3 Nisan 2014 Perşembe

geçmiş zaman, tekrar eden ben!

küçük, sevgi dolu ruh parçalarıydık biz.
hergün erozyona uğradı topraklarımız,
bir gün çöle dönmesin diye aklımız,
tema vakfindan bağışlar kabul ettik...
karın ağrılarının nedeni olarak,
yalın ayak betona bastığımızı düşünürken,
bazı duraklardan geçen otobüslerin,
o duraklarda durmadığını yazılı metinlerle öğrendik.
ve o zamanlarda sokağa çıkma yasağı uygulanırdı biz sayılırken...
belki de hayatımız boyunca
gerçek anlamda sayılıp adam yerine konduğumuz iki zamandan biriydi,
nüfus sayılması,
vergi kimlik numarası...

kaptansız bir geminin müfredeta aykırı eğitilmiş denizcileriydik biz.
hesapsız ve zamansız bir denizaltıyla çarpışıp,
karaya yakın yerden suya verilmiş,
ardımızdan devlet töreni yapılmış,
geride kalanlarımıza şeref madalyası...
herkes biliyor,
ölümün üzerinden iki ay geçince,
o madalya süs eşyası oluyor,
vitrindeki buzlu bardakların arasında...

yürüyorum bir kez daha.
kendimi aldanmışlığın hazzıyla tazeliyorken,
tavşan kanı demli bir çay misali,
lavaboda koyu bir iz bırakıyorum.
ardımdan gelen kelimelerim,
ilk sağanakta eriyip gidecekler,
ve öptüğüm her kadın dudaklarını ısıracak,
üçüncü sınıf bir gazetenin,
altıncı sayfasında ki,
altı puntoluk harflerle yazılmış ölüm ilanımı okuduğunda...

her ne kadar bu kullarına alkol tadında hayaller sunarken ben,
kimbilir?
eski bir anıyı anımsatıyordum.
hani ortasından katlanmış,
derin kıvrım izleri bulunan, renkleri solmuş,
renkli bir çocukluk resminin anısı gibi.
eski model bir anadolun kaportasına oturtulmuş,
kısa pantalonlu,
kısa boylu,
küçük beklentiler içinde,
bir erkek çocuğuyken...

tuhaf !
ne diyordum unuttum şimdi.
oysa,
ne yaşıyordum ben,
ne de ölüyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder