27 Eylül 2015 Pazar

düş yorgunu...

bazen öyle güzeldir ki hayat,
tanırsın o maskeyi,
en kirli planlarını saklar...
tutunduğun yerden saldırır sana hayat,
çünkü bilir,
başka türlü yakamaz canını...

mutluluğu yazabilir misin?
bilmediğim yerden sorma bana!
beni sevebilir misin?
tutunduğum yerden,
vurma bana...

dursam uzak,
nereye kadar?
senden ayrı,
geçer mi sonbahar?
tenin düşlerimin aydınlığı,
karanlık yormadın mı beni?

sesin yorgun,
sesin bir sonbahar rüzgarı,
sesin,
herkes sussun!
seni dinleyeceğim...

bir adam bir kadına ne kadar tutulabilirse,
o kadar tutuldum sana...
bir dal neresinden kırılırsa,
oradan kırıldım....

sevdiğim yerlerime vurma!
başka bir şansı yok çaresizliğimin...
bu kadar güçsüzüm diye hor görme,
yeniden
ayağa kalkacak takatim yok benim!

bu kadar çok sevme beni!
doğmayacak günlerin umuduna bağlayıp durma!
kalsın yaşadıklarımız yarım,
ağzımda hala tadı,
diri göğüslerinin..
ve kokusu kadınlığının...
kollarımda başka bir dünyaya uyandığın.
ne çok yorduk kendimizi,
inandırdık belki,
olmayacakların,
büyüsüne...

sahiden olmayacak mı?
seninle sırılsıklam bir düşün altında,
tenin tenimde,
yanmayacak mı?

sevmek nasıl birşeydi?
tutmak ellerinden?
tutamasakta,
sevgili
affeder mi?
alır mı koynuna?
titrerken,
kurumuş dudaklarımdan öper mi?

geçer mi uyusak?
geçmezse,
kaç gün daha,
ağlamak,
doldurur bu boşluğu?
dolmayanları ne yaparız?
başka yalanlarla mı avutacağız?



yetmez...

nasıl bi ironi bu
oysa ben kendimi ihtiyar sanırdım
doymamak nasıl bir duygu billimisin?
aç kalmak
yasayamadıklarına aç kalmak
tadını bilmek
doyacagını bilmek ama yine de ac kalmak
başka tadlar bulursun
başka zevkler
ama yine de doymazsın
aç kalırsın
öyle açım şimdi
sanırım beni bir tek sen
anlarsın....
geçmez
sen geçti diye
başka bir geceye sararsın kendini
bir bagımlı gibi
istersin
istemek yetmez
damarlarına yayılır yoksunluk
teslim olursun
yetmez
ruhunu verirsin
boşuna
ruhsuzluğunla kalırsın başbaşa
yabancı bir bedende uyanırsın her sabah
her gün bir yabancı gibi dokunursun etrafına
yetmez....
bırakırsın kendini bir yabancının kollarına
beklentisiz, umarsız...
yeni bir sabah olur
yeni bir sabah, yeni bir sen etmez!
kırılır direnci ruhunu
vazgecmek istersin
ansızın biri gelir tutar yakalarından
izin vermez...

24 Eylül 2015 Perşembe

3 ve 4

3.
10.30
Anahtarını kapının kilidine yerleştirip çevirdi. İçeri girdiğinde kalem hala olması gereken yerde, halının üzerinde duruyordu. Yatak odasına gitti. Telefonunu yere düşürmüştü. Eline alıp tuş kilidini açtı. Ekranında 8 cevapsız çağrı ve bir mesaj olduğunu gördü. Çağrılardan 4 tanesi Mehtap’tan gelmişti diğer dört çağrı ise daha önce kayıt etmediği yabancı bir numaradan. Sonra mesajlar kısmına geçip gelen mesaja baktı. Cevapsız aramaları yapan numaradan geliyordu.
‘Programlamada hata var. En kısa sürede görüşmemiz gerekiyor. Bu mesajı alır almaz beni mutlaka ara !’
‘Nasıl yani…’ Saçma bir mesaj olmalı diye aklından geçirdi. Belki de yanlışlıkla kendisine gönderilmişti. Silme tuşuna bastı, telefonu masanın üzerine bırakıp bilgisayarının başına gitti. Bilgisayarının düğmesine basıp açılmasını beklerken yerden kalemi aldı. Bilgisayar fanlarının uğultusu bir an yükselip azaldıktan sonra monitöre görüntü geldi. Bilgisayar tamamen kendine geldikten sonra maillerini açtı. Üye olduğu birkaç forum sitesinden gelen mailler dışında gönderenin isminin görülmediği bir mail daha vardı. Herhalde bir reklam mailidir diyerek silecekti ki yanlışlıkla silemeden açıldı.
‘Az önce olanları sende gördün ve tamamen gerçekti. İnanmıyor olabilirsin. Sana bu konuda açıklama yapabilmem için yüz yüze görüşmeliyiz. ‘
Bu bir şaka olmalıydı. Dersine girdiği sınıflardan birindeki bilgisayarla arası iyi olan bir öğrencisinin düzenlediği iyi tasarlanmış bir şaka diye aklından geçirdi. Mailin gönderilme saatine baktı. 02.15 dün gece uyumadan hemen önce gönderilmişti. Bunu daha önce duymuştu. Bilgisayardan iyi anlayan bazı bilgisayar korsanları bilgisayarına girip senin kameranı açıp seni izleyebiliyor hatta kişisel bilgilerine ulaşabiliyordu. Kamerasını kontrol etti. Monitörün üzerinde duruyordu. Evet, Evet kesin o çocuklardan birinin işiydi. İyi de bildiği kadarıyla okuldaki en popüler ve sevilen öğretmen O’ydu neden böyle bir şey yapsınlar? Maili silinenlerin arasına gönderdi.


Son birkaç senedir ilgi duymaya başlamıştı bilgisayarlara. Bunun en büyük nedeni de Nadir’di. Çocukluk arkadaşı. Aynı mahallede büyümüşler, askerlik görevi yollarını ayırana kadar nerdeyse her şeyi birlikte yapmışlardı. İlk sigaralarını birlikte Bakırköy sahilinde kayalıkların üzerinde içmişler, ilk flört ettikleri kızlar bile kardeş ve birbirlerine çok benziyorlardı. Ahmet üniversiteyi kazandığı zaman Nadir gereğinden fazla uzattığı liseyi bırakıp askere gitmiş, askerden gelince vakit kaybetmeden iş hayatına atılmıştı. İlk işinde bir klima fabrikasında imalat bölümünde çalışmış kısa sürede kendini gösterip şefliğe kadar yükselmişti. Yaklaşık on yıl kadar çalıştıktan sonra büyük bir bilişim firmasında bilgisayar departmanında görevlendirilmek üzere iyi bir teklif almış, burada da yeteneklerini geliştirip sayılı bilgisayar programcılarından biri olmuştu. Liseyi bile bitirememiş birinin bu denli yükselip kendini geliştirmesi bir tezat oluşturuyordu ama zekâsı ve yetenekleri tamamlayamadığı eğitiminin bütün eksikliklerini gideriyordu. Lisedeki birçok inek tabirli arkadaşları üniversitelerin en iyi bölümlerini kazanıp yıllarca işsiz kalmıştı. Ama Nadir, sabırlı ve üretkendi. Okul dönemlerinin aksine herkesten çok çalışıyordu. Yaptığı işi seviyordu ama okulla arası hiç yoktu. Oda sevdiği işi yapmıştı.
4.


Bir sene kadar önceydi. Ahmet bilgisayarına bulaşan bir virüs yüzünden illallah etmiş, paraya kıyıp yeni bir bilgisayar almayı bile göze almıştı. Nadir’i, fikrini sormak için aradığında ise reddedemeyeceği bir teklif almıştı. Bir gecelik konaklama ve birkaç bira karşılığında yeni bilgisayar masrafından kurtulmak! Aslında bu bir süredir görüşmeyen iki arkadaşın felekten bir gece çalması için bir mazeretti, onlarda değerlendirdiler. O dönemin en yaygın ve etkili virüslerinden biriydi bilgisayarına bulaşan. Basit ama etkili bu virüs bulaştığı bilgisayarın sistem dosyalarına bulaşıyor, kullanıcı internete bağlandığı anda devreye girip, kendi kaynak kodu üzerine bir satır ekleyip karşı tarafa gönderiyor. Karşı tarafta, bu virüsün kopyasının bulaştığı diğer bilgisayar bu yeni gelen dosyayı alıp üzerine bir satır daha ekleyip başka bilgisayarlara gönderiyordu. O an internette olan bütün virüslü bilgisayarlar aynı şekilde davranıyor ve birkaç dakika içinde bu küçük dosya binlerce bit boyutlarına ulaşıyor. Hem çalışan bilgisayarı ölümcül derecede yavaşlatıyor hem de internet trafiğini arttırarak bağlantıyı kopma noktasına getiriyordu. Bu trafik yoğunluğu geniş bant internet bağlantılarını çökme noktasına getirip, bulaşmış olduğu bilgisayarın işlemcisi ne kadar güçlü olursa olsun yavaşlamasına hatta fazla ısınıp yanmasına yol açabiliyordu.
-Bu makinanın internet kablosu nerde?
Nadir vasfında birinin sormaması gereken bir soruydu bu diye aklından geçirirken aslında bu sorunun cehaletten değil de onu sınamak için kullanıldığını fark edip bir an duraksadı Ahmet
-Meydey meydey, cevap ver kule tamam!
-Tamam, anladık!
Uzanıp modemle bilgisayar arasındaki kabloyu yerinden çıkardı.
-Sana yıllardır söylüyorum. Bırak bu külüstürü artık. Sana ucuzundan iyi bir bilgisayar toplayalım.
-Bana bu yetiyor. Senin gibi günümü bunun başında geçirmiyorum. Benim için internete bağlansın, ders notlarımı düzenliyeyim, arada bir müzik dinliyeyim bana yeter. Ha bir de arada araştırmalarımda bana yardımcı olsun
-Ne araştırması?
-Akademik konular. Genelde bölümümle ilgili makaleler falan.
-Hayırdır? Bu yaştan sonra başımıza profmu kesilicen?
Nadir’in sokak ağzıyla konuşmasının nedenini hep lise terk olmasıyla bağdaştırıyordu ama bariz bir şekilde bunun eğitimle değil de O’nun karakteriyle ilgili olduğunu biliyordu. Lise değil birkaç üniversite de bitirse, 60 yaşına da gelse, en elit ortamlarda da bulunsa o hep aynı Nadir gibi konuşacaktı.
-Yo hayır, sadece araştırmayı seviyorum.
-Dur dur yoksa sen gece yarılarına kadar tanımadığın kadınlarla chat mi yapıyorsun? Cevap verme! Ben şimdi senin son birkaç aydır nerelere girdiğini anlarım.
Suratında beliren kötü adamlara has sırıtmasıyla klavyeyi kendine doğru çekerek ellerini tuşların üzerine uzattı. Usta bir piyanist gibi hafifçe parmaklarını oynatıp sanatını icra etmeye hazırlandı. Birkaç saniye sonra ekranda onlarca pencere açılıp kapanmaya başladı. Sağ eli farenin üzerine gidip klavyeye geri dönüyor sol eli ise klavyeden hiç ayrılmadan tuşların üzerinde dans ediyordu adeta. Bir dakika kadar sonra en üstte açılan pencerede bir liste belirdi. Son bir aydır girilen bütün internet adresleri, giriş tarih ve saatleri hatta hangi sitede ne kadar süre kalındığı listelenmişti. Nadir baştan sona bütün listeyi süzüp:
-Hım… Bir rahibe kadar temiz görünüyorsun!
-Benim çamaşırlarımı incelemeyi bırakıp şu illetten kurtulabilir miyiz?
Duyduğu bu sözden hiç memnun olmayan bir tavırla oflayarak ‘’-Okey Dude.’’ dedi. Ekrandaki bütün pencereler bir anda kapanıp karardı. Şimdi ekranın sol üst köşesinde imleç yanıp sönüyordu.
-Dostum bu külüstürün çalışmasını istiyorsan biraz mazot getirmelisin. Yanında mümkünse tuzlu leblebi olmazsa tuzlu fıstıkta olur.
-Tamam, ama ben gelene kadar başlama lütfen.
-Sanki yaptıklarımdan bir şey çakacakmışsın gibi konuştun. Neden seni bekliyeyim ki?
-Bekle dedim sana iki dakika, zaten bir saattir boş boş eğleniyorsun.
İçeriye gidip Dolaptan iki şişe bira çıkardı Ahmet.
-Bardak istemisin? Diye seslendi…
-Gerek yok, sen mazotu getir yeter.
Parmakları arasına iki şişeyi sıkıştırıp diğer eline de leblebi dolu kâseyi alarak arkadaşının yanına geldi.
-Manihaizm’le mi ilgileniyorsun? Diye sordu Nadir.
-Mani ne?
-Manihaizm. Yani Manicilik ((Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında Mani tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.
Sanki karşısındaki Nadir bir dakika önce gitmiş yerine felsefe ve dinler konusunda uzmanlaşmış bir bilim adamı gelmiş gibi hissetti bir an. Kafası karışmıştı Ahmet’in. Ansiklopedik bilgileri sanki okurmuş gibi ezberinden bu kadar düzgün bir şekilde açıklaması, televizyon ekranında unutulmuş dinleri anlatan bir uzman edası katmıştı Nadir’e.
-Bu da nereden çıktı şimdi. Sen bunları nereden biliyorsun?
-Az önce gezdiğin sitelere göz atarken fark ettim. Manihaizm kelimesi çok fazla geçiyordu.
O yığın halindeki liste de bu kelimenin varlığını, daha doğrusu bu kadar çok geçmesini fark etmiş olması şaşırtıcıydı. Daha şaşırtıcı olan ise Nadir gibi biri nasıl oluyor da böyle bir konu hakkında bu kadar bilgi sahibiydi.
-Ne yani birisi benim bilgisayarımdan Manihaizm araştırması mı yapmış?
-Dışarıdan birisi değil. Senin makinanı zombi (Bilgisayar korsanları illegal bir eylemde bulunmadan önce sıradan bir kullanıcının bilgisayarını ele geçirir ve işlerini bu bilgisayar üzerinden görürlerdi. Literatürde bu tür makinalara zombi deniyordu )olarak kullanacak birinin izine rastlamadım. Kaldı ki hiçbir bilgisayar korsanı böyle bir araştırma yapmak için senin bilgisayarına girme zahmetine katlanmaz. Günümüzde bu konuyu araştırmak mevcut yasalara aykırı değil. Bu evde başka kim bu bilgisayarı kullanıyor?
Bir an düşündükten sonra son bir aydır hiç misafiri olmadığını anımsadı Ahmet. Kaldı ki misafirleri gelse bile bilgisayarına pek yaklaştırmazdı.
‘’-Mehtap olmalı… ‘’Deyiverdi. Bu cevabı verdikten sonra yeni sorular kabuğundan çıkmaya başladı aklının dehlizlerinde. Düşünmeden verdiği bu cevap aynı anda başka soruları da getirmişti peşinden.
Mehtap… Ama neden, nasıl? Ne alakaydı Mehtap ve unutulmuş bir din. Mehtap hayatı boyunca tanıdığı en materyalist insanlardan biriydi. Felsefi ve dini konuları bırak araştırmak konuşmazdı bile. En azından kendisiyle.
-Az önceki listeyi yeniden görebilir miyiz? Diye sordu Ahmet.
Nadir angarya bir işi yapmak zorunda kalan inşaat işçisi gibi hissetti kendini. İtiraz etmedi. Birkaç saniye sonra liste ekrandaydı.
-Manihaizmle ilgili adresleri filtreleyebilir misin?
-İstersen hepsini düzenleyip harf sırasına koyup açıklamalarıyla yazıcıdan çıkartayım?
-Bende bunu düşünüyordum.
-Kafamı buluyorsun benimle?
-Hayır ciddiyim.
-Yazıcının fişini tak!
Birkaç gösterişli parmak hareketi ve tuş sesinden sonra eski yazıcı sanki işkence ediliyormuş gibi inleyerek kağıt çekip yazmaya başladı. Toplam üç sayfa.
-Ne yapmayı düşünüyorsun bununla?
-Araştırmak.
-Direk Mehtap’a sorsan?
-Önce nasıl bir şey olduğunu anlamalıyım. Sonra bu ilginin kaynağına inmek için doğru soruları sorabilirim.
-Hiç değişmeyeceksin dimi?
Bunu söylerken kötü adam sırıtması dudaklarına yerleşmişti Nadir’in.
-Plansız yaşayamadığımı biliyorsun benim.
-Bilmem mi? Lisedeki o kız olayını hatırlıyor musun?
-Ama paçamızı benim sayemde kurtarmıştık.
Liseye başladıkları gün binanın 3. Katındaki sınıflarına çıkmışlar, cam kenarında en arka sıradaki yerlerini almışlardı. Ahmet diğer binayı izliyordu. Genelde fırlamalık yapıp başlarını belaya sokan Nadir olurdu. Ama o gün farklıydı. Boş geçen ilk dersin bitiş ziliyle diğer binadan çıkan kızları saymaya başlamıştı. Binadan çıkan 17.sıradaki kıza gidip çıkma teklif edecekti. 18. İse Nadir’in olacaktı. Nadir dünden razıydı bu eğlenceye, hatta gaz vermek için arkadaşına:
‘’-Hadi len… Sen gidip bir kıza çıkma teklif edicen, yeme beni… ‘’Demekten geri durmamıştı.
14…15…16…17… Düz siyah saçlı, beyaz tenli, parlak simli külotlu çorap giymiş bir kız çocuğu çıkıvermişti kapıdan.
‘’-İşte bu kız, ben gidiyorum…’’ Diyerek sırasından kalkıp kapıya yönelmişti Nadir’in şaşkın bakışları altında. Nadir camın kenarına çakılmış kızı izliyordu bahçe içinde. Ahmet hiç sağa sola sapmadan direk kızın üzerine yürümüş, kız bu yürüyüşten çekinip önce arkasını dönmüştü. Ama Ahmet’in kararlılığı karşısında çok fazla direnmeden, bu teklifi düşünmeden kabul etmişti. Kızın, Ahmet’in yanından ayrıldığını görür görmez iki sırt çantasını birden sırtına alarak koşturmaya başlamıştı. Nadir bir an duraksadı. 18. Kız kimdi?
18 ya da 19 çok önemli değildi onun için. Şimdi önemli olan en yakın ve en pısırık arkadaşının bir zafer mi yoksa hüsran mı yaşadığını öğrenmesi gerekiyordu. Ahmet’in arkasından yaklaşıp ensesine bir tokat yapıştırıp kahkaha attıktan sonra sordu:
-Naber Kazanova?
-Kabul etti.
-Nasıl yani olm? Kız seni tanımıyor bile. Nasıl kabul eder?
-Etti işte. Ona olanları öylece anlattım O’da tamam dedi.
-Çıkıyorsunuz yani?
-Hayır çıkmıyoruz.
-Dalga geçme olm benle neyi kabul etti o zaman bu kız?
-Adı Suna’ymış.
-Bu mudur yani?
-Akşam 6 da dersi bitiyormuş.
-Olm bizim ders iki de biticek napcaz o kadar saat?
-Sen 18. Kızla tanışacaksın
Nadirin bir an kafası karıştı. Ne 18’i? Diyecek oldu.
-O kız hangisiydi ki? Ben dikkat etmedim.
-Suna’nın kız kardeşi. Beraber çıkmışlardı kapıdan…
-Hangisinin kapıdan önce adım atarak çıktığını gördün yani?
-Suna önce çıktı. Yoksa onunla konuşmazdım.
Nadir Ahmet’in bu tür ayrıntılara takıntılı olduğunu ve yanılmayacağını biliyordu. İtiraz etmedi.
-Ne zaman tanışıyoruz?
-Akşam saat altıda dedim ya.
Saat altıyı biraz geçerken okulun çıkış kapısında iki kafadar bekliyorlardı. Kızlar gülüşerek onlara doğru yürümeye başladılar.
-Suna, Nadir. Arkadaşım, sözünü etmiştim.
-Sevil, benim kız kardeşim.
Dörtlü grup otobüs durağına kadar yürüdüler. Çok fazla konuşmadan daha çok Nadir’in kötü esprilerine gülmeye çalışarak ve çokça göz göze gelerek…
-Nerede oturuyorsunuz?
-Bağcılar merkeze çok yakın.
-Sizinle gelebiliriz.
Ahmet bu teklifi sunarken Nadirin gözlerinde şimşekler çaktı.
-Olm mahalle maçı vardı hani ona yetişecektik?
Kız gülümseyerek
-Yarın görüşeceğiz nasıl olsa… dedi.
Ahmet itiraz etmedi. Ayrıldılar.
-Kafanı mı çarptın sen?
-Hayır.
-Olm sen böyle değildin bir günde noldu sana?
-Aşık oldum! Deyivermişti Ahmet kendisinin bile beklemediği bir itiraftı bu. Sonraki günlerde işler farklılaştı. Suna’nın başka bir çıktığı olduğunu öğrendiler. Ardından dört tane abisinin olduğunu ve babası dâhil ikisinin polis olduğunu… Ahmet dayak tehditleri almaya başladığında Nadir olaya el koyup Suna’nın çıktığı çocuğun kolunu kırmasıyla sonuçlanan etki-tepkilerin, platonik ve umutsuz bir âşık haline gelen Ahmet’in tüm ayrıntılarıyla Suna’nın hayatının akışını ezberleyip nasıl tesadüfleri kaderinin bir parçası haline getirmeye başladığını gördüler. Nadir takip eden iki yıl boyunca Sevil’le oldukça düzeyli! bir ilişki yaşamıştı. Ahmet ise aksine hep bir mücadele içindeydi. Suna’nın hayatının her köşesine dahil oluyordu ve bunu yaparken sanki kaderin onları bir araya getirdiği izlenimini öyle ustaca veriyordu ki bir aşk masalı çıkartılabilirdi bu hikayeden.
O gün okulu asacaklardı ve devamsızlıktan kalmamak için yok yazılmamaları gerekiyordu. Cuma günü öğlen saatinde din dersine girmişlerdi. Din hocaları Cuma namazlarına gitmesi için çocuklara izin veriyor ve yok yazmıyordu. Okulun müdür yardımcısı bu boşluğu değerlendiren çocukların kaçmaması için okulun arka duvarındaki boşluğun dibinde nöbet tutuyordu. Ahmet din öğretmeninden izin alıp çıkmak istedi. Nadir’in şaşkın bakışları altında sınıf kapısına yürürken Nadir’e kalkması için işaret etti. Nadir şaşkındı çünkü doğru dürüst namaz kılmayı bile bilmiyorlardı şimdi ise Cuma namazına gideceklerdi.
-Noluyo olm, imanamı geldin mübarek günde?
‘’-Sen bana bırak… ‘’Dedi Ahmet. Pusuya yatmış müdür yardımcısının bir anlık dikkatsizliğinden yararlanıp koşmaya başladılar. Yıkık duvarın aralığından eğilip geçerek özgürlüklerine kavuştular. Arkalarından bağıran müdür yardımcısının sesini duymazdan geldiler:
-717 Ahmet yandın oğlum sen geri gelme sakın!
Ağzından köpükler saçan müdür yardımcısını umursamadan tüm güçleriyle sahile kadar koştular. Suna ve kardeşi orda bekliyorlardı.
-Geldin…
-Senin için dünyanın öbür ucuna gelirdim…
Sımsıkı sarıldı kız çocuğuna zayıf kollarıyla. Saçları yüzüne değerken kokusunu içine çekti.
-Seni seviyorum…
Nadir, Sevili alıp uzaklaşmaya başladı. İki kişilik bir oyundu bu ve fazla kalabalığa gerek yok diye aklından geçirdi.
‘’-Herkes böyle söylüyor… ‘’Diye iç çekti Suna
‘’-Ama ben seni seviyorum… ‘’Diretti Ahmet. Kız çocuğunun dudaklarına dudaklarını yaklaştırıp. Onun nefesini içine çekti. İlk defa o gün gerçek bir öpüşmeydi bu ve hayatının sonuna kadar tek gerçek olarak kalacaktı belki de…
Ertesi gün sabah okula geldiklerinde kapıdaki görevli öğrenci ‘717 Ahmet sen misin?’ diye sordu sertçe. Müdür yardımcısı ikinizi odasında bekliyor. Ahmet istifini bozmadan odaya doğru yöneldi.
-Şimdi boku yedik olm. Bizi kimse kurtaramaz. Diye hayıflandı Nadir…
-Sen bana bırak…
Kapıyı çalıp içeriye girdiler. Nadir ceketini iliklemeye çalıştı beceriksizce. Ahmet ise kendinden emin davet beklemeden müdür yardımcısının masasının önündeki koltuklardan birine oturup bacak bacak üstüne attı.
-Sizi disiplin kuruluna göndermeden önce söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Ahmet boğazını temizleyerek
-Aylin Hanım. Dedi
-Ne olmuş Aylin hanıma?
-Her gün saat on ikiyi iki dakika geçerken odanıza geliyor. Odanızın kilidi kapanıyor. Yaklaşık 25 dakika sonra kilit açılıyor ve Nilgün Hanım eteğini düzelterek odanızdan çıkıyor…
-Ne demek istiyorsun?
Müdür yardımcısı kıpkırmızı olmuştu.
-Aylin Hanım vekil öğretmen. Burada kalabilmesi için müdür ya da sizin tarafınızdan tavsiye edilmesi gerekiyor. Sanırım bu tavsiyeyi aldı.
Müdür yardımcısı yutkunarak masasındaki sürahiye uzanıp bardağına su doldurdu.
-Bir şey ispat edemezsin!
-Gerek yok zaten söylentiler çabuk yayılır…
-Hemen bu odayı terk edin sizi küçük piçler! Bir daha görmek istemiyorum sizi…
-Bir daha bizi görmeyeceksiniz zaten. Biz mezun olana kadar bu bizim görünmezliğimiz olacak!
Nadir kafası karışmış ama ellerindeki bu kozdan müthiş zevk alarak arkadaşına göz kırptı. Birlikte kapıya yönelip dışarı çıktılar… Ahmet sanki on dakikadır nefes almıyormuş gibi bir anda nefesini bırakıp derin bir iç çekti. Nadir’in sırtına vurmasıyla öksürüğüne engel olamadı.
-Seni aşağılık herif günlerdir her öğlen saatinde bunun için mi ortadan kayboluyordun?

22 Eylül 2015 Salı

1 ve 2

1.
Tuhaf bir koku alıyordu. Çürümüş elma ya da buna benzer hafif yanık kokusu. Bir süre gözlerini bilgisayar ekranıyla aydınlanmış yarı karanlık odada gezdirdikten sonra karşısındaki monitöre odaklandı. Uzanıp klavyesinin yanında duran, geçen öğretmenler gününde öğrencilerinden birinin hediye ettiği, metal kaplamalı kalemi eline aldı. Metalin serinliğini parmak uçlarında hissettikten sonra elini sağ tarafına doğru uzatıp kalemi boşluğa bıraktı. Nerdeyse aynı anda elindeki serinliğin kaybolmasıyla birlikte, kalemin halıya çarparken çıkardığı sesi duydu. Karanlığın içinde bunu görememişti ama zaten görmesine de gerek yoktu. Duyduğu sesten kalemin halının üzerine düştüğünü anlamıştı. Kalem de, yerçekimi de, halı da görevini yapmıştı. Basit komut satırlarına sahip bir kalem, halı ve yerçekimi tamda programlandıkları şekilde davranmışlardı. Bu zincirleme reaksiyonu anlamaya çalıştı. Etrafındaki her nesne görevlendirilmişti sanki. En küçük atomların bir araya gelip maddeyi oluşturması, o maddenin bir görev üstlenmesi ve diğer maddelerle etkileşime girip yeni bir programın parçası olması. Ve insan aklının bunu algılaması. Özüne inmeye çalışıyordu. En temeline… Proton ve nötronlar.. Artı ve eksi kutuplar. En temel kural buydu belki de. Bir ve Sıfır!
Sandalyesini biraz geri çekip öne doğru eğilirken vücudundaki kanın yüzüne toplandığını, elmacık kemiklerine ve gözbebeklerine baskı yaptığını hissetti. Karanlığın içinde el yordamıyla kalemi ararken parmak uçlarını halının pürüzlü yüzeyinde gezdirip kalemi buldu ve yeniden doğruldu. Yine o soğuk his. Baş parmağı ve işaret parmağının arasında tuttuğu metal parçası, yıllar önce daha küçük bir çocukken oynadığı plastik arabanın telini anımsattı. Gülümsedi, derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini kapatıp parmaklarını hafifçe araladı ve kalemin düşmesine izin verdi. O an için kalemin halıya çarpma sesini duyduğunu hayal etti. Gözlerini açtı. Şimdi görmesi gerekiyordu çünkü bir yanlışlık vardı. Uzun zamandır izlemeyi planladığın filmi izlerken, bir bardak çay almak için yerinden kalkmadan önce sahneleri kaçırmamak için kumandanın durdurma tuşuna basarsın ve ekrandaki hareketli kare o anda donuverirdi. Ekran da ki oyuncunun ağzı açık kalır, koluyla yanlışlıkla çarptığı bardak masanın kösesinden düşerken içindeki su sıçramaya başlar ve bütün damlalar, bardak öylece havada asılı kalır. Şaşkındı. Ahşap masayla aynı hizada boşlukta duran bir kalem. Bir şaka mıydı bu? Usta illüzyonistlerin numarasının inandırıcılığını arttırmak için yaptıkları gibi ama bir yandan da ürkerek elini kalemin etrafında gezdirdi. Görünmez bir iple boşluğa bağlıydı sanki. Bir an için ipi gördüğüne yemin bile edebilirdi ama dokunamadı. Dokunamıyorsan gerçek değildir! Bir ürperti hissetti, ensesinden sırtına doğru inen ter damlasının soğukluğuyla irkildi… Bu ancak filmlerde ve kitaplarda olurdu ya da en azından sıradan insanların başına gelmezdi. Bazen yaşadığı dejavuları, yada abartılı sezgilerini saymazsak, doğaüstü güçlerle kuşatılmamıştı. Şehir efsaneleri abartılarla yüklenmiş sıradan olaylardır diye aklından geçirdi ama hala o metal kalem havada öylece duruyordu. O an aklından fotoğraf makinası geçti. O anı belgelendirmek, hayalle gerçek arasında bir çizgi çekmek… Hareket edemiyordu. Sihirli bir an… Sihir dediğimiz göz aldanması değil miydi? Bu da bir çeşit yanılgıysa? Nefes bile almıyordu. Seslenip içeride uyuyan sevgilisini çağırmayı düşündü. Bir tanık daha istiyordu. Aklını kaçırmadığına, bunun bir hayal ürünü olmadığına kendisini inandırabilmesi için bir tanık! Ya kalem görevini hatırlayıp yere düşerse?
Doğa kanunlarından birinde sorun var diye aklından geçirdi. Bad coment or file name ! Komutlarda bir karışıklık oldu ve program hata verdi. Yerçekimi o an çekmekten uzaktı. Kalem ağırlığını kaybetmiş, düşme görevini yerine getirememişti. Ya bu bir yanılgıysa? Aslında kalem çoktan yere düştü, karanlık olduğu için gözleri bu bilgiyi beynine iletemedi, çarpma sesi ise kulak boşluğunda kayboldu… Peki, bu havada duran nesne neyin nesiydi?
-Tatlım sen daha uyumadın mı?
Yeni uyanmış olmaktan hafif çatallaşmış bu sese karşılık, istemsizce başını çevirdi. O an kalemin halıya çarpınca çıkardığı hışırtıyı duydu. Büyü bozuldu. Öpülmüş bir kurbağa yüzü aklından geçti. Masallarla büyüyen her çocuk hayalini kurmuştur o anın diye iç geçirdi.
-Tamam, bebeğim birazdan yatıyorum.
Uzanıp bilgisayarının faresini kontrol ederek bilgisayarı kapattı. Monitörün düğmesine basıp küçük yeşil ışığın sönmesini beklerken yerde duran kalemi gördü. Sandalyesinden kalkıp kalemi yerden alıp masaya bıraktı. Az önceki tuhaflıktan o kadar çabuk sıyrılmıştı ki kendisi bile şaşırdı buna.
Güzel siyah saçlı kadının yanına uzanıp kokusunu içine çekti. Düşünmemek için elinden geleni yapıyordu, öyle yorgundu ki yeni hipotezler üretip sonuçlara varmak için. Bu yaşadığıyla ilgili nasıl bir mantıklı açıklama olabilirdi? Olsaydı bile bunu kavrayıp açıklayacağı an, bu an değildi…
2.
06.30
Her sabahki gibi bu sabahta gereğinden önce çalıyordu saatin alarmı. Belki de 44 yaşına gelen birçok insan gibi sabahları kalkmanın zorluğu nedeniyle böyle hissediyordu. Uzanıp saatin üzerindeki küçük düğmeye dokundu. Gözlerini açmadan her sabah yaptığı gibi el yordamıyla alarmın ayarını 15 dakika ileriye alıp yeniden uykuya dalmaya çalıştı. Birkaç dakika daha kestirdikten sonra kendini kalkmaya zorladı. Genç beyinlere anlatılması gereken birkaç ünite konu vardı ve daha şimdiden müfredatın oldukça gerisine düşmüşlerdi. Bir coğrafya öğretmeni olarak derslerinde anlatılmaması gereken, hayata, insana ve varoluşun nedenlerine dair birçok konuda tartışmalar yapmak, genç zihinlerin önyargısız taze yorumlarını duymak hoşuna gidiyordu. Ölü ozanlar derneği kitabını okuyup filmini birkaç kez izledikten sonra neden böyle bir öğretmen olmayayım ki deyip öğretmenlik karakterinde ciddi bir değişiklik yapmıştı. Bu durum çocukların dersi kaynatması için bir fırsattı ve sonuna kadar değerlendiriyorlardı. Hatta okul müdürünün kulağına gidince bu tutumu yüzünden bir çok gayri resmi ikaz almıştı ama çokta önemsemiyordu. Senede iki defa gelen bakanlık müfettişlerinden olumlu eleştiriler aldıktan sonra müdüründe ikazları kesilmişti. Hem Akdeniz bölgesinin bitki örtüsünün çeşitliliğini bilmek çocuklara üniversiteye giriş sınavında bir puan bile kazandırmıyordu artık, zaten hayatlarının geri kalanında da bu bilgi, eğer Akdeniz bölgesinde gidip seracılık yapmayacaklarsa bir işlerine yaramayacaktı. Son yıllarda tarımla uğraşanların sayısı öyle azalmıştı ki!
Güneşin alabildiğine parlak ışıkları odanın içini doldurmuştu. Sevgilisi beyaz gömleği ve pantolonunu ütüleyip sandalyenin arkasına asmış, masanın üzerine de kahvaltı yapmadan çıkmaması gerektiğine dair imalı bir not bırakmıştı. Sevgilisi ondan bir saat kadar önce kalkıyor, bir gün bile şikâyet etmeden kahvaltı edip aynanın karşısında en az on beş dakika geçirip, hazırlanıp çıkıyordu. Birçok özelliğinin yanında buna da hayrandı. Bitmek bilmez bir enerji kaynağı olmalı bu kadınların diye aklından geçiriyordu sürekli. Haşlanmış yumurta kokusunu aldı. Yüzünü yıkamadan önce mutfağa gitti. Ocağın üzerindeki çaydanlığa elini uzattı, biraz yaklaşınca sıcak olduğunu anlayıp dokunmaktan vazgeçti. Belki de kesin bir uyanış için dokunmalıyım diye aklından geçirince, dün gece yaşadığı olayı anımsayıp ayılı verdi. Kalem hala yerinde miydi? Masanın yanına gitti. Oradaydı. Kalemi eline alıp boşluğa bıraktı. Kalem yere düştü. Bir kaleme taşıyabileceğinden fazla anlam yüklediğini düşünerek gülümsedi. Mutfağa gidip aceleyle kendine demli bir çay doldurup yumurtayı ağzına attı. Bir iki parça peynir ve bir dilim ekmek yedikten sonra üstünü değiştirip, çantasını alıp dışarı çıktı. Aklında hala dün geceki o tuhaf olay vardı.
08.45
-Aslında bu yaşadığımızı sandığımız dünya sadece bizim beynimizin algıladıklarından ibaretse ve biz aslında burada değilsek?
Selim çetenin elebaşıydı ve ne zaman dersten sıkılsalar o devreye girerdi. Saatine baktı dersin bitmesine 15 dakika vardı. Açıkçası kendisi de sıkılmıştı. Önünde duran kalın kitabı kapatıp çocuğa baktı.
-Burada olmasaydık muhtemelen siz devamsızlıktan sınıfta kalırdınız bende işime gelmediğim için kovulurdum.
Sınıfta gülüşmeler duyuldu.
-Belki de sen bize ülkenin tarım politikalarını ve toprak verimliliğini arttırmak için yapılması gerekenleri özetleyebilirsin.
Çocuk baltayı taşa vurduğunu anladı. Bu defa kaynatamayacaktı dersi. Yine de şansını denemeliydi. Sınıf içinde bir karizması olmayan, içinde bulunduğu grupta en çok ve en boş konuşup genellikle yüz mimiklerini kullanarak herkesi güldüren O’ydu. En kötü ihtimalle de şimdi çuvallasa bile büyük reyting alacağı kesindi.
‘’-Şey. ... Aslında benim merak ettiğim…’’
Çocuğun yutkunduğunu hissedebiliyordu. Bunu görmesine ya da duymasına gerek yoktu. Bazen bilirsiniz, bu öyle bir andı.
‘’–Elektrik’’ diyerek çocuğu rahatlattı… ‘’Algıdan kastımız beynimizde oluşan elektrik akımlarından başka bir şey değil. Gördüklerimiz aslında retinamızdan geçen ışığın beynimizin karanlık bir noktasında oluşturduğu üç boyutlu görüntülerden ibaret. Aldığımız koku nesnelerden yayılan küçük zerrelerin burun zarı üzerindeki özel sinirlerde uyandırdığı duygu ve bunun yine beynimizdeki ilgili bölgelerde karşılığıdır. Duyma da aynı şekilde gerçekleşiyor. Nesnelerin etrafa yaydığı titreşimleri kulaklarımızdaki sinirler algılıyor ve beynimizi uyarıyor. Örneğin bir gitarın tellerine vurulduğu zaman yayılan titreşimleri hissettiğimizde gitar sesini duymamız gibi.
-Sence tüm bunlar bir halüsinasyon olabilir mi?
Aslında tek derdi son 15 dakikayı ders işlemeden geçirmek olan Selim boyundan büyük bir işin altına girmiş gibi bir eliyle kafasını kaşıdı.
-İnternette gördüm, yeni bir bilgisayar oyunu çıkmış. Oyunu oynamak için özel eldivenler, kask ve özel bir giysi giyiyorsunuz. Ve bütün vücudunuzla oynuyorsunuz. Dokunup, görüp, duyup sanki gerçekmiş gibi. İstediğiniz zaman oyunu bırakıp çıkabiliyorsunuz. Çok matraktı. Eğer şu anki dünyada böyleyse şimdi ben dersten çıkmak istiyorum.
Sınıfta kahkahalar yükseldi. Zeki ve pratik zekâya sahip hazırcevap bir çocuktu ama bu zekâyı genellikle dersleri dışında kullandığı için muhtemelen okulu zamanında bitiremeyecekti.
Saatini kontrol etti Ahmet.
‘’–Tamam, sen çıkabilirsin.’’ Dediği anda zil çaldı. Çocuk suratında kocaman bir gülümsemeyle defterlerini toplayıp dışarı doğru koşarken diğer çocuklarda hareketlendiler.
‘’-Selim çıkabilir dedim, siz değil.’’ Bir anda herkesin yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Bir saniye durup o şaşkınlığı izlemekten büyük keyif aldı.
-Önümüzdeki derse kadar hepiniz toprak verimliliğini arttırma konusunda yapılması gerekenleri kendi fikirleriniz olacak şekilde hazırlayıp getireceksiniz, internetteki hazır fikirleri copy/past etmek yasak. Ha! Biriniz Selim’ e de bunu iletirse sevinirim. Hepinize iyi günler çocuklar!


‘Sanki gerçekmiş gibi’ Selim’in bu sözü sınıfı boşaltan çocuklardan yayılan uğultu arasında kafasının içinde yankılanıyordu. ‘Dün gece olanlar beynimin bir oyunu muydu?’ Sanki gerçekmiş gibi…
-Ahmet Bey!
Öğretmenler odasının kapısından girerken bu sesle durdu.
-Ahmet Bey. Mehtap hanım sizi aradı cepten ulaşamamış sanırım akşam biraz gecikecekmiş. Toplantısı varmış.
Ceplerini yokladı. Her pantolon değiştirdiğinde, ceplerinde mutlaka bir şeyler unutmayı alışkanlık haline getirmişti. Muhtemelen telefonu da ordaydı. Bir anlık kaybetmişlik duygusu yerini tereddütlü bir rahatlığa bıraktı.
–Teşekkür ederim Sabahat Hanım.
Sabahat hanım elli yaşlarında öğrenci işlerinden sorumlu, hafif toplu, kısa boylu, gözlüklü bir kadındı. Oldukça meraklı bir kadındı. Okulda ki bütün dedikodulardan haberi vardı ki büyük ihtimalle bunun nedeni dedikoduların kaynağının bizzat kendisinin olmasıydı. Hiç evlenmemiş birkaç başarısız girişimden sonrada bunu aklından çıkarmıştı. Kendisine karşı ilgisi olduğunu hissediyordu ama mümkün olduğunca uzak durup her türlü imalı davranıştan kaçınıyordu. Gözde bir bekar sayılmazdı ama Sabahat Hanım konumundaki biri için çekici bir av konumundaydı.
–Başka bir şey var mıydı Sabahat Hanım?
Kadın sanki bu sözü bekliyormuş gibi gözlerinin içine bakıp tam karşısında duruyordu. Yeniden konuşmaya başlamadan önce yanaklarına pembelik düşüverdi.
–Hayır, bu kadar. Şey, öğrencilerin not çizelgelerini ne zaman teslim edersiniz? Zamanımız daralıyor.
-Yarın elinizde olur.
-Ha Sabahat Hanım! Bana kantinden bir çay söyler misiniz? Teşekkür ederim.


Bugünlük başka dersi yoktu. Bir süre öğretmenler odasında oturup çayını içip eve dönmeyi planlıyordu. Çantasından not çizelgesini çıkardı. Çocukların çoğu yazılı sınavlardan orta dereceler almasına rağmen hepsine kanaat notu olarak en iyisini verip ortalamalarını yüksek tutuyordu.
-Ahmet Bey şiirler nasıl gidiyor?
Yeni edebiyat öğretmeni Gülsüm. Daha yeni mezun olmuş ve ilk defa bu okulda öğretmenliğe başlamış, oldukça çekici ve şimdiden erkek öğrenciler arasında ün salmış bir kadındı. Ergenlik çağındaki erkek çocuklarının birçoğunun hayallerinde başrolde olduğu kesindi. Memurluğunun izin verdiği ölçüde dekolte giyinmesine rağmen ses tonuyla bile davet kârlığını açıkça belli ediyordu. Bir gün derse giderken karalama kâğıtlarını öğretmenler odasında unutmuş, dersten sonrada O’nu okurken yakalamıştı. Ahmet şiir yazdığının bilinmesini pek istemiyordu, en azından iş arkadaşları tarafından. Ama bunun yanı sıra bir uzmanın fikirlerini almak için ne zamandır fırsat kolluyordu. Gülsüm bir uzman olmasa da şu an için buna en yakın adaylardan biriydi.
-Fena değil. Son düzenlemeleri yapıyorum. Daha sonra sizin de fikirlerinizi alıp bir yayın eviyle görüşmek istiyorum.
-Siz bu konuda ciddisiniz!
-Eğer kayda değer bir şeyler varsa neden olmasın.
-Sabırsızlıkla son hallerini bekliyor olacağım.
-Hocam çayı siz mi istediniz?
Çayı uzatırken Gülsüm’ü baştan aşağı süzüyordu. Bir saniye daha baksa ağzının suları akacakmış gibi toparladı kendini.
-Hayır, Gülsüm Hanım değil ben istedim Cafer!
Cafer gözlerini Gülsüm’den ayırmadan çayı masaya bırakıp sırıtarak odadan çıktı. Tuhaf bir adamdı. Sabahat hanım kadar meraklı ama ondan daha patavatsız ve bununla gurur duyuyor gibiydi. Zaman zaman Sabahat Hanım’a bile asıldığına tanık olmuştu Ahmet. İkisi iyi ikili olabilir diye düşünüyordu. Ama Cafer’in üç çocuk babası olması, tahsil düzeyinin de ilkokul terk olduğunu öğrenince Sabahat’ın elindeki diğer umutlar tükeninceye dek Cafer’e yüz vermeyeceğine ikna oldu.


Çay berbattı. Bir yudum aldıktan sonra yarım bırakıp çantasını toplayıp çıktı. Çıkarken Gülsüm’le göz göze geldi. Bir an için kendisine göz kırptığını sandı, belki de sadece o an beklediği bir hareketti bu…