

aklımın,
karşındaki eksikliğini kapatabilmek için,
hep gereğinden fazla konuştum.
hayatımda kaç kadın olduğunun ne önemi var?
harcamalarım ne kadarın üzerinde olursa
ekstra bonus alabilirim...
sen! karşısında eğildiğim tanrıçam.
dizlerine kapanıp merhametler dilendiğim.
elini başıma ve omuzlarıma değdirmeni
ve beni kutsamanı bekliyorum...
sana yazıyorum diye bu kadar kutsal kelimelerim..
seni çıkar,
geriye kalan anonim olur...
her şairde biraz kamu mallığı vardır değil mi?

yara izleri...

bundan yıllar sonra,
başkalarına gururla göstereceğimiz türden izler olmayacak!
birbirimizin içinde,
açmış olduğumuz yaralardan geriye kalan...

zilleri çalıp kaçmak...

seni kıskanmamdan hoşlanıyor musun?
ciddi bir zamanlama sorunum oldu benim her zaman.
düşündükçe abartıyorum,
hissettikçe batırıyorum
en yakınımdakilerle birlikte...

dün gece yokluğun öyle canımı yaktı ki,
bütün gün, her dakika aklımdaydın.
bir hayalet gibi yanımda seni taşıdım.
buna ne kadar dayanabilirim?
bilmiyorum...

birşey olmayacak zaten.
herşey geçiyor yavaş yavaş.
her parçan
içimden büyük bir gürültüyle kopuyor
ve üzerime gelen bu çığdan,
kaçmak istemiyorum artık...

seni bir an olsun aklımdan çıkarabilmek için
ne delilikler yaptım.
kollarımın arasında
benim için ağlayan bir kadın.
gözlerimden süzülen yaşlar,
senin için...
seni aramamak
sana yazamak için
sıradan zevklere alıştırıyorum bedenimi.
bu savaş öyle yorucu ki...
dediğin gibi,
zamanla geçermi acısı?
alışır mı insan yenilgilere?
yaptığım bütün hataların ve yanlışların farkındayım,
ve telafisi yok kayıplarının.
seni seviyorum...
daha önce hiç bir kadını sevmediğim,
ve senden sonra hiç bir kadını sevmeyeceğim gibi.
istemediğin zaman 'sus' de bana ne olur.
öyle korkuyorum ki artık
yanlış yapıp seni kaybetmekten...

ürkek sesini duymayı özledim.
sen içine kapatıyorken bana dair söyleyemediklerini,
simdi üstünü örtüyorum,
aklımda ki sana dair'lerin...
zamanında yetişememiş yolcu gibi,
hayatında neye yetişmişti ki,
şimdi sırıl sıklam terlemiş koşturmaktan.
buna yetişse ne değişirdi ki?
sana yetişsem,
senin olsam,
beni öpsen,
benim olsan...
öyle korkuyorum ki artık,
senin anlamını yüklediğim her kelimeden,
bu anlamı taşıyamayacak diye...
sorumluluk almaktan yoruldum.
kapını çalıp kaçan küçük çocuk olmak istiyorum.
yakalarsan bir gün,
kızmaktan çok,
sarılıp koklayacağın...

24 Kasım 2013 Pazar

deniz feneri...

gözlerin,
deniz feneri gibi,
kayalıklarla dolu bir sahil şeridinin...
bana baktığın her an,
güvendeyim sanki...
bakmadığın da,
pusulası bozulmuş bir gemi gibi,
sabahında toplayacaklar parçalarını sahilden,
kalbimin...

laf ka(la)balığı...

varlığın,
armağandı varlığıma...
nasıl da hüzün kokardı ellerin,
dokunduğunda...
içini çekerken,
gecenin bir yarısı,
kollarının arasında,
avuclarımda ellerin,
ne büyük mutluluktu bu.
ölümsüzlükle değişmek bir ölümlüyü.
ölmek gibi severken,
sevmek,
hala sıradan bir fani hayatına sığdıramadığım.
en cok bulduğumda kaybettim seni.
sesin titrerken...
sesimde ne buluyordun bu kadar?
nasıl da ürküyordun.
bırakıp gidersem...
bir o kadar ayakların yere basarken,
benimle kaçıp gitme telaşların gözlerinde,
ışıl ışıl yanarken...
namlusuna sürülmüş bir mermi gibi kader.
ayrılık eski bir ezber.
ciğerlerimdeki bu sızı.
kafiyesinden utanan şair!
gecenin dördünde,
hayalinde bir kız çocuğu,
her sözü kahır,
ağır gelir yalnızlık.
içine çeker dumanı,
ciğerlerinde kiralık bir katil!
aklında aşırma replikleri.
sevgi sözcükleri öyle uzak ki...
kayıp bir şarkı dudaklarında.
durdur beni!
soluğuma karışıyor karamsarlık günleri.
aşkın geçmeyen zamanları.
bu da oldu işte Tanrım!
sözlerim ağır geliyor.
yazdıklarım kuru sıkı doldurulmuş.
en çok ta,
sen uyurken bensiz,
sensiz,
bu yatağa girmek koyuyor...

kadınım...

delice kıskansam seni...
aklın bir yerde tutulamayışı bu.
sarhoş olmak,
çarpılmak damdan düşer gibi.
tanrım bu ben miyim?
kalbur üstü laflar eden,
üşürken sırılsıklam,
aşkım...

uyuyorsun ya şimdi,
avuçlarım, yüzüm ıpıslak.
dudaklarım uyuşuyor.
özlüyorsan beni,
içim kıpır kıpır.
aklım parmaklarımın ucundan akıp gidecek şimdi.
bu aldığım hazların en kutsalı.
uyuyor musun?
içini çekerken,
avuçlarımda göğüslerin.
yanıyor musun?
için alev alev...
iliklerine kadar çektiğin,
ben miyim?
aşkım...

ört bas edilecek ne kadar ayıbımız kaldı?
tenimde bıraktığın izlerin.
aklım başımda değil ki!
ayılacağım topraklar
senin egemenliğinde mi?
öptüğüm dudaklar senin mi?
kollarının arasında varolduğum kadın,
ıslaklığında ateşimi söndürdüğüm sen misin?
sustuğumda içimde atan kalp senin mi?
ağladığımda yüzümü silen,
güldüğümde hıçkırıklarım,
iplerim senin elinde mi?
aldığın hazzın kaynağı mıyım?
kalabalıkların arasında kaynayan mı?

kadınım...
bu sen misin?
dudaklarım titrerken,
öpmeye kıyamadığım...
al beni,
ateşimi söndür.
yarın çok geç!
şimdi öp beni...
ısırırken en ıslak yerlerini,
tenime izlerini bırak.
aklımın almadığı,
kadınım,
tanrı'mın kıskandığı...

cehennem...

bilseydi ozan,
türküsünün bir radyoda reklam müziği olacağını,
yine de yazabilir miydi?
ne kadarını kestirebiliyordu insan?
yaşayacaklarını,
yaşarken...
tahmin edemediklerini bulunca karşısında
ne kadarına şaşıp kalıyordu?
nerede başlıyordu tahammül sınırları?
bu sınırları aşınca
ne kadarı hayvanca oluyordu?
insan sıfatını taşırken,
yaptıklarının...
uzun bir yoluculuk olacak bu.
sonunda mükafatın bir kaç şise fazladan içki.
bu kadar mı ağır geliyordu sana yaşamak?
tahammül edebilmek için,
aklını cezalandırdın.
durup durup düzeltmen gerekiyor artık yazdıklarını,
anlaşılabilmek için.
sanki herkez biliyordu gerçeğini.
uymaz diye korkuyorsun.
simdi canın yanmıyorsa,
bu görmezden geldiğin için değil,
daha fazla yanamayacağın içindir ,
bu dünyada....

22 Kasım 2013 Cuma

unut beni!

bugün günlerden umut!
girdiğin günahlarının bedeli.
bensiz bir hayat olmalı,
uyanmak istemediğin.
cehennemin ortası.
hatırlayamadığın değil,
işine gelmediği için anımsamamak,
içinde ben olmadığım anları...

beni sevdiğin gibi,
bensizliği de sevebilir misin?
hayatından çıkarken,
dokunduğum her anıyı alıpta çıktım.
geride bıraktıklarım,
enkazında bir yangının,
büyümeye çalışan bir çicek.
karıştığın zamanların,
belki de bu kadar bağlanmasaydın bana,
acın bu kadar büyümezdi içinde.
aldığım zevk mi sanıyorsun,
yaşadıklarımdan?
belki de benim olduğum yerden bakabilseydin sana,
büyüklüğünü görür,
ve secde ederdin,
aşkının şiddetine...

hayat,
bensizlikse,
şimdi yaşa yaşayabildiğin kadar.
sensiz bir ömrü yaşamanın
bütün anlamsızlığı bende...
bensiz bir ömrüm,
tüm hafifliği senin üzerinde....

Nirvana!

bitip tükenmektense,
yanıp yok olmak...
düşüncesiyle bir şarkıcı,
çenesine dayadığı silahın,
tetiğine dokunur
ve ateşe verir gençliğini...
ne büyük bir kaçıştır bu!
nasıl bir vazgeçiş?
belki de önüne sunulan
tüm çoktan seçmeli soruların,
tüm seçenekleri yanlış olduğu için,
seçmek yerine,
yarıda bırakmıştır sınavını...
alıp ceketini çıkar salondan.
çok zahmetle kazandığı okulunu,
bitiremeyeceğini göze alarak.
okulu bitirmek midir önemli olan,
yoksa kazanmak mı?
yoksa ikisinin de bir anlamı olması gerekmiyordur
diyerek
yarıda bırakmak mı
bitirme sınavlarını...

şimdi,
aramızdaki mesafelerin bu kadar uzak olduğunu anlamak için,
bu kadar uzun susmak gerekiyormuş demek,
diyerek,
susmalı...
elimde ki son kurşunu da sürüp namlusuna elimdeki silahın,
çeneme dayamak
ve tetiğe dokunmak
ya sonra?
aklı çelinmiş bir gençliğin mensubu olmak isterdim.
körü körüne inanmak,
bana inan denilene.
sonra ucuz bir kahramanlıkla,
soyunmak bir vazgeciş romanına...
başrolünda ben,
yazarı ben,
oynayanı da, dublörü de, kayda alanı da ben...
sonra gösterime çıkmasın diye,
hakkında olumsuz görüş bildiren kurulun başkanı da ben!
sen tabanlı bir işletim sisteminde,
karşılaşılan hataların çözümü ben.
ama bir türlü iflah edilemeyeni bu aşkın,
hayvanı ben!
sen kırmızı ojelerinle,
salınıp geçerken seyrimden,
dalıp süzülüşüne hayaller kurarken,
sen kokan mısralara
sahip olmaya çabalayan
yine ben!

21 Kasım 2013 Perşembe

şair müsvettesi!

avazım çıktığı kadar susuyorum!
hepiniz mi sağır oldunuz?
alıntıydı değil mi bu?
daha önce birileri söylemiş olmalı.
alkol oranı düşük bir içecekle vakit kaybediyorum.
daha sertleri olmalı bu uyuşmanın.
aklımın içinden geçenlerle oynuyorum,
susturmanın bir yolu olmalı,
bu ötüp duran horozların.
ciğerlerime çektiğim hava yetmiyor.
birileri gidip oksijen tüpü almalı rafinerinin birinden.
alınmıyorsa bir çözümü olmalı...

para gerekli bir aşk için.
para yoksa başka bir adama varılmalı.
başka adam yoksa sorun değil,
parayla adam olunmalı!
olunamıyorsa sorun değil,
para varsa sorun olmamalı...
ya yoksa?
unut gitsin.
sevda satırların arasında kalmalı.
aşk zenginlerin tekelinde artık.
biz soytarı şair müsvetteleri,
yazdıklarımızla tatmin olurken,
en guzel sevilesi kadınları,
hep gücü olanlar alıyor.
gücü olanların parası,
parası olanların adamlığı,
biz hala kapısında birer kul gibi,
köşkün hanımefendisine platonik bağlı...

devam filmi...

kayıt zamanı şimdi!
şimdi yazılıyor bunlar,
sonrası yalan...
öncesi anımsama.
aklımın ucundan geçenleri
tutmaya çalışıyorum.
aklımdan geçmeyenleri özlediğim gibi,
seni şimdi özluyor olmam...
ağlamıyorum,
eski bir ezber.
sen
yaşadıklarımdan birer alıntı,
en güzel yerlerinden.
belki de fragmanı gibi bu filmin,
her karesinde senden bir iki söz.
görenler gelip izlesin diye.
çekiciliğim yok
senden başka...
seni de çıkarınca hayatımdan,
n'olur sonunu soyleme bu filmin
yoksa kimse gelip izlemez...
devamı çekilmeyecek bir daha,
o filmde ki çocuk büyümeyecek,
ve kız,
başka türlü sevilmeyecek...

20 Kasım 2013 Çarşamba

hayat sigortası

gelip okuyormusun şimdi yazıklarımı?
yokse benden vazgeçince,
yazdıklarımdan da vazgeçtin mi?
her gece gelip kontrol ediyormusun beni?
yoksa zaten kaybetmişmiydin umudunu?
hazır değilim seni kaybetmeye,
nasıl olurdu?
yarın uyanınca,
sen yokmuşsun gibi,
yoksun gibi...
...
benzetemiyorum bunu başka bir şeye
nasıl dı?
senden önceki hayatım.
ne zaman bu kadar içime işledin...
özledim seni!
gitmene bir kaç saat kala,
ya gidersen?
unutulmuş özlem şarkılarını anımsayamıyorum.
ayrılık şiirleri eski birer ezber.
kaybedeceğim bunlar mı ilk önce?
mutluluktan yazamadığım kafiyeler.
senden sonra daha iyi bir şair olurmuyum?
acın, beni alıp götürür mü?
büyük ozanların diyarına...
apoletlerime işlenecek yeni rütbeler.
ya senden sonra?
yokluğun gibi...
...
yıkıldığım yerden ayağa kalkabilirmiyim?
yoksa sigorta poliçemde seninle ilgili maddeler
beni güvence altına alır mı?
kapsamına ne kadar girer bu hayat sigortamın?
nefes alıyor olmak sensiz bir dünyada,
yaşıyor olmak gibi kabul edilebilir mi?
sigorta müfettişlerinin sorularına nasıl yanıt verilir?
-evet burdayım.
-evet hayattayım!
hayat hala,
görmek, duymak, konuşmak ve yazmak gibi...
hayat hala,
her sabah yeniden uyanmak gibi...
yaşamak kapsamına girmiyor bu sigorta poliçesinin.
çünkü yaşamak,
hala benim sensiz tek başıma
bir türlü beceremediğim...

ateşli hastalık...

senin sesinde ne var bilmiyorum...
duydukça eriyor içimdeki buzdan kuleler...
bulutlar aralanıyor,
ve güneş düş yorgunu ışıklarını salıyor üzerime...
omuzlarım hafifliyor sanki,
yaşamak ağrısı azalıyor...
umutsuzluk etkisini yitiriyor üzerimde.
hani hastalığa tutulursun,
kullandığın ilaçlar iyi gelir de
düşer ya ateşin,
başka bir ateşi tutuştursa da sesin,
iyi geliyor...
ve ben bu yeni hastalıktan kurtulmak istemiyorum artık...

kaybettiğini bilmek...

bir kaç satır daha vardı aklımda.
susmadan önce.
aleyhimde kullanılsın diye değil,
başkası lehimde tanıklık etmeyecek diye...
hayal kırıklığım değil,
tahmin ediliyordu bu durum.
ve bahis siteleri oranları düşük tutuyordu,
zarar etme olasılığına karşı...

her dakikasında hayatımın,
uzaklaşıyorum senden.
beklediğin,
belki de razı olduğun kadarını bile bulamıyordun.
mutlu son yok bu hikayede!
elimizdekilerle yetinmeliyiz.
belki de,
bırak gitsin.
yetmediği yerden kopar gibisinden.
ölüyor olmaktan çok canımı yakan,
ölüyor olduğumu bilmek...
yaşıyor olmaktan daha ağır gelen,
yaşarken seni bulup kaybetmek...

17 Kasım 2013 Pazar

Düşünce(siz) adam...

konuşamıyor olmak ruhumu istila ediyor.
anlatamamak...
bir zamanlar kelimelerin efendisi ben!
şimdi nereden başlayacağını bilemeyen,
ürkek ve çekingen.
cevaplarını bildiğim için belki de,
şimdi sorularımı soramıyor oluşum.
sonunu kestirebiliyor olmak,
değiştirebilmeye yetmiyor.
çaresizlikmidir bu kadar canımı yakan?
bilmeseydim belki de,
hiç düşünmeseydim,
canım yanarmıydı?
avuçlarımın arasından süzülüp gidiyorsun.
bir türlü tutamıyorum seni.
tutmak istedikçe
daha çok kırıp döküyorum.
ne çok yazdım sana,
bir türlü postaya veremediğim gibi,
şimdi söylemek istediklerimi,
Türkçe'ye çeviremiyorum.
başka bir dilde daha konuşabilseydim,
bir halta yararmıydı?
bilmiyorum...

nasıl söyleyebilirdim ki sana?
beni seçerek kaybettiğini...
nasıl anlatılabilirdi bu?
sırılsıklam tutulurken bana,
çırılpçıplak bir aşka.
dirsekleri yamalı,
çok fazla masa üstlerine dayamaktan,
belki de çok düşünuyor olmaktan,
yorgun...
düşünmediği zaman,
düşüncesizlikle suçlanan.
akıl yetmeyince
ruhani varlıklardan medet uman bir sevgilin var senin.
oradan da yanıt alamayınca
kendini içine kapatan.
nasıl söyleyebilirdim ki sana?
söylemesi ne kadar zorsa bir doktorun,
ameliyat çıkışında,
masada bıraktığı hastasının yakınlarına,
başaramadığını...
öyle zor şimdi.
Türkçe'ye çevirmeye çalışmak,
yanlıs adamı sevdiğini,
neleri kaybettiğini.
çok çalışıp bu sınava,
ikinci geldiği için,
bir yerleri kazanamadığını,
'yenildik ama ezilmedik!'lere yenisini eklerken...
üzgünüm.
hem yenildik hem ezildik biz!
bu hayatın çarkları arasında.
nasıl söylenir?
gozleri ışıl ışıl yanan bir kız çocuğuna,
umutlarının karşılıksız çıkacağı?
karşılıksız düzenlenen bir çek gibiydi varlığım.
düzenlerken de,
altını imzalarken de,
bunun farkındaydım belki.
ama öyle güzeldi ki umut etmek,
bir yalan da olsa,
sana dokunup seni öperken,
kollarının arasında,
sanki hiç bitmeyecekmiş gibi,
iliklerime kadar yaşadığım...
vadesi gelince bozdurmaya gideceksin bu çeki
ve sen de öğreneceksin,
karşılıksızlığını bir sevdanın.
nasıl da yorgun ve bitkin düşeceksin,
içini çekerken...
belki de ilk gördüğün limana bırakacaksın kendini.
kayalıklarında parçalanmaktan çekinmeden.
belki de ilk sana tutulan adama vereceksin kendini,
aklının bir köşesinde
benim olduğumu,
unutmaya çalışarak...

haketmediğim için mi böyle oldu?
bilmiyorum ama,
haketmek için de birşey yaptığımı söyleyemem.
'ama bu haksızlık' repliklerinden sıkıldım.
en zor olanıda şimdi,
söylemeye çalışmak,
yanlış adamın üstüne oynadığını bu kumarı
ve masada kalacağını
tek umabildiğim,
hayatın devam etmeli
sanki ben hiç olmamışım gibi...

16 Kasım 2013 Cumartesi

araf..!

kutusuz kasetlerim.
ucu körelmiş, yontulmaya muhtaç kara kalemlerim.
çekmecelerine anılarımı tıktığım dolabım.
şimdi bir sigara daha yaksam üstüne,
yaşadıklarımın,
hangisi kadar değer biçilecek ömrüme?
söylediğim sözlerin toplamı kadar mı?
yoksa sustuklarımın ağırlığı kadar mı?
ne kadarını bilebilirsin itiraflarımın?
ya söylediğim yalanlarım...
aşkın sözü geçmiyor artık hayatım üzerinde.
bir zamanlar nasıl da
bar tabureleri üstünde kur yaparken,
acemiliğim,
çekiciliğim kadar etkili.
çekiciliğim,
yeni şiirlere gebe...
seviştiğim her kadın,
daha derinine sapladığım bir bıçak,
ruhumun sırtına...
sırıtıp dururken şimdi bakıp kafiyesine,
neden ille de aynı şarkıyı çalar radyo istasyonları?
inadına üstüne gelir gibi,
durmadan içine gömüp,
kaçtıkların...
tutulamıyor artık hesapları bu yüzleşmenin.
oysa yeter diyordun bir küçük sevgi parçası.
seni seven başka bir insan.
yetmiyormuş!
sorun yanlış yerde aranmış.
ve yanlış teşhisler konmus bu yalnızlığa...
şimdi neresinden geriye dönebilirsin yanlışlarının?
dönsen de ne kadar doğru olacak?
yeni baştan yaşayacakların...
anlaşılmaz sözlerimi tercüme etmeye çalıştıkça,
Türkçe'ye olan ihanetim büyüyor...
başka bir dil var mı anlatabileceğim?
yoksa yaşadıklarım,
bu güne kadar hiç bir dilde söylenemeyen mi?
durup durup ıslanmadığı içindir belki de yanaklarım,
bu kadar kuru ve yaralar içinde.
bir kız çocuğuna sevdirmediğim içindir,
içimde ki et parçasına
'kalp' diyemiyor oluşum...

satır başı
yapınca öteleniyor mu yaşayacakların?
günü gelmiş borçların...
daha dibe inebilirmisin?
yoksa en derinde içine çektiğin bu duman!
geri vermeden önce arasına
canını ekleyebilirmisin?

aklı selim bir insan olamadığım için,
akla zarar işlerle meşguliyetim.
paramparça bir hayat!
ne kadar elini bastırsanda üstüne,
durduramazsın o kanamayı.
gözlerimin içine bakıp durma artık!
hayata dair en son ışıltılarım,
içimde ki karanlığa tutulsun...
yaklaş dudaklarıma.
fısıltılarım,
senin olsun...

bilinç kaybı...

sarhoş olamadığım için,
bu kadar mutsuzum belki de...
bir türlü kaybedemediğim bilincimin,
durup durup içimi kanatmasından yorgun,
durup durup içimi yakmasından müzdarip,
maktülu benim bu cinayetin.
fail diyerek hakkında soruşturmalar açılan.

yorgunum,
bir türlü kaybedemediğim bilincimin,
durup durup aynada yüzüme bakmasından...
akıl almaz kurgularım arasında,
kelimelerim ve aşkım,
ve sevdam,
ve sen,
'kadın'ın sözlüğümde ki karşılığı,
aklımın içindeki yansımaların...
bir telefon çığlığıyla yanımdan kopup giden.
bir otel odasında tek başına,
bırakılan olmaktan yoruldum...
dağınık bir yatakta ki
dağınık bir beden...
aklımın bana oynadığı
en güzel oyunlardan biriydin sen.
gittiğinden beri yorgun,
bilincimi yitirememekten dolayı umutsuz,
ölmek istiyorum...
ama bunun nasıl olduğunu bile bilmeden...
çoktan öldüm belki,
senden sonra,
dağınık bir yatakta,
üstü örtülme gereği bile duyulmamış,
bir beden...
açık kalan gözlerimi
hangi parmaklar kapayacak?
ve hangi gazete sayfasıyla örtecekler üzerimi?
yakmalısın belki de,
yeni bir aşk doğmamalı benden sonra,
küllerimden...

kapsama alanı...

cevap ver dünya!
avazım çıktığı kadar bağırıyorum.
çekmiyor burada telefonlarım.
oysa ki yüzde 93'ü kapsama alanındaydı bu nüfusun...
yüzde yedilik şanssızlığımın sorumlusu kim?

cevap ver dünya!
bitiş düdüğü kimin elinde?
yaptığımız imla hatalarını düzeltmekle sorumlu tutulan kim?
avrupa insan hakları mahkemesine taşımalı bu davayı,
ölüyorum ve sorumlusu benim.
kendimi idamla yargılamak istiyorum!
tazminatım ruhum olmalı.
yaptığım pazarlıkların sonuna geldim.
ve blöflerimi yemiyor artık şeytanım...
ırzına geçilen bir bedenin sahibi olmakla,
ırza geçen olmak arasında ki
yedi farkı kim gösterebilir?

cevap ver dünya!
sabrım tükeniyor.
vaat edilen uyuşturucuların yetmediğini gördükçe,
daha bir sıkılıyorum olan bitenden.
kapadım bütün alıcılarımı,
ruhani varlıklardan medet umuyorum...
ilahi bir güç
ciğerlerimde ki küfrü söker alır belki,
almazsa da canı sağolsun.
koyu kahverengi bir takım elbise içinde,
yeni traş olmuş,
soluk benizli,
ceketinin sağ iç cebinde konyak şişesi,
sol iç cebinde vesikalıkları,
yaşarken
bu dünyaya ait bıraktığı son izleri...
cevap ver dünya!
uzun süredir yanıt alınamıyor.
ve bir şehir efsanesine dönüyor
umut dolu şiirlerim...
aklımın ucundan bile geçmezdi,
kapatıp aklımı
kendi içime gömeceğim,
kayıp bir ruhun,
yakıldıktan sonra rüzgara savrulması gereken,
küllerini...

ayrılık günleri...

ilk gün,
kalabalıktı geçti gitti...
zaten toplasan bir gün ediyordu hepsi...

ikinci gün,
'neyin var?'sorularına maruz bırakıldım.
-bi'şeyim yok...hiç bi'şeyim yok!
-neyim varmış?
sizin olduğunu yerden bakınca,
ne görünüyor bende?
-sakinim, sözlerim var söylemediğim,
-cebimde bir kaç lira,
limitli bir kredi kartım,
iyi bir işim var.
ama huzurum yok!

üçüncü gün,
ona buna sardım.
tozlanmış raflara,
düzensiz masalara taktım kafayı.
gecesinde içmek için,
hiç olmadığı kadar geçerli bir sebebim vardı,
içtim!

dördüncü gün,
kimse bulaşmadı bana...
kendi halimde bıraktılar.
hazırlanması gereken raporlar vardı,
çıkarılması  gereken iadeler.
ay sonu tutturulması gereken hedefler,
ama çokta umrumda değildi...

beşinci gün,
güneş doğarken
erken kalkıp traş oldum.
üzerime fiyakalı bir gömlek ve ceket.
görenler üzerimde iyi durduğunu söylediler.
telefonda konusurken bile sesim
iyi geliyormuş.
kime aşıksın sorularına maruz bırakıldım.
sonra sen kapıdan giriverdin.
yüzündeki o çocuk gülümsemesiyle.
günaydın derken,
geç kalmıştın.
çoktan aydınlanmıştı dünya.
ve bıraktığım yerden devam ettim,
sevda türküme...

Çıplak Ses - Susma veda ederken

15 Kasım 2013 Cuma

Tanrı'ma...

ruhumu istila eden bu vurdumduymazlık.
aklımı uyuşturmak için belki de,
içimi kapatışlarım,
içime..

ölüyorum tanrım!
bunu zaten biliyordun...
gorevimi yerine getiremediğim için üzgünüm.
sanırım bunu da biliyordun...
bana sunduğun nimetler için şükürler olsun!
sunmadıkların için seni affedermiyim emin değilim...
bari hiç bahsetmeseydin...
iyi bir insan olduğumdan emin değilim ki,
iyi bir kulun olduğum için,
içim rahat olsun...
mümkünse acısız olsun,
beni biliyorsun.
dayanıksız bir beden,
fazla alıngan bir ruh.
izleyemediğim bütün güzel filmleri
yanımda almak istesem,
gideceğim yerde canım sıkılmasın diye değil,
anımsayıp gülümseyebileyim...

uyarılarını almıyorum sanma!
zaten bunu da biliyorsun...
şimdi fiyakalı bir laf savurup,
bitirmek vardı ya,
bitmiyor işte.
iznin olmadıkça geçmiyor zaman,
durduğu yerde...
o kadar da kötü değilmiş.
bir kaç ömrü ufaltıp küçültüp,
aklıma sığdırdım.
geriye ne kalır emin değilim.
bir kaç satırım,
kafiyelerim ve benzetmelerim...
kendimi bir yerine koyamadığım için belki de
hayatımın,
kırılan kalemlerim...
infaz saatine ne kadar kaldı?
gerçi,
ne önemi var.
çok mutlu ölmekle,
üzgün ölmek arasında ki farkı
kim nasıl anlar?

adam gibi bir kardeş,
anne gibi bir anne,
ve aşkım olabileceğim bir kadın verdiğin için bana,
teşekkür ederim.
gerisini zaten biliyorsun...
uzun zamandır konuşmuyoruz seninle.
aslında susan benim,
sanırım
suskunluğumu bir tek sen anlıyorsun...

SON

gençtik o zaman
iki yeni yetme aşık gibi.
şimdi ise sustukça daralıyor,
daraldıkça nefes alamıyoruz.
sürekli yeni 'eeee'lerle geçiştiriliyor,
aklımıza gelenler.
söze çevirecek kadar değerli bulmuyoruz.
hatırlasana
yeni tanıştığımız gecelerde sabahlardık,
ne çok anlatırdık,
ne çok dinler...
tahammülsüz değildik şimdi ki gibi...
durmadan birşeyler mırıldanır
sonra birbirimize bakıp gülümserdik.
ne günlerdi o günler...
senin gençliğin,
benim kendini bilmez ukalalığım.
bir hollywood filmindeki ikili kadar yakışırdı birbirine.
zamansız çıkarıldık bu senaryodan,
yerimizi dijital sesler ve görüntüler aldı.
biz ise hala hayalini kuruyoruz,
eski siyah beyaz Türk filmlerinin...
hani sonunda genç kızla genc adam
birbirine sarılır ve ardından
tek bir kelime akardı ekrandan
SON

dijital sevda...

Sevdiğim.
güzel sevgilim...
satırlarımı özlediğinin farkındayım.
ne zamandır konuşamıyoruz...
çıkardığımız sesler
ne kadarını anlatıyor
yaşadıklarımızın...

sevdiğim...
küçük sevgilim
ne çok yıldönumleri biriktrimişiz farkına bile varmadan...
kayıtlarında tutuluyor dijital bir dünyanın.
kavgalar edipte silmeye teşebbüs ettiğimiz
kullanıcı isimlerimiz.
pişmanlıkla durdurmaya çalışıp yenilenen sayfayı,
zamanı geriye alma çabalarımız...

sevdiğim...
satırlarına tutunduğum.
aklımın içinde bağımsızlığını ilan eden.
seni ilk okuduğum günden beri,
kendi rejimime isyan edip dağa çıkan benim!
bir gün dağa kaldıracağım diyerek
yeminler ettiğim,
sen...

kafiyelerini özledim.
beni beklerken o soluk monitör ışığında,
nasıl da dudaklarını ısırırdın.
ojelerin dökülür tırnaklarından,
uykularına teslim olmamak için,
bana uyurdun.
olur da ben gelirim diye ansızın,
açık bırakır kollarını,
dalıp gittiğinde birden uyanır,
konuşmaya çalışırdın,
çocuk sesinle...

şimdi
yanındayım!
yanımda ki
sevdiğim kadın!
ne çok söyledim
ne cok yazıldı bu sevdam satırlarıma.
ben hiçbirine şimdiki kadar bağlanmadım...
vaktimiz dolduysa eğer,
yeni bir canlı bağlantıya imkanımız kalmadıysa,
ve son konturuysa bu,
bize bahşedilen dijital sevdanın,
sevdiğini söyle.
öptüğünü ve sımsıkı sarıldığını...
suya yazılmış bir sevdaydı bizimkisi
ve dalgalara karıştı sözlerimiz.
fırtınasında bir kayboluşun,
bırakma beni...
öptüğümüz ve dokunduklarımızın hatrına,
al beni...
bin kilometrelik bir yolun sonunda bile olsa,
değerdi!
senin tarafından sevildiğimi bilmeye...

14 Kasım 2013 Perşembe

gidiyorsun...

şimdi sen gidiyorsun ya
her sabah beni uyandıran o salak saatin sesi
nasıl işkence edecek kulaklarıma.
ve nasıl zor gelecek
uykusuz gecenin sabahında
uyanmaya çalışmak
uykunun en tatlı yerinde
hele ki rüyalarıma ipotek koyduysan
yine huysuz
yine huzursuz günler başlayacak
ve ben söylene söylene çıkacağım bu evden
bozulacak büyüsü
içinde 'sen'olduğun günlerin...

şimdi sen gidiyorsun ya
durdurulacak saatler.
ihtiyarlamaktan vazgeçeceğim belki
yaşamak ta denmeyecek bunun adına
yine her gece gelip buraya yazacağım ama
bilmeden
okunduğumu
hani bazen karanlığın içine seslenirsin ya
'orada kimse var mı?' diye
anla öyle boşlukta asılacak kelimelerim.
ve ben sınırına kadar getirip
vazgeçeceğim herşeyden...

şimdi sen gidiyorsun ya
tuhaf...
kaybolacak içimdeki şair.
yeni sözler bulamayacak.
sıradan bir adam olacağım
sözlerim ciddiye alınmayacak
başarılarım geçersiz sayılacak
tüm renkleri griye dönecek dünyanın
tüm isteklerim meşgule alınacak
ve ben
bundan rahatsız bile olmayacağım...

şimdi sen gidiyorsun ya...
gitme...
gidersen yine de hayat devam eder
selam verir beni tanıyanlar
şakalaşıp eğleniriz.
hatta toplanıp arkadaşlarla
felekten geceler çalarız.
ama sen yine de gitme...
gidersen geçer kalbimin çarpıntısı
bir daha atmaz diye korkuyorum...
gitme...
daha yeni başlıyorduk
sen resmini çizecektin
ben yazacaktım
hikayesini
kimse okumayacaktı belki
kimse bilmeyecekti
ama bir ömür saklayacaktık...

çaresizlik...

isyan gözlerimde,
sözlerimin anlatmaya yetmediği...
yanımda olmasını istediğim
olmadığı için
şeytanla pazarlıklara oturduğum..
bir gün gelse bile anlatamazsın.
içinde büyüttüğün çiçekler
güneşte solmasın.
sakınır saklarsın.
farkına vardığında,
dokunmadığın için soldurduğundur...
umutları ve hayalleri
gercekleriyle karıştırdığın bir hayatı özlersin.
kıyıya vurdukca yalnızlığın,
o'nsuzluğa isyan edersin.
kollarında uyanabilmek düşüncesi varken aklında,
nasıl buz gibi bir yatakta
tek başına uyanabilirsin?
aklına her geldiğinde tebessüm ettiğin,
'sevgilim' dediğin
sevgilin düşüncesi...
hangisi daha zor gelir insana?
sevmek mi?
sevildiğini bilip,
örtbas edememek mi bu acizliği...
her aklına düşüpte sevdiğin
dokunamadığında....

sevi-yorum...

kafamın içinde ki karıncalanmadan kurtulamıyorum.
sözlerim, kelimelerim,
yazdıklarımın ihanetine uğruyorum.
sırtımdaki her hançer kadar ihtiyarladım.
iltihabtan sorumlu devlet bakanı gibiyim.
ama bir türlü görevini yerine getirmeyen.
hakkında açılmıs soruşturmalardan,
dokunulmazlık sayesinde kurtulan...

ayak bileklerinden bağlanıp asılan bir tutsak gibiyim bu dünyada.
tersinden bakıyor olmak düzeltmiyordu,
yanlışlıkları...
seni kıskanıyor olmamın yetmemesi gibi
ve sevi-yorumlar,
baska yorumlara yol açıyordu.
içime çektiğim bu hava,
iliklerimde ki bu hırs,
öfke nöbetleri...
ekseninde bir dünyanın
kopmak isteyipte kopamamak gibi...
topuklarından vurulmuş bir borçlu
ölmesine izin verilmemiş!
çünkü ölürse borcunu ödeyemez,
kadar mantıklı...
yaşaması gerek.
ama yaşamak artık,
'kazanmaya yetmiyor' kadar acizce.
üstü kalmasın o paranın!
çünkü üstü,
hayır işlenmekten daha mühim yerlerde kullanılabilir.
tekrar gelecekmiyiz bu lokantaya?
hangimiz seçti yiyeceği yemeği?
şimdi şikayetçi olanlar kimler?
hesabı veren,
bir türlü mutlu olamayan,
karnı doymayan kim?
iliklerimde ki bu afyonun asıl sahibi kim?
ve hangisi medet umar benim dibe vuruşlarımdan?

aklımın ucundaki,
susma!
bir şey söyle.
biraz olsun yardım et...
gelemiyorum üstesinden tek başıma derken
sen,
kanımı donduran bu soğuk ta nereden çıktı?
ne çok zenginliğim,
seni düşünüp te içebilmelerim...
özgürlük bu mu?
sensin diye beyaz tenli bir kadının kollarında,
ayılabilmelerim...
Anlayamadığım
nasıl bir rüya bu
bir son mu?
davetsizliğim, yüzsüzlüğüm.
bu teninle yetinmeyip
ruhuna sahip olma teşebbüslerim.
susma!
bir şey söyle.
kanımdaki toksin miktarının fazlalığı
ne kadarını ispatlar?
aklımda ki senin varlığının?
en çok seni sevi-yorumlarla yorumlananlar...
mesafelerlemi ölçülüyor bu aşkın büyüklüğü?
yoksa çektiğin acıyla mı orantı kuruluyor?
sustuklarımı nasıl taşıyorum bir bilsen...
susma!
bir şey söyle.
ben yeterince susuyorum.
hem sana
hem bana
yetecek kadar...

veda...

kaybedilmek üzereyken son anda farkedilen..
tüm hissi müdahalelere rağmen
ancak makina yardımıyla hayata tutturulan bir birliktelikti bizimkisi...
şimdi ikimizinde onay vermesi gerekiyor
bu acının bitmesi için...
kısa bir metin altına atılacak iki imza.
oysa büyük bir defterin
birliktelik sözleşmesi için ayrılan kısmına yazılabilirdi adlarımız...
boşa harcanmış yılların telafisi yoktu.
bunu bilmek bile öyle ağır geliyordu ki!
düşünmemek için
bedenlerimizi bedenlerimizle uyuşturup
yorgunluktan sızana dek sevişirdik...
ağladığnı gördüm..
gülümsemeni...
teninin kokusunu içime çektim...
sarıldım sımsıkı yatağını paylaşırken.
küçük bir çocuk gibi
koynunda uyurken
nasıl da huzurla...
seni sevdim...
hazırdın bana tutulmaya
ve ben bunu sonuna kadar kullandım...
şimdi sana ölesiye tutkunum...
öylesine
yazılmış olsun diye değil!
korkularını biliyorum,
arzularını...
isteklerinin ötesinde
ne olduğunu biliyorum...
esmer teninin kıvrımlarını...
dudaklarının tadını..
kapatıp gözlerini uykuya dalarken
nasıl da hızlı hızlı nefes alıp verirdin sen uyurken
ürkek ve masum
nasıl da bütün ömrümün akışını değiştirip
yeniden planlardım...

şimdi soluk bir monitör ışığında
karalanırken boş sayfalar,
bağlılığımız makinalar yardımıyla...
bir telefon
bu kadar mı soğuk gelirdi insan eline?
ve sözler
bu kadar mı havada kalırdı artık?
'seni seviyorum...'
sensiz yaşayabileceğime inanmıyorum...
benim için sadece sen varsın
bir tek sen...
ben hala ellerini tutuyorum sen uykuya dalarken...
ayaklarına kapanıp yalvarmak isterdim şimdi...
ayaklarına kapanıp kölen olmak...

gitmek istediğinin farkındayım..
yorulduğunun..
sonuna geldiğimizin
bu 'biz' olma kavramının...
şimdi ikimizinde onayı gerekiyor
bağlı olduğumuz makinanın fişinin çekilmesi için...
sen çoktan altını imzalamışsın kararnamenin...
ben bana ait kısmını boş bırakacağım...
alıp başını gitmekte özgürsün...
ben
bu köleliliğin düşkünü oldum...
sana tutuldum...

hoşçakal aşkım...

çocukluk...

ben sende,
tüm çocukluklarımı yeniden hatırlıyorum...
telli arabalarımı, misketlerimi, gazoz kapaklarımı...
platonik sevdalarımı,
bir kız çocuğuna tutulup,
avuçlarım terlerken karşısında,
nasıl da konuşamayışımı...
pamuk şekerini,
ama en çokta o şekeri yedikten sonra
ağzım burnum yapış yapış,
annemin söylenip
mendille silmesini...
ıslak mendiller yoktu o yıllarda,
ve kağıttanda yapılmamışlardı...
kenarları desenli, yıkanıp defalarca kullanılan
ve ütülenenler vardı...
her sabah çıkarken evden
annemin katlayıp gömleğimin cebine koyduğu...
hani çok koşup çok terlediğinde
alnını silip
yeniden kullanabileceklerinden...
oysa şimdi aşklar bile kullan-at oldu.
belki de bu yüzden
en çok çocukluğumu hatırlatıyorsun bana.
sana tutuldukça
geçip gitmeyecek diyorum.
ne zaman sana baksam
ve baktığını görsem bana
bir hayal değil bu!
büyümüşsem bile
sana her dokunduğumda
bil ki o avuçları heyecandan terlemiş çocuk
dokunuyor sana...

yaşam destek ünitesi...

ölmesin diye makinalara bağlanmış bir aşktı bizimkisi...
iki bilgisayar ve kilometrelerce uzunlukta kablolarla...
ne dokunuşlarımız gerçekti
ne gerçekleri hayal edebildik
çok güldük
çok eğlendik
dağıldık bazen
sadece en yakınlarımızın yapabileceği kadar
yaktık canımızı
soğuk camlardaki yansımalarımızla seviştik saatlerce
soluk ekrana karaladığımız
kelimelerle
çok alkol aldık
çok sigara...
ne çok uysuzluk
ne kadar solgun suratlarla gittik işlerimize
sinirliydik gün boyu
boşa harcamaktan ayrı geçen saatleri...
sonra akşam olupta
geçince aşkımızın bağlandığı makinanın karşısına
nasıl da sakinleşiyorduk...
karnı acıktığı için durmadan ağlayan
bir bebek gibi
kana kana içiyorduk
birbirimizi...

gerçek hayatımızda yaşatamayacağımız bir aşktı bu
belki de bu yüzden
makinalara bağlanmış,
direnci düşük
şarkılarla şiirlerle takviyeler yapılmış,
bir kaç gün yaşasın diye fazladan
sokağa bile çıkartılmamış,
beden sıvıları bir kez olsun paylaşılmamış...
ama iki ölümlü tenin
hiçbir zaman yaşayamacağı hazları,
akıl almazlıkları
kayıt altına almış...
gerçek olamayacak kadar güzel olduğu için belki de,
gerçek bir aşktan korumuştuk...
yaşam destek ünitelerine
bağlayıp,
sen ya da ben
bir gün vazgeçsek bile
ismi farkı, yaşadığı yeri farklı,
yazdıkları farklı
ama sanki çok eskiden tanır gibi
birini buldukça
hayatta tutmaya devam edecektik...
birisi çekinceye dek
bu makinanın fişini
başka bir tanrının çocukları olmaya
devam edecektik...



13 Kasım 2013 Çarşamba

Yangın Yeri!

yanlış yerde
yanlış zamanda söylenen sözlerin,
toplamını çıkarınca sustuklarından,
sokulurken bedenin bedenime,
alev alev yanan bu ten,
sönmek icin yalvaran,
avuçlarımın arasındaki bu ıslaklık...
ısırırken dudaklarımı
seviyorumlara yeni çaresizlikler eklerken,
kafiyesi tutsun diye belki de
iç çekerken,
ansızın,
içine çekerken nefesimi,
titremelerine anlam ararken,
nasıl da tutulurdum,
sen,
nefes alıp verirken,
kapamışken gözlerini,
gecenin kör karasında,
bulanırken günaha,
şeytan bile arkasını döner bu inkara!
aklımı başımdan alıp gidiyorsun ya
tek başına
hangi cografyanın ikliminde,
buz tutar bu beden,
sokulurken üzerine,
sen...

ölümsüzlük müdür vaat edilen?
bu yüzden mi tanrılar,
bir yüzyıl fazla yaşar,
en çok sevilenden...
bu yüzden mi,
adam,
yarım kalır!
'sen' düşüncesini
içine düşürmeden...
bu kayıp ruhlu şair,
inlemelerini tutarken dudaklarının arasında,
çıkaramadığı sesleri,
benzetmeye çalışır,
en hüzünlü türkülere
karışır...

sen uyurken,
soluk bir ekran ışığında,
yazmaya çalışırken,
başarısızlıklarını,
sudan bahanelere yüklerken...
ne çok geniş zamana sarkar bu tad,
geçmesin diye damağından,
öpmesin diye baska beden kıvrımlarını
susar...
sustukça içinde ki bu yangında,
kavrulup eridikçe,
anka kuşu gibi
seni aklına alıp
yeniden doğar...

Katl-i vacip!

buraya ayrı ayrı yazdıklarımı
alt alta yazınca kafiyeli oluyorsa,
aslında yazdığım şiir midir?
teninde gezinirken bir kadının
dokunduğum her yeri,
örtbas edilemeyen bir şehvetin
tanıklığı mıdır?
tanık koruma programlarından yararlanıp
adı, işi, yaşadığı yeri değiştirildikten sonra
geriye kalan
insanın kendisi midir?
kopup geldiğin bu yerde
taktığın maskelerin,
asıl sahibi hak iddia ederse
bu davaya bakan mahkeme
hangisidir?
gecenin bir yarısından sonra
bahsi geçen sözlerin gücü,
telafisinda zorlanılan
gece tarifesi midir?

susmak gönül işi,
konuşmak hangi gönülsüzün üstlendiği
suçlamanın en adisi!

aramızdaki bin kilometrenin bir bölü bin ölçeği midir?
haritanın yırtıldığı yerinde,
kaybeden yolunu
bu aşkın sahibi midir?

her gün yeniden başlayıp,
geceye taşınan bu ruhsuzluk hali,
gece olunca bastırsın diye icimde ki acıyı,
belki de öldürsün diye mikrobunu
üzerine dökülen alkolün serinliği midir?
parmak uclarından süzülen kimin kanıdır?
dizlerinin üzerine düştüğü zaman bir aşkın
öldürülmesi vacip midir?

12 Kasım 2013 Salı

Lara...

içimdeki fırtınanın üzerine geldin sen,
yoruldum dedikçe
girip kollarıma kaldırdın
sonrasında
gözlerinde gördüm
ne çok beklemiştin sen...
okunsun diye yazdıkların
hep başka gözlerin önüne serildi
senin istedigin gözler
görmezden geldikçe
sen yazmaya devam ettin..
ne çok şiire neden'din sen
ne çok aşkın hayalinde
ulaşılamayan
hep istediğin olmuyor diye belki de
her istediğini
olasılıklarla zehirledin...
yoruldun mu Lara?
çok okumaktan
çok beklemekten...
gelmeyecek biliyorsun Lara!
yarım kalacak bu şiir
ve sen en çok ta
bu yarım'lığın içinde
bir hayat süreceksin...
mutlumusun Lara?
neden hep inceldiği yerinde
kendini bırakıyorsun?
hadi gülümse Lara!
sen kabul etmesende
seni düşünen bir şair
hala hüküm sürüyor buralarda...
geri dönmek için
en geç saatin nedir Lara?
on ikiden sonra
balkabağına mı dönecek
seni yanıma getiren bu araba?
yoksa
sırf sen kalmak istemiyorsun diye mi?
büyüsü bozulur,
öpülmüş kurbağa yüzü kalır geride...
özlüyormusun Lara?
bu özlemek kaç ömür daha tüketir?
biliyor musun Lara?
biliyorsun...
neden hala
bir hayalin peşinden koşuyorsun?

we have got a problem, houston!

sesini duymadan geceleri uyuyamayan kadın,
artık aramalarını meşgule düşüruyorsa,
ya sesinin bir etkisi kalmamıştır üzerinde,
ya da varlığının
varlığında...

bakma sen bana.
gider gelir akıllı oldum bu aralar.
gecenin bir yerinden sonra
yörüngesinde tutunamayan uydular gibi,
boşluğa kapılıp gitmemek için
dünyaya tuhaf mesajlar atan...

hayat?

aklını kaçırmaktan korktuğu için
düşünmekten vazgeçen
ihtiyar adam gibi hissediyorum kendimi...
bomboş bir dünyada
mesai saati bitsin
kartına bassın ve evine gitsin diye beklerken,
gördüklerini inkar edip
konuşma hakkından feragat eden...
ne kadar az kelime bırakırsan bu dünyaya
sen gittikten sonra
o kadar cabuk unuturlar!

saygı duyulası bir adam olamadığım için belki de
sevgilim bile beni terkedip giderken
açık bıraktı ışıkları
uyuyor olmama aldırmadan,
tutup yeni sevgilisinin elinden,
ardına bile bakmadan...

hayat
iki sevgili arasına sıkıştırılmış yalnızlıkların toplamı mıdır?
yoksa çıkartılmasından arta kalan posası mı?
ayrılınca sevgiliden,
sevişirken üzerine sinen ten kokusuda ayrılır mı,
teninden?

çıkmaz sokak...

bekledim seni...
gelmeyince,
ben gideyim dedim
başım alıp
ben gidemeyince
umudu sana bağladım,
boşa çıkan...
ama herhangi bir başka yola çıkmayan
bir evin bahçesine açılan
çıkmaz bir sokaktayım.

seni bekledim
gelmeyince
alıp başımı gideyim dedim
gidemeyince
kendime kapadım yollarımı
sarı plastikten bir bantla
kazı çalışması var diye
levha astırdım köşe başlarına...
o gün bugün
bir yere çıkamayan sokağımda
alıp başımı gidemeyen ben.
yüzüme kapadım sayfalarımı
elimde kazınmış ama
ikramiye kazanamamış bir bilet
içimden koparılmış ama
derin dondurucuda saklanılamadığı için
başkasına nakledilememiş bir kalp.
alıp başımı gittim diyelim..
çıkmayan sokağın ucuna kadar..
seni bekledim
gelmedin
ne anlamı var ki?
o sokağın ucunda
köşesinde
ya da ortasına kazılan iski çukurunda
ölü-yor olmamın,
ölü bulunmamın,
yol,
almamın..
yor-gunum..
günüm,
dünden ağır...
bugün hala kulaklarımda çınlar.
ruhum mitolojik anlam yüklü bir sağır.
ne seni duyar,
ne benden medet umar.
aklımın kaçıklığı doğuştan değil
kaçırılmaya bu kadar müsait olması aklımın,
benim suçum deil
...
neredeyim?
bir ucu çıkar
diğeri bahçeye açılır bir sokağın
park edilemez levhası altındayım..
ve hala caddemin
afet anında birinci derecede ulaşım yolu ilan edilmesine anlam veremeyen,
bir garip bedensizim...
aklımın üzerindeki ellerini çek artık!
son veda zamanlarından yoruldum...
altı sekizlik bir şarkının geçişlerin de
olmamış bu!
denilen kafiye gibiyim
neredeyim...
?

yaşam destek ünitesi

kapımın girişine beyaz bayrak astım
gelirsen eğer bu teslimiyetim
senden sonra
kalan kelimelerimin anlamı yok
gelirsen kafiyesi olur şiirimin
gelmezsen yarısında kırılması gibi kalemimin
anayasa mahkemesi bile düzeltemez bu yanlışlığı
avrupa insan hakları mahkemesinden dönse neye yarar
ben birleşmiş milletlerden iltica hakkı almıs bir mülteci
kanım çekiliyor damarlarımdan
bağlandığım yaşam destek üniteleri
dudaklarının arasından çıkacak bir söze endeksli

yanıtsız çağrı!

aradığınız kişi, çağrınıza cevap vermiyor...

başka kimi arayabilirim ki ben?
kimi aramak isterim?
sesimi duymak isteseydin,
bu kadar sensiz bırakırmıydın beni?
şimdi numaranı tuşlarken
yıkıyorum içimde ki gururdan kaleleri.
sesini duyamamak korkusu
hepsinin üzerinde,
tüm krallığım ve şehvetimin...
başka kimim var ki benim?
kanaması durdurulamayan bir yaraydı çaresizliğim.
alkole bastırırken kanayan yerlerimi,
mikrop kapmasın diye değil,
bir an önce geçsin diye acısı.
aklım fikrim sesini duymadan geçen
iki günlük yorgunlukta.
gülümsuyorsam hala
yüzünde ki makyajını silmeden
sokağa çıkan palyaço edasıyla
yalnızlığım
bir kara delik gibi
tüm beyazları koynuna alıp,
kanını emen bir vampiri gibi hayatımın...
duymak istediklerimden emin değilim,
söylemek istediklerini...
çoktan sonuna gelinmiş bir birlikteliğin,
formalitesi gibi,
sıradan bir hoşcakal'ın
gereginden fazla abartıldığı.
bu kadar abartmak fazlaysa,
bu içimde dinmeyen kanamanın
üzerine hangi kelimeyi sarmalı?

beklemek...

içimde biriktiriyorum,
söylediğin her kelimeyi...
gelirsin diye ezbere aldığım
hayatımın sensiz geçen her saniyesi.
sen gelmeyeceksin diye
geniş zamanlara sarkıyor yalnızlıklarım
ve ben
sen'in içinde olmadığın hiçbir cümleyi noktalayamıyorum artık...
kafiye olsun diye değil
sen
olur da bir gün okursun diye
bildiğim her şiiri sana uyarlıyorum.
okumazsan canın sağolsun...
bir gün aklına gelirim diye,
bütün bir ömrü
sana taşıyorum...

çocuk...

uykum kaplıyor sensizliği.
dayanılması zor geldiği yerde
kırılıyor bedenin sabrı.
saklayamıyorum artık çürüyor kalbim,
satırlarımın arasında...
aldığım her derin nefes
son olacak mı diye endişeyle beklerken,
endişe ettiğim son
gidişinle olacakmış...
şimdi gecenin üçünde karşılıksız çıkarken umutlarım,
gelmeyişinin anlamını tesadüflere yüklüyorum,
arayıp sormayışlarını
kadere havale ederken
ve biterken bu birliktelik
görmezden gelmek yetmiyormuş,
üstesinden gelmeye.
içini çekip sustuğun ilk andan beri,
yazgısından kaçamayan bir fani gibi,
kabullenip yenilgiyi
susmam gerekirdi...
avazım çıktığı kadar bağırdığıma bakma,
başka bir bedende hayat buluyorken sen,
içki şişelerine gömülen
benim aklımdı...
bir türlü seni çıkaramayıp içinden
üstüne kilitler vurduğum
sığınıp yorgunluğunun gölgesine
al beni diye yalvardığım koynuna
almadığın zaman bir cocuk gibi ağladığım...

********

yüzüm gözüm ıpıslak...
her ağladığında
istedigi yerine getirilmeyen çocuklardandım ben.
belki de bu yüzden,
uzun bir süre önce
ağlamaktan vazgeçen...

11 Kasım 2013 Pazartesi

buzdağı

beynim kulaklarımdan akıyor...
söyleyemediklerimi biriktirip,
sade bir törenle toprağa veriyorum.
agladığımdan beri
aklımın ucundan geçen her düşünceden korkuyorum,
yeniden ağlarım diye...
alkol kokan satırlardan sıkıldım.
bir sigara yaksam diyorum,
içime çekemediğim her acının üstüne
toprak atsam... 
karanlık olsun,
ama bana dokunmasın istiyorum.
ağlıyorum,
dünden beri kimseye söylemiyorum.
uyuyorum uyanıyorum
hala gözlerim kan çanağı...
nöbete dikilmiş yeşil uniformaları içinde denizci çocuklar.
ben beyaza bürünmüş bir dünya bekliyordum.
bunun bir geri dönüştürme düğmesi olmalı,
hala aklımın ucundan geçenlere anlam veremiyorum...

yarim..
söyleyemediğim her kelimenin
sorumlusu olarak görme beni.
senden ayrıldığımdan beri
üstlendiğim her suçtan idam yedim!
asılacak kaç dar ağacı var bilmiyorum,
verebileceğim daha kaç can var?

bakışlarına tutunup uçmak istiyorum.
oysa
hala haber değeri taşımıyor,
aşkını ve ona ait ne kadar kelime varsa
sahilden denize bırakan balıkçının,
bir daha suya açılmamak için
ettiği yeminler..

bunun bir açıklaması olsun diye
görüştüğüm bütün bilirkişiler
ya çok meşguller,
ya da daha sonra
bana geri donecekler..
yalan!
rotasında buzdağları kaplı geminin
seyir defterinden daha mı acıklıdır şimdi?
acısı yarınlara paylaştırılmış
bir adamın günlüğü?

10 Kasım 2013 Pazar

uzun vade borçları...

en hızlı cevap buydu belki de,
sen konuş dedikçe
susmalarım...
aklı başında bir birliktelik değildi.
aklımızı başımıza alamadığımız için,
gerçek oldukça istediklerimiz
korktuk...
yaklaştıkça sonuna yorgunduk.
erteledik veda sözlerini.
işimize gelmeyen hangisiydi?
ayrılırken
geride bırakacaklarımızın büyüklüğü mü?
yoksa içimizde açılacak boşluğun
canımızı yakması mı?

yoruldum
fişini çek artık bu makinanın.
düzgün bir kapatılmaya gücüm kalmadı!
uğrayacağım zararların sorumluluğu bana ait.
sen sadece alıp başını git!
yalnızlığım ve anılarımı hesabıma borç kaydet,
ben nasıl olsa bir gün
kapatırım bu borçlanmayı...
sen tadını çıkar bensizliğin,
bende saklı kalacak,
sensizliğin acısı....

tepki süresi...

en verimli çağında,
kırılır şairin kalemi.
belki de bu zaman tutmazlık yüzünden,
çabuk yaşlanır kelimelerin dili.
tutukluluk halinin devamına karar veren
bir hakim kadar üzgünüm şimdi.
suçsuzluğunu ispatlayamasa da
sucluluğu kanıtlanmamıs bir zanlının
davasına bakan...
ya da doğrultup tabancasını
ateş etmeye hazırlanan
bir polis gibi kararsız.
ardına bakmadan kaçan bir adamın,
'dur' ihtarına uymayan üstelik!
hangimiz
hangi ihtara riayet etti ki hayatı boyunca,
şimdi bir ihtarımızı dinlemiyor diye,
belki de hızlı yanıt veremiyor diye,
tepki süresi düşük bir monitör gibi,
ki bu tepkisizliğin bedelini ağır ödeyecek...

kadının,
aşık olduğu adamın tepkisizliğinden yorulup,
alıp başını gitmesi gibi...
etkileri çok sonradan ortaya çıkacak.
mutsuzluk kene gibi,
yazılan her satıra yapışıp kalacak.
kanamalı bir hastalığa dönüşecek,
kangren hatta!
kesilen uzvun büyüklüğü
akla zarar sayılacak
bitecek belki birgün
insan alışacak
bir daha ne zaman?
ilk sevdiği kadar derin,
damdan düşer gibi
başka bir insan evladına vurulacak?

hem suçsuz...hem güçsüz...

peki...
madem ki hazır degiliz buna
yanlış zaman
yanlış mekana kurbanız
sessiz kal...
nolur
yorma beni
genç değilim ki sevgilim...
ne yeni bir hayal kurmak için
ne de kapılıp gitmek
eski bir rüyanın rüzgarına
bakma bana demek geliyor içimden
ama
n'olur bakmaya devam et
kayalıklarında parcalanırım yoksa
ışığın olmadığında...

dokun ve unut!

bir resim uzağındayım senin
bir çizgi ötende...
kalemini oynatsan
bırakılacak bütün tutsakları aklımın
bir sözün yetecek
maviye boyanacak tüm griler.
ve başka bir dünyaya uyanılacak her sabah
kasvetli bir havadan sıyrılıp
küçük bir çocuğun oyununa...
ne olurdu telli arabalarımı saklasaydım hala
atlayıp direksiyonuna
yeni bir hayal alemine yol alabilseydim...
nasılda çocuklaşıyorum yanında
aklım fikrim haylazlıkta
ben artık ne zaman büyüdü deseler
şüpheyle bakıyorum.
ne uzağında duruyorum
ne yakınında
kazayla değse elim tenine
yeniden başlıyorum
dokun ve unut oyununa...
yeniden dokun ve
birşey olmamış gibi
devam et....
ne çok birşey olmamış gibiler biriktirdim içimde
bir gün olursa
korkuyorum
zamanım kalmayacak diye
hepsini yaşamak için...

delilik anı...

okuyormusun hala yazdıklarımı..
saklanıp bir köşeye
izliyormusun beni...
hala bekliyorum...
biraz cesaret değil,
bir delilik anını...
gözgöze geldiğimiz her anı
aklıma kazıyorum...
bu akşam farkettim ki
senden ayrıldıktan bir dakika sonra
özlüyorum seni...

9 Kasım 2013 Cumartesi

bin kilometrekarelik yalnızlık...

dibine kadar eritiyor bu yalnızlık adamı!
kaç bin kilometrekarelik bir boşluktu bu?
avazın cıktığı kadar bağırsan da
duyan yok kendinden başka.
kör, sağır, dilsiz
ölmek böyle birşey mi?
kendin yazıp kendin okumak.
gece üç beş nöbetlerine kalkmak zor değildir askere.
zor olan
gecenin üçünde uyanıpta,
öpememektir sevdiğini
yasal uyarı:
-sigara içmek genç yaşta ölmenize sebep olur!
kimse yasal uyarmayanlardan bahsetmiyor.
sigara içmek katlanılır kılar,
genç yaşta ölmek düşüncesini.
belki de bu yüzden
idam mahkumları,
son yemek yerine,
daha çok düşünür,
son sigarasını ne seçeceğini....

yasal uyarılar
daha uzun yaşamanızı sağlayabilir belki.
ama kim garanti edebilir
daha mutlu yaşayabileceğinizi?

bir koca günün ardından,
gece olurya,
bin kilometrekarelik yalnızlıkta
sevdan olsa neye yarar?
gece başını yastığa yalnız koymakta,
ruh,
kaybının farkında.
kafiyesini zengin tutup yazmakta bir halta yaramıyor,
suskunluğunu uzun tutup,
büyümüş bir adam gibi davranmakta...

can kırığı!

boşalmış koptuğu yerden,
onünde durulamayan çaresizliklerin.
inkar en büyük günah,
yatacak yeri yok bu kimsesizliklerin.
elini üstüne koy demişti kadın,
açtığı kanamalı yaranın.
takviyeler yetişmez diye belki de
gözlerimin içine bakarken ki merhameti.
serzenişleri havada yankılanır.
uğradıgı haksızlıkların akıbeti
ağlama dönmez artık
kristal bir avize düşer yere
sesi yankılanır boşlukta
tutulduğun guzelliğimidir?
yoksa kırılmanın şehveti mi?
avuçlarında...

son anlarında ayrılığın,
suskunluğum
söyleyecek birşey olmadığı için değil,
soyleyecek daha iyi birsey olmadığı için!
bu yoksunluk pazarında,
içime ektiğin sevda çiçeklerinin kokusu tenimde.
senden sonra hangi kadın öpse beni,
özlediği aşkı sanacak.
senden sonra hangi kadın,
benim kollarımda,
senin kadar masum uyuyacak?
günbatımlarından şafağa,
öptüğüm yerlerinde
çiçekler açacak...

Deliyim ben!

gögsümün kafesinde sıkışıp kalmış deliliğim.
kelimelerle oynadığın gibi
oynanmıyor bu hayatla.
ada vapurunun yan tarafından sarkarken denize,
yüzüne çarpan serinlik.
her zaman istediğin şarkıyı söylemiyor martılar.
çığlık çığlığa bir seyyar satıcı.
dolu olduğu için
kapısında asılı gitmek gideceğin yere
topkapı minübüsünün...
kaldırım taşı boyamasın diye üstünü başını,
artık kaldırım kenarında soluklanamayışımız
bu kadar mı ihtiyarladık biz?
sen gittikten sonra bol
sıfırlı rakkamlar eklenmiş ömrümüze
bu kadar mı yoksullaştık?
akbil basarken küçük soluk ekranda
kalan para miktarına dikkat edişlerimiz...
gelecek nesillere bırakılacak satırlarımız yok bizim.
ne yaşıyorsak dilimizin ucunda.
yazıya dökülürse eğer bu sözler,
akıp gider sayfanın yırtılmış yerinden.
devraldığımız mirasımız da yoktu bizim,
kulaktak kulağa duyduklarımızla sevda efsanelerimiz.
ne leylamız sarışın mavi gözlü,
nede mecnunlarımızın altında
son model toyota corollalar tek kapılı...

göğsümün kafesine sıkısıp kalmış deliliğim.
hala kanun hükmünde kararnamelerim dikkate alınmıyor.
ve nüfuzlu bir abi bulamadım kendime.
o gün bugün güven pazarlıyorum,
inanç alıyorum karşılığında.
beklentilerin ötesinde planlanamayan bir hayal di bu yaşadığım.
belki de bu yüzden
en beklemediğim yerde bitmek üzere...

gögsümün kafesinde bir hükümlü gibi deliliğim.
aldığım raporlar yetmiyor temyiz mahkemelerine.
dağa çıksam olmuyor,
ovaya insem bu rahatlık ağır geliyor
bahardan mı bilmem
kanım ısındıkça bir kız çocuğuna
kendimden soğuyorum...
sevdikçe küçülüyorum
sevildikçe ağzım kulaklarımda...
bir vapurun yan tarafından sarkarken denize
yüzümde bir serinlik
bıraksam kendimi diyorum
marmaramın gri sularına
elime sıkı sıkı yapışmıs
19 yaşında bir kız çocuğu eli.
yoruldum diyorum anlamıyor.
sokuldukça sokuluyor susmam için,
başını yaslayıp çeneme
iç çekişlerime tanıklık ediyor.
yoruldum diyorum,
sormuyor bile...
tanıklığın geçersiz diyorum
duymuyor.
aklı fikri şiirlerimde
sana yazmadım diyorum
ağlıyor.
kıyamıyorum...
derin bir of çekip
dalıyorum gözlerinin mavisine...
sana yazmadım diyorum!
tadın bir şiirle geçmez,
bırak,
yazılamayanı ol bu sevdanın,
her yazılan
bu deliliği
o kafeste tutmaya yetmez....

8 Kasım 2013 Cuma

hakkını ver!

hakkını ver yalnızlığının!
ölüyorsan eğer,
her geçen dakikada...
seviyorsan eğer sevgilim dediğini
bırak gitsin,
sevdiğinin kollarına...

hakkını ver yalnızlığının!
kolay kazanılmıyor bu zaferler.
yıkıntılarında çiçekler açmaz her zaman,
kundaklanıp küllenen binaların.
umut vaat etmez şeytan her zaman,
ruhunun karşılığında.
seviyorsan eğer sevgilim dediğini
bırak gitsin,
ona sevgili sıfatını vermeyi
daha çok hak edecek birinin kollarına...

hakkını ver yalnızlığının!
sarktığın uçurumların,
yaşadıgın fırtınaların, hiddetinin,
yorgunluğunun ve yenilgilerin,
düştügün yerden kalkamamalarının,
geriye sarıp sarıp dinlediğin şarkıların,
bir türlü üstüne koyamadığın yazdıklarının,
her şeye rağmen
yaşadıklarının hakkını ver!
gözlerini ve burnunu sil
bırak şikayet etmeyi.
seviyorsan eğer sevgilim dediğini
bırak gitsin
ve yaşasın
bunca zaman senin isteyipte yaşatamadıklarını.
başka bir adamın koynunda sabahlasa bile,
bileceksin!
senden sonraki hayatında
daha mutlu olacağını...

kör ve dilsiz...

tutkusundan yorulmuş
tutulmak suçundan müebbet yatarken
şehir içi bir eşkiya havasında
fiyakam,
burdan yüz metre ileirde biter.
sözlerimin hükmü daha kısa
bir yabancıya alışıyor şimdi tenim
bu sözler kimden alıntı?
dibine kadar mı süzüldüm?
durmuş bir saat bile günde iki kez doğrudur.
kimse görmese de
her rengin olsa neye yarar karanlıkta?
ve hangisini anlatabilirsin bir köre...
oynamak icin arandığım
üstümde iyi duran bir rol
bana verilen
üçüncü sınıf bir figuranın repliklerinden ibaret
hadi şimdi unut bunları
nasıl da titrerdim duyduğumda sesini
tutulur konuşamaz
tutulur bakışlarına
bakamazdım
bu körlük
bu acizlik
hala ne buyuk nimet
şükrederken ellerimi açıp tanrıma,
parmaklarımın arasından süzülüp düşen
senmisin?

akıl yetmezliği...

nasıl bir ölümdür ki bu
paylaştırılmış günlere
ve biz ne kadar içimize atsak
yetmiyor
daha derine gömsek
yolunu buluyor korkular
isyan eski bir ezber
inandığımız tanrı
bizimle konuşmuyor artık
nasıl da yalnızız
aldığımız alko bile
izlediğimiz filmler bile
yetmiyor bize
oynuyor
replikleri ezberliyoruz
hepsi yalan
çok mutlu olmayacagız hicbir zaman
çok iyi bir hayat öyle uzakki
fakirlerin tanrısı var
zenginlerin parası
zenginlerin olsaydı tanrı
fakir kalırmıydı?
çok  mu istedik oysa
sarı saçlı bir kız çocuğuna
tutulmak
avuçlarımızda yeni yaralar
yeni kanamalar
acısı ciğerlerimizde
yeni yanmalar..
hangi ateşin közüydü bu
kim yaktı
şimdi söndürebilmek için
nafile çabalar...
hadi aklım
unut bunları
düzelecek herşey
kaldırıp ahizeyi
çağır oda servisini
o sıcak ülkelerin
beş yıldızlı otel odalarındasın farzet
değiştirsinler çarşafları
sen lobiye in
yeni gelenleri selamla
hadi aklım  unut şimdi olanları
biraz izin ver kendine
bırak
hazır olma çıkacak her soruna
hadi aklım
uyu artık
yoksa korkuyorum
bırakıp gideceksin beni...

sarı gelin...

ne çok anılar birikmiş içinde...
taşıdığın sırların
özlemlerin, arzuların...
ne çok hayaller büyütmüş
dalıp gittikçe baktığın yerlerde
ne görüyorsun?
sarı gelin...

bir kapatma düğmesi olsa diyorsun
şu aklının
acil durumlarda camı kırınız
yorulduğunuz da
bir kenara bırakıp soluklanınız..
ne çok isterdin değil mi?
bir kaç dakika için bile olsa
hiçbirşey düşünmeden
sarmadan birilerine,
sadece sessizlik olsun
çalışıp durmasın o güzel aklın,
etrafındakilere bakıp hikayeler yazmasın
rahat dursun biraz
nasıl olsa bir süre sonra
bıraktığın yerden başlayacaksın
yaşamaya...
çok mu yorgunsun?
sarı gelin...

ne zaman yorulduğunu hissetsen,
azaltıyorsun beklentilerini...
gerçeğe yaklaştırıyorsun hayalleri
ayakların yere bassın isterken
içinde bir yerlerde
tutuşan ateşlerin
alevlenmesin diye
dikkatini başka yerlere veriyorsun...
çok çalışıyor
daha çok yoruluyorsun
istiyorsun ki artık gelsin
vaat edilenler
vazgeçmiyorsun
yine de mutlumusun?
sarı gelin...

şarkılar buluyorsun kendine,
yeni sözler yeni şiirler,
her gün biraz daha erteliyorsun
her gün biraz daha
bu olmasa da olur'a alışıyorsun
gece oluyor sonra,
tek başına kaldığında
usulca kutusundan çıkarıyorsun
kimseye söyleyemediğin
gün boyu kendine tekrarladığın
hayallerin...
nereye kadar gidecek böyle?
sarı gelin...

nasıl da ürkeksin bazen
küçük bir kız çocuğu gibi...
ve nasıl da vahşi bir kedi,
tırnaklarını çıkarmış
saldırmaya hazır
sorumlulukların var
kendinden öncesine aldığın sevdiklerin
hep hayalini kursan da
gidilecek yerlerin
gidebilirmisin?
sarı gelin...

beyazlar içinde bir kadın olmak istedin.
sıyrılıp düşüncelerinden,
özgür olmak istedin.
tutsaklık sandığın,
durulup kalmak mı?
sakin bir hayatın akışında...
özgürlük sandığın,
kaybolup gitmek mi?
kaosun ortasında...
ne çok ikilemler arasında
aslında sen ne istiyorsun?
iki sevdayı bir kalbe,
sığdırabilirmisin?
sarı gelin...

7 Kasım 2013 Perşembe

ayıpsa bile, öp beni...

tutup yakalarımdan çarpsan dolaba,
ve yaslayıp dudaklarını dudaklarıma
nefessiz bıraksan bir kez daha
akşamın bir yarısı
kör koyu bir kalabalıkta
utanmadan
hiç sıkılmadan
alsan beni içine
başka bir boyut
başka bir evren
başka bir dünyada doğursan beni yeniden
teninin kokusuyla uyuşurken
kollarının arasında boğulsam
öyle sarılsan bana
sanki bıraksan,
kapılıp boşluğuna yaşamak telaşının
kaybolsam...
korkum,
senden sonra yeniden ayaga kalkamazsam değil.
sen yeniden gelene kadar
hazırlayamazsam bu bedeni
yeni bir yıkımına,
yangınına...
küllenmiş sayfaları arasından,
mısralar hatırlamaya çalışan
kör kütük sarhoş bir şair
hatırlayamasam da sen öp beni
tut yakalarımdan
çarp bir dolabın kapağına
sil aklımdakileri
yenilerini programla
hatalarımla öp beni
ısır dudaklarımdan
kanımı akıt içine
utanmadan hiç sıkılmadan
ayıp sözleri fısılda
al beni içine
baska bir dünyada yeniden doğur
avuçlarında terlesin ellerim
adım anılsın adının yanında
yoksan eğer
senden sonra kalkamazsam ayağa
üzerinde tek kelime yazılı olmayan
boş bir taş bıraksınlar
baş ucum...

mitoloji...

kayıt zamanı: şimdi
kayıt yeri: ruhum
çağlar öncesinden geliyorum sana
tanrıların birden fazla olduğu
ve insanların hepsine eşit inandığı
zeus henüz o kadar öfkeli değilken
hera şeytanla anlaşmamışken
afrodit tutulmamışken bir ölümlüye
ve eros henüz isabet ettiremiyorken
attığı okları
aklımdaydın sen...
ne çok hayat taşıdım
ne çok hayatta buldum seni
yakıldım seni sevdiğim için
boynum giyotine verildi
asıldım hatta
zani olmaktan
ne çok geldim sana
çağlar öncesinden
ne çok buldun beni
ne çok istedim
bul diye
her buluşmamız
sonuna denk gelmeseydi
yaşadığım hayatların
bu kadar yarım bırakılmasaydık
bunca güzel masal olurmuydu
biz bu kadar birbirimize tutulmasaydık...

kaç'a'mak

hadi sevgili
gel şimdi çağırıyorum...
çıkar üzerindeki
sana yüklenen sorumlukları, beklentileri,
senden istenenleri bir yana bırak...
amaçlarını hayallerini...
gel şimdi
bir parantez aç ve içini birlikte dolduralım..
kafiyesiz, uyaksız, kuralsız...
sadece sen ve ben olsun cümlesinde
öznesi sen yüklemi ben...
sen başla yaşamaya
ben bitireyim
sonra kapatıp parantezi
kendi hayatlarımıza geri dönelim
bir hayal olarak kalsın yaşadığımız
sır tutalım
bir an olacaksa eğer bu yaşayacağımız
buna değer...
sonra giyinip sıfatlarımızı üzerimize
yine siz'li biz'li konuşalım...
olur da dalgınlıkla
gözgöze gelirsek
suç işlemiş küçük çocuklar gibi
masum masum başımızı eğip
önümüze bakalım...

sıkışıp kalmak...

yavaş yavaş kontrolden çıkıyor dünya...
ne sözlerimi tutabiliyorum,
ne gözlerimi
alıp senden uzağa
bakabiliyorum...
aklım fikrim
eksenine kayıyor durdukça..
ve ben sanıyorum ki
seni düşündükçe geçer...
hangi yara kapanmış ki
kabuğunu kaldırdıkça?
sanıyorum ki görmezden gelip
bir şey yokmuş gibi davranırsam
yoluna girer çıktığı yerden...
ne kadar geçmeli ki zaman?
sanki hiç olmamışsın gibi
hayatıma devam edebileyim...
bazen inceldiğini hissediyorum.
işte şimdi şu an
uzanıp dokunabilirim diyorum
ya da çekip kokunu içime
son bir gayret
biraz cesaret
sonra
tutup kendimi
önüme bakıyorum
sanki bana baktığının
farkında değilmişim gibi...

6 Kasım 2013 Çarşamba

kan kaybı

durulan sular mı?
yabancılaşan bahar mı tenime?
bu soğukluk nereden geliyor?
örtbas edilememiş suçların faili kim?
içimde durmadan kanayan bu yaranın...
ne ölüm var sonunda,
ne de şifası.
aklım fikrim fırtına sonrası sessizlikte.
dalgalarından sağ kurtulmayı başarmış,
ama hayata tutunamamıs bir kazazede,
belki de onu rehin alan bir asiye tutulmuş,
kurtarılmaktan çok
tutsaklığa kapılmış.
özgürlüğü esaretinde bulmuş,
yutkundukça
bir türlü boğazından aşağıya inemeyen ne?
actığın her sayfanın,
uyandığın her günün,
tarifi zorlaşıyor artık
yaşlılığın...
kısalan cümlelerin değil,
cevap beklerken attığın her mesajda
azalan sabrın.
aldığın alkol oranlarının yetmemesi gibi artık
yazmak için.
beklediğin muhteşem bir son muydu?
şimdi bu çöküş karşısında ki hezimetin,
elinde kılıcıyla çarpışırken can veren kahramanların anlatıldığı türden değil di bu hikaye...
suskunluğum bundan belki de
içimde birikenler,
tortusunda bir aşkın,
bir türlü söylenemeyenler...
aramızda ki bu mesafe,
parmağım tetiğe dokunamıyor artık.
korkaklığım hakkım değil midir bundan sonra?
cesaret pelerinimde yamalar,
susmak icin çok mu geç kaldım?
şimdi susmak ,
sen konuş dedikçe
içimde dindirilemeyen
kanamalar...

oda servisi

yalnızlık payı,
suskunluklarımın toplamı.
okunan ezanların bir anlamı olmalı.
iliklerime kadar çektiğim bu yoksulluk
ya sen de olmasaydın...

uçları kıvrık saçlarınla
yangından ilk kurtarılacaklar arasındaydın.
oda servisi isteyerek yaşamak varken bir ömrü birlikte
ne bir odamız oldu bizim,
ne de birlikte bir ömrümüz.
parantez içi kaçamaklarımız oldu her zaman
parantez içi özgürlüklerimiz.
yayın saatlerini aşan bir sevdaydı artık bu
bitmesi gereken zamanın ötesine geçmiş.
sıradan bir insan aklının almadığı,
ve telaffuzlarımın yorulduğu.
alkol birikintilerinde boğulmak üzereyim.
damarlarımda gezinen sensizlik,
ben hala sensiz bir şiiri bitirmekten aciz
üstünü örtüyorum çirkinliklerimin.
hayaliyle seviştiğim kadın.
elimde avucumda ne varsa harcadım
yeni başlangıçlar yok artık,
ben en son bahsimi
senin üstüne oynadım...

5 Kasım 2013 Salı

hayal

uyu artık...
aklında türlü sorular
cevapları yok biliyorum
vardığın her yer
yeni bir yokluk çıkartacak karşına
buldum dediğin
yeni bir kayıp
çok kurup
çok düşündüğün
incelir mi bu kopsa bir yerinden
kopmaz
sen bitti sanırsın
o yeni başlıyordur
sen başladım dediğinde
o çoktan üstüne örtüyordur
yeni keşke'leri
yaşayamadıklarının...

sarı gelin...

ne guzel bir hayaldin sen
gercek olamayacak kadar
sarı saçlı bir gelin
beyaza bürünmüş
hayallerimden sıyırıp almak ister gibi beni
ne çok keşkeler büyütmüş içinde
gülümserken
nasıl da güzel
değmemiş tenine güneş
aklına tek bir söz
ne yazsam yetmiyor anlatmaya
sarı saçlarıyla bir gelin
hüznünü hüznümle yarıştırırken
nefesim yetmez benim
gücüm tükenir az sonra
bunca yıl yaşamak
ağır gelir her insana
ne çok masal dinlemişim ben
masalları gerçek sanacak kadar
şimdi dileğimi sorsan
rolleri değiştirelim derdim
senin yanında oturup imzayı atacak olan
benim yerime geçsin
ben
senin için
istediğini seçebileyim...

kayıt zamanı şimdi...

bir hayata kaç aşk sığar?
bilmiyorum ama,
yarım bırakılmış bir aşk,
yeniden dünyaya geldiğin de bulur seni...
takvim tutmazlığını hesaplayamıştık belki,
belki çok beklemiş
çok yorulmuştuk başka sevdalarda.
sonra tozlu bir istanbul sabahında
farkında olmadan hatta
yeniden tutulmuştuk...
konuştukça
eski bir dostu anımsar gibi
hatırlamıştık
bir kaç hayat önce
yarım bırakılmışlığımızı...
bu yüzden belki de birbirimizi bulamadığımız her hayat
biraz eksikti
biraz yordu bizi
farklı yerlerde
farklı insanlarla büyüttük kendimizi
ama hep aynı insan kaldık
o hep beklediğimiz
unuttuğumuzu sandıkça
rüyalarımızda gördüğümüz
hani uyanınca bir türlü anımsayamadığımız
o en güzellerini....
takvim tutmazlığını hesaplayamadık belki
belki en yanlış zamanda
en yanlış yerde
yeniden bulmuştuk birbirimizi...
belki de hiç bir zaman itiraf edemeyeceğimiz
'seni bir yerlerden tanıyorum..şimdi hatırladım'
diyemeyeceğimiz...
çünkü hala susuyoruz
konuşmak istediklerimizi
ne kadar görmek istesekte
bakamadığımız gibi

üstü kalsın...

hazırlıksız mı yakaladım seni?
bu kadar mı sürprizdim senin için?
yoksa korkuyormuydun bir kez daha?
terkedilmekten...
bir ılık bahar rüzgarı gibi esip geçerken teninden,
hayatında bir anı olarak kalmanın sorumluluğunu
bir kez daha taşıyabilir miyim?
ellerimdeki yorgunluk izleri,
kırık bir kadeh dolusu şarapla tazelenir mi sence?
içimdeki gençligin ateşi...
dokunduğum her yerin,
en kutsal emanetim benden sana.
sakınıp saklayacağın
bir gün sorarlarsa
duymazdan gelip konuyu değiştireceğin...

ruhuma karışıp kaybolduğun,
ya da benden ögrendiklerinin karmaşası
benden sonraki hayatında ki
bu iç savaşların
ben arzularının dalgaları arasında
pusulası bozulmuş bir kayıp
mavnasında teknemin ışıltılarınla
çiçekler açtıransın zamansız
ardından solduran umutlarımı
üşümesi gibi kasım soğuğunda
asfaltın üzerinde yatan bir ihtiyarın...

senden kalan iki satıra
ve bir kac cümleye sarılan
bir ucube gibi yoksulluğum
benden sonra tozlu raflarında
kurutulmus gül yaprakları
kitaplarının sayfaları arasında
bir gün özlersin
dokunur tenine çatlamış dudaklarım
ardından sabah olur uyanırsın
yeni günün getirdikleriyle hayata
yeni bir yok oluşa yol alırsın
gülüp geçerken
pencereni açtığında duyduğun
gül kokularına...

bana senden kalan
bir kaç film karesinden ibaret
renkleri solmuş yanık izleri dolu
hayallerimin ardından
sana dair'lerim
tüm arzularım ve hırslarımdan seni çıkarınca
ne kadar da çaresizmişim...
söylenecek o kadar çok şey vardı ki
yaşanacak onca zaman...
paylaşacaklarımız zamanımızın yettiği kadar
alacaklarım sende kaldı
bende bıraktıkların ağır geliyor artık
emanetlerini sana ulaştıramadan düşersem eğer
beni affet
yoruldum maviliklerinde kaybolup durmaktan...
kıyılarına vuran bir ceset olursam eğer,
tanınmayacak halde olmayı dilerdim.
aklına düşerimde hatırlarsan diye,
başkası gibi yazıyorum artık.
başka bir kadına tutulmuş gibi
tenimde yabancı izler
ruhum girdabında kayboluşların
benden sana arta kalan
hırçın dalgalarında çırpınışı
acemi bir balıkçının...

4 Kasım 2013 Pazartesi

boş kağıt...

teninin her bir kıvrımını ezberlemek isterdim..
sonra bana istediğin yerden sor.
cevaplayamazsam eğer,
bu kağıdı boş bırakır
altına imzamı atar giderim...

yoksun'luk!

yoksun sen.
solmuş monitör ışığında gözlerimi yorup duruyorum.
sorularım üst üste geliyor,
sanki cevaplayamıyor oluşuma inat
belli etmemeye çalıştıkça kendime
güçsüzlüğümü
inatla çalısmadığım yerden soruyorlar

yoksun sen
gücümü sınıyor gibi şimdi bu yoksun'luk
en son sana ne alacağımı sormuştun.
sana verebileceğim ne vardı ki
kendimden başka...

yoksun sen
ne zaman yazmak istesem,
sesini duysam geçer dediğim,
artık sesini duyma lüksüne bile sahip olamadığım...
yoksun ya
sıradan bir güne bile başlarken
bu kadar zorlanışlarım...

yoksun sen
çok zaman geçti.
değiştirilemeyecek bir kader miydi bu?
en mutlu anında bile gözlerini kaçırdığın,
gözlerimden...
çünkü biliyordun,
çünkü seziyordun
çünkü bekliyordun
dizlerimin üzerine düşeceğimi...

yoksun sen
kelime oyunlarım,
ukala kendini bilmez tavırlarım,
hiç gitmezsin diye
nasıl olsa geçerim diye
zamanında çalışmadığım
şimdi soruları görünce karşımda
ne kadar az bildiğimi,
yazmaya çalışırken
nasıl da çırpınışlarım...
nasıl olsa yanımdaydın sen'lere güvenip
kışlara hazırlayamadım
bu kalbimin ağrıları...

yoksun sen
bomboş şimdi,
son anda yetişip kaçırmamak için uçağını
koşturdugumuz koridorlar...
sabahın köründe uyandırabilmek için seni
yaptığım şaklabanlıklar
canın yanmasın diye
dokunmaya kıyamadığım
dokunamadım diye
içimde susturamadığım çığlıklar...

yoksun şimdi
sesini duymak için
durup durup karnıma ağrılar girmesi...
sesini duysam ne olucak?
buz gibi kalacağım bir telefon kulubesinin ışıgında

yoksun sen
topu topu bir kaç kalp ağrısından ibaretti yaşadığımız.
bir kaç satıra konu oldu.
sustuklarımızın tamamı ertelendi.
zaman geçtikçe,
susamaz olduk.
söylecek kimsemiz kalmamıştı.
avuçlarımızın teriyle ıslandı,
sımsıkı tutarken sevda şiirleri dolu kağıtlar
usulca yanından gectiğimiz bir çöp kutusuna bırakıldı....

büyü

ne sana bakmaya doyabiliyorum,
ne de gözlerimi senden alabiliyorum baktıkça...
içimdeki kurmuş yerleri tutuşturuyorsun durdukça.
sonra çevirip başımı başka yerlere
merak ediyorum
hala bana bakıyormusun diye...
sonra bir bahane bulup
konuşmak istiyorum
tüm bahanelerim meşgule alıyor
ben aradıkça...
sabırsızlanıp bir çocuk gibi
mızmızlık yapmak istiyorum
şikayet edip halimden
sana gelip konuşmak...
her zaman öpülünce bozulur dediler büyü'ler için.
korkuyorum
bir gün öpersem seni
bozulur büyüsü
bırakıp gidersin diye beni...

3 Kasım 2013 Pazar

anlatamadığım...

ağrı kesici takviyelerle
uyanılan sabahların,
edilen tövbelerin hükmü,
ertesi geceye kadar.
akla her geldiğinde bu kaybın
üstünü örtmek için
kısa cümleler kuruyorum artık.
virgüllerim üç noktaya dönüyor...
alıntıladıklarım hüzne.
öyle kolay ki sabah olması şimdi,
başımı yastığa koyar koymaz sızmak.
bir o kadar zor,
yatağın tamamına yayılıp
uyuma düşüncesi...

'sonra' diyerek geçiştirip,
başka bir konuya geçilebilir cinsinden değil bu anlatamadığım
önce çalıp duran telefona bir göz atmalı
gecenin bu saatinde
ya da telefonu sessize alıp
uyuyor gibi yapmalı...
ekonomik olsun diye edinilen hatlardandı bizimkisi de
birbirimiz dışında kiminle konuşsak
dokunuyordu kanımıza....
şimdi yanlış aramalara meze oluyor numaralarımız.
bazen yanlışta olsa karşısındaki
konuşmak istiyor insan
sesi farklı, tadı farklı, gülüşü farklı biriyle.
sonra çalıp duran hareketli şarkıları silip listenden,
daha sakin birşeyler dinlemek istiyorsun.
içinde kopup duran fırtınalara inat.
için geçiyor biraz daha
içini çekerken durmadan
boğazındaki bu tıkanıklık
ileriki tarihlerde buluşmak üzere
not düşüluyor ajandalara
ve bir dipnot:
terslik olmazsa...
sonra tarihi de,
not düştüğün ajandayı da unutuyorsun,
bir çekmecenin tozlu derinlerinde.
tanımadığın kadınlara kur yaparken
suc üstü yakalıyorsun kendini.
rol yaparken, oynarken,
yalanlar söylerken,
utanıyorsun ansızın
susup
gözlerini kaçırıyorsun,
başka bir maviliğin büyüsünden...
sonra iki resim arasındaki yedi farkı arar gibi
sen ve o kadınla aranda ki farkları belirliyorum tek tek....
sanki hepsini bulursam çekilişle kazanıp
telafi edicem bu kaybı...
başka bir mesaj daha düşüyor telefonuna...
başka bir yalnız insan
başka bir yarım hayat
dört işlemden hangisini kullanırsan kullan
hala iki yalnız bir aşka yetmiyor....
hala bir boşluk
baska birininkiyle doldurulmuyor...