30 Eylül 2016 Cuma

Yedi yıl sonra



Sessizlik, bu kadar huzur dolu olmasaydı, belki hayat bu kadar yaşanılır olmazdı diye aklından geçirdi, diğer tarafına döndüğünde yatağında. Ne bir araba motoru sesi ne de seyyar satıcıların akortsuz çığlığı. Tüm gün uyuyabilirdi. Uyanıp sokağa çıkınca dünden farklı ne olacaktı ki? Yatağın şefkatli kolları arasına bıraktı kendini iyice. Camları kırık penceresine çektiği naylondan sızan güneş ışığının sıcaklığını hissedince üzerinde, yorganını biraz daha aşağıya indirdi. Uyuya bilirdi ama çoktan bilinci yerine gelmiş, aklında onlarca düşüncenin ateşini yakmıştı bile. Biraz daha uyuması gerekiyordu. Eskiden seviştiği kadınları anımsamaya çalıştı, sevişme ihtimali olan kadınları… Kalp atışları hızlanıp bedeninin alt kısmına kan pompalamaya başlamasıyla rahatladığını hisseti. Bir ironiydi bu. Heyecanlanırken uykuya dalmak…  Ama daha iyi bir fikir gelmiyordu aklına o an… Birazdan uykuya daldı.

Yeniden uyandığında saatin kaç olduğundan emin değildi.  Ayağa kalkmak için zorladı kendini.  İliklerine işlemiş bir ağrı hissetti o an. Doktora gidip film çektirmesi gerektiğini düşündüyse de ne doktor vardı artık, ne de randevu almak için arayacağı telefon numarası.  Ağrıların şiddetine rağmen zorlukla doğruldu yatağın üzerinde. Çıplak ayakları üşümüştü. El yordamıyla uyumadan önce yere attığı çorapları bulup ayağına geçirdi. Odaya sızan gün ışığı solmaya başlamıştı. Akşam oluyordu.  Kalkıp karnını doyurması gerekiyordu.  Bir gün daha yaşamak için geçerli mazeretler aradı kendi kendine. Belki biri vardı sokakta, belki bir ses, belki bir gölge, aydınlıklardan saklanan. Belki… Bedenin zorlayarak çıktı yataktan. Odanın içinde bir süre önce sönmüş olan odun sobasının sıcaklığı vardı. Çok sıcak değildi belki ama o an üşümüyordu. Kalkıp sobanın küllerini temizleyip yeniden yakmak için doldurması gerekiyordu . Gece titreyerek uyumamak için mecburdu bunu yapmaya, bu iyi bir mazeretti. Ayaklarını  parke döşeli zemine bastı. Terliğini parmak uçlarında hissedince ayağına geçirdi. Diğer tekini aradı bir süre bulamayınca yere doğru eğilmek zorunda kaldı. Yatağın alt tarafına doğru diğer tekini de görünce çıplak ayağını uzatıp onu da giydi. Ayağa kalktı. Odun sobasının yanına gidecekken naylonla kaplanmış penceresinden dışarıya bakmayı aklından geçirince bir an duraksadı. Neden bakacaktı ki ? Üşüdüğünü hissedince sobanın yanına gitmek daha mantıklı geldi. Alt kapağını açınca sobanın dibine çökmüş olan küller dışarıya doğru boşalıverdi. Sağ tarafındaki metal kolu birkaç kez ileri geri oynatınca sobanın içi tamamen boşalmış, yeniden doldurulup yakılmaya hazır hale gelmişti. Alt kapağı kapatıp, sobanın yanında duran kovadaki ince kesilmiş odun parcalarını özenli bir şekilde alt tarafa yerleştirdi. Sonra daha kalın olanları onların üzerine koydu. Yarısına kadar doldurunca, alt taraftaki kapağı açıp ince parcaları tutuşturmak için çakmağını çakıp alev almasını bekledi bir süre.  Parçalar tutuşmaya başlayınca hafifçe üfleyip üzerine ateşin canlanmasını sağladı. Bir dakika sonra alevlerin sesi yükselmişti. Sobanın üzerinde duran çaydanlığı kontrol etti. Yeterince su vardı içinde. Alt kapağı kapatıp mutfağa doğru yürümeye başladı.

Uzun zamandır elektrik olmadığı için sadece bozulma sürecini yavaşlatır umuduyla koyduğu yiyecekleri sakladığı dolabın kapağını açtı. Telkin insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyordu ama yiyeceklerin bozulma süresini uzatmıyordu. Çok uzun zaman önce anlamıştı bunu ama hala yapmaktan kendini alıkoyamıyordu. Bir tabağın içinde duran peyniri burnuna yaklaştırıp koklayınca, aldığı kötü koku yüzünden suratını buruşturdu. Tabağı mutfak tezgahını n üzerine koyup, Henüz açılmamış olan kutudaki peyniri dışarı çıkardı. Onunda bozulup bozulmadığından emin değildi. Buzluk bölmesini  açıp naylon poşet içindeki ekmeğide dışarı çıkardı.
Genelde uykudan uyandığı zaman peynir ekmekle karnını doyururken gece uyumadan önce son öğününde elinde kalan son konservelerden birini açıp, sobanın üzerinde ısıtıp yiyordu. Kabaca bir hesapla bir haftalık yiyeceği kalmıştı elinde ve yeniden sokağa çıkıp yiyecek araması gerektiğini biliyordu.  Kutusunu yeni açtığı peynirin kokusu da pek hoşuna gitmemişti ama yenilebilir durumdaydı. Daha önce çok daha kötü kokanları yemiş, bir süre karın ağrısı çekmiş ama başka bir yan etkisini görmemişti.  Ekmek ve peyniri alıp odanın köşesinde duran masaya geçti. Masanın bir köşesinde duran kağıt yığınının en üstünde duran sayfayı önüne çekip incelemeye başladı yemeğini yerken. Resim çizmekten hiç anlamazdı ama yakın çevredeki sokakları, sokaklardaki binaların yerlerini bu kağıtlara çizmeye çok uzun zaman önce başlamıştı. Böylece dışarı çıkmak zorunda kaldığında nereye gideceğini, gittiğinde hangi evlere gireceğini ya da girmeyeceğini biliyordu. Kurumuş ekmekten bir parça koparıp ağzına attı. Hemen ardından biraz peynir. Masanın ortasında duran cam sürahiden bir bardak su doldurup, bir yudum içti. Başka türlü çiğnenecek hali yoktu ne ekmeğin ne de peynirin.  Önündeki sayfayı incelerken, sayfanın üst kısmına yazdığı sayıya dikkat etti.  ‘352’ Bir an aklının karıştığını hissetti. Uzanıp kağıt yığınında en üstte duran sayfalardan bir kaçını alıp diğer sayıları kontrol etti. ‘351, 350, 349,353…’ Hissettiği tuhaf duyguyu açıklamaya çalıştı. Genelde sayfa sayıları sırayla olurdu. En üstte en son gezdiği sokağın krokisi.  O an içindeki şüphenin, toprağı yarıp kendini yukarıya atan, filizlenen bir bitki gibi büyüdüğünü hissetti. Aslında ne bitkiler o kadar hızlı büyürdü, ne de o şüphe… Sadece yıllardır içinde tuttuğu, çoğu zaman bastırdığı her düşünce olasılık bir anda beynine hücum etmişti. Bir yudum daha su içip, bu şüpheleri yutkundu. İştahı kaçmıştı.

En son ne zaman bu sayfalara göz attığını hatırlamaya çalıştı. İki gün? Üç gün? Çok gerekmedikçe sokağa çıkmıyordu çünkü uyumak, rüyalar görmek ona yaşadığını hissettiriyordu. Yedi yıldır yaşadıkları, çaresizliği, yalnızlığı, korkuları ancak uyuduğu zaman rahat bırakıyordu yakasını. Dünyanın kendisini kapatması gibi kapatmıştı kendini.  Sayfaları yeniden kontrol edip  353 numaralı olanı önüne çekip diğerlerini sırasına uygun şekilde kağıt yığınının üzerine geri bıraktı. Uzun zamandır yaptığı gibi, sadece yaşamasına yetecek kadar çaba harcaması ve zamanının bitmesini beklemesi gerekiyordu. Yine öyle yaparak, şüphelerden ve komplo teorisi yüklü düşüncelerden uzaklaştırdı kendini. Bir parça daha ekmek ve peynir atarak ağzına, bardakta kalan suyu bir dikişti bitirdi. Alevlerin odun parçalarını sararken çıkarmaya başladığı sesi duydu. Ve sıcaklık yayılıyordu odanın içinde. Şimdi biraz daha uzanıp uyuyabilirdi. Tüm kaslarının gevşemeye başladığını hissetti. Tek yapması gereken bu rahatlığa teslim olmaktı.

Dışarıda esen rüzgarın, pencereye gerilmiş olan muşambaya çarpmasıyla bir an irkildi oturduğu yerde. Dikkatini yeniden önündeki kağıda verdi. Sayfada krokisi çizilmiş sokağa gitmesi yaklaşık yirmi dakikasını alacaktı. Yarım saat terk edilmiş evleri araştırsa, geri dönmek için yirmi dakika daha.  Kaba taslak bir buçuk saat dışarıda kalma düşüncesi çok cazip gelmedi o an. Güneşin batmasına ne kadar kaldığını bilmiyordu ama bir saatten az olmalıydı. Vakit kaybetmenin alemi yok  diye düşünüp yatağının yanındaki sandalyenin üzerinde duran pantalonu ve paltosunu giyip, kağıt parçasını katlayıp cebine koyup kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıktığında rüzgarı sakallarının arasında hissetti. Düşündüğü kadar soğuk değildi hava. Bu bile iyi bir işaret olabilirdi. Kaldırımlardaki taşların arasından, isyankarlıkla büyüyen yemyeşil otlar, griliği örtmeye başlamıştı. Ayağını bastığı zemin yumuşak ve kaygandı. Sokağın sonuna geldiğinde cebindeki kağıdı açıp hangi yöne gittiğinden emin olmak bir kez daha baktı. Sonra başını kaldırıp sağ ve sol tarafa uzanan sokaklardaki terk edilmiş binaları inceledi bir süre. Bir gariplik var mı diye kontrol ediyordu. Gariplik: Yağmur ve kar sularının, asfalttan kalkıp cama yapışan tozları, çamur haline getirip, iyice kirletmesiyle artık güneş ışığını yansıtamaz hale getirmesi normaldi. Akşamın son ışıklarının camlardan yansıyıp yansımadığına, diğerlerinden daha parlak olup olmadığını inceledi.  Yıllardır temizlenmeyen pencereler, ağır bir hüzünle kasvete bürünmüş gibi , sanki içlerindeki dışarıdan görünmesin, ne çektikleri bilinmesin diye kapatmışlardı gözlerini.  Hala kapalıydı gözler. Emin olduktan sonra gitmesi gereken yola dönüp yürümeye devam etti.

Bir caminin önünden geçerken, kapısının aralık olduğunu fark etti. Cebindeki kağıdı çıkarıp, o caminin olduğu yeri buldu. Üzeri işaretlenmişti. Yani daha önce girmişti o camiye. Ne zamandı anımsamıyordu. Belki namaz kılmak içindi. Artık ne dinlerin, ne de din çatışmalarının bir önemi yoktu. Çünkü insan kalmamıştı. Din adına cinayet işleyenleri anımsadı. İnsanları öldürerek din yoluna çevirmeye çalışmaktan mantıksız ne olabilirdi? Ve işte herkes öldü. Din de öldü… Hiçbir zaman inançlı biri olmamıştı, ama bazen, yani genelde en zor anlarında sığındığı bir tanrısı vardı. O’da mı ölmüştü?

Adımlarını hızlandırdı. Kaldırımdan inip yolun ortasından yürümeye başladı. Yağmur ve kar sularının zamanla bazı yerlerini çökerttiği asfaltın büyük kısmı hala düzdü ve yürümesi daha kolaydı. Yol boyunca elinde kağıdı tutup, kontrol etmediği bir bina kalmış mı diye ara ara kontrol ediyordu. Biraz ileriden havlayan köpeklerin sesini duyunda duraksadı. Hayvanların zamanıydı bu. Yiyecek bulmak onlar için daha kolay olmuştu zamanla. Sayıları her geçen gün artmış ve daha yabani hale gelmişlerdi. İnsanlardan korkmuyorlardı çünkü yıllardır insan görmüyorlardı. Daha önceki karşılaşmaları onun için pek hoş olmamıştı. Bu yüzden ne zaman yolunun üzerinde köpekleri görse ani hareketler yapmadan hemen başka bir yol buluyordu kendine.  Fazla zamanı kalmamıştı. Havlama sesleri gittikçe ona doğru geliyordu. Başını sağ tarafına çevirdiği zaman, bir zamanlar çocukların gülüp eğlendiği bir park gördü. Parkın içinde iyice boy atmış ağaçlar vardı. Köpekler yanından geçip gidinceye kadar bir tanesinin üzerine çıkıp bekleyebilirdi. Ama kokusunu alırlarsa gitmeyeceklerdi biliyordu. Besin zincirinin en üstündeki yerini kaybetmişti insan. Birkaç köpek için ziyafetten ibaretti artık. Parka yönelip diğerlerine göre nispeten daha kısa bir ağacın yanına gitti. Ağaca tırmanıp, yeni olgunlaşmaya başlamış dallarından birini tüm gücüyle kendine doğru çekip kopardı. Tırmandığı şekilde aşağıya inmek yerine, kendini boşluğa bıraktı. Ayak tabanları olanca şiddetiyle yere çarpınca dizinin arka tarafında bir ağrı hissetti.  Ağrıyla birlikte ne kadar uzun zamandır çok fazla hareket etmediğini anımsayıp kendine kızdı. Bir süre ağrının geçmesin bekleyerek diğer ayağının üzerinde durup bekledi.  Ağrı tam olarak geçmemişti ama havlamalar çok yakındı. Onun bulunduğu sokağın sonundan geliyordu. Parktan dışarı çıkmayıp ağacın altında beklemeye devam etti. Dört tane kalın tüyleri iyice uzamış, iri köpek parkın giriş kapısının önünden koşarak geçip gitti. Gittiklerinden emin olmak için bir süre daha bekledi. Elinde tuttuğu ağaç parçasına daha sıkı sarılarak.

Onu fark etmemişlerdi. Belki de fark etmişlerdi ama nesli tükenmesin diye koruma altına almışlardı. Bir zamanlar insanların, bazı hayvan türlerini koruma altına alması gibi. Düşüncesizce onca hayvanı öldürdükten sonra kalan son birkaç taneyi koruma altına almak, hayatla dalga geçmek gibiydi. Bir de bu yaptıklarını sanki çok değerli bir işmiş gibi reklam etmeleri her zaman midesini bulandırmıştı. Önce öldür, sonra koruma altına al! Belki de Tanrı da tam olarak bunu yapmıştı. Bütün insanları öldürüp kalan son insanı koruma altına almıştı…

Köpeklerin gittiğinden emin olduğunda yürümeye başladı. Dizinin arkasındaki ağrı her adım attığında hala orada olduğunu söylüyordu ona. Geri dönmeli miyim diye aklından geçirdi o an. Belki ertesi gün daha erken bir saatte, bu ağrı olmadan çıkmalıydı dışarıya.Parktan dışarı çıkınca köpeklerin dönüş yolu üzerinde, sokağın başında toplandığını görünce bu fikrinden uzaklaştı.  Diğer tarafa doğru yürümeye devam etti. Kağıda çizdiği krokide, daha önce geldiği ama kontrol etmediği binaların olduğu yere geldi. Bir binanın altında, genelde kurutulmuş sebzeler ve baharatlar satan bir dükkan gördü. 

Dükkanın dış cephesi parmaklıklı demirle kapatılmıştı. Bir süre inceleyip içeriye girmenin yolunu aradı. Camı kırabilirdi ama demir parmaklıkların arasından geçemezdi. Vitrinde sergilenen yiyeceklere baktı. Belki bir kolunu uzatıp erişebilme mesafesindeyseler, camı kırınca biraz yiyecek alabilirdi. Camdan içeriye dikkatlice bakınca vitrinin hemen arkasında sadece resimler gördü. Demir parmaklıkların alt kısmında kalın bir kilit vardı.  Bir süre onu inceledi. Belki demir testeresiyle kesip açabilirdi. Demir testeresini nereden bulacaktı? Cebindeki kağıdı çıkarıp inceledi. Yakınlarda bir nalbur olabilirdi ama öyle bir not düşmemişti krokinin hiçbir yerine. Eve dönüp diğer kağıtları incelemek aklına geldi. Mutlaka birinde nalburu işaretlemişti. O an kağıt yığınındaki sayfaların karışmasının nedeni şimşek gibi aklında çaktı. Birkaç gün önce belki de yine böyle bir yer aramak için kağıtları alıp incelemiş sonra dikkatsizce geri koymuştu. Evden çıkmadan önce hissettiği, evden çıkabilmek için bastırdığı şüpheler ve düşüncelerden ancak o an sıyrılmıştı. Tüm yol boyunca ürkekçe etrafını incelemesine neden olan da buydu. Evet, gerçekten kendinden başka kimse yoktu. Olsaydı bile neden onun evine girip sadece o sayfaların sırasını karıştırsınlardı ki? Gülümsemesine engel olamadı.  Bunca yıl yalnız yaşamak insanı paranoyak yapıyordu.  Bunun farkındaydı ama yine de aklının onu terk etmeyeceğine güveniyordu. Yedi yıl önce o büyük felakete tanık olup, tek hayatta kalan olduğunu fark ettiğinde nasıl onu yarı yolda bırakmadıysa, bundan sonra hiç bırakmazdı…
Şimdi eve geri dönmeli, yarın demir testeresiyle geri gelmeliydi. Eğildiği yerden doğrulunca, dizinin arkasındaki ağrı şiddetlendi. İstemsizce elini dizinin arkasına götürüp ağrıyan yere dokundu. Sanki dokunuşunun iyileştirici etkisi varmış gibi. İyileştirmedi. Arkasını dönüp dükkandan uzaklaşırken gözüne bir ışık yansıması çarptı. Önce hayal gördüğünü sandı. Aslında korktu. Görmezden gelmeye çalıştı. Başını öne eğip, adımlarını hızlandırdı. Dizinin arkasındaki ağrı onu zorluyordu ama duramazdı. Biraz daha hızlandı. Yolun sonunda huysuzca hareket eden köpekleri gördü ama duramazdı. Neredeyse koşar adımlarla oradan kaçması gerektiğini hissediyordu. Köpekler kendilerine doğru hızlı adımlarla gören bu adamı görünce bir an duraksayıp kulaklarını diktiler. Adam durmuyor onlara yaklaşıyordu. Şaşırdılar, bir köpek ne kadar şaşırırsa o kadar şaşırdılar. İki tanesi sağ tarafa iki tanesi sol tarafa yönelip sanki yol açtılar adama. Adam onları görmüyor gibiydi. Aralarından geçip gitti.  Köpekler bir süre adamın arkasından bakıp uzaklaştılar oradan. Adam nefes nefese kalmıştı. Üzerindeki paltonun içinde terlediğini hissediyordu. Sıcaklık boğazından yüzüne doğru yayılıyordu. Bir iki adım daha attıktan sonra bedeni durmak için zorladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Ellerini dizlerini üzerine koyup öne doğru eğildi. Ayakta zor duruyordu. Az önce gördüğü yansımanın gerçek olmadığını biliyordu. Neden kaçıyordu o zaman? Derin derin nefes alarak doğruldu. Nereye kaçacaktı? Ertesi gün yeniden gelmek zorundaydı buraya. Yavaşça arkasını dönüp, ışık yansımasının gelmesi muhtemel yerlere bakmaya başladı. Bir şey göremiyordu. Yeniden dükkanın olduğu yere doğru yürümeye başladı. Ağır adımlarla. Her adımda biraz daha dikkatli bakıyordu yolun iki tarafında dizilmiş, terk edilmiş binalara. Hava kararıyordu. Bir yansıma vardıysa bile bir süre sonra kaybolacaktı. Dükkanın önüne geldiğinde, daha önce yaptığı gibi kilidin üzerine eğilip, aynı hareketleri tekrar etmeye çalışarak doğruldu ve arkasını döndü. Evet… Aynı yansıma gözüne çarptığı anda dona kaldı. Biraz ileride çaprazda duran binanın en üst katındaki pencerenin camından yansıyordu ışık. Diğer pencereleri inceledi. Hepsi koyu gri, kirli ve şeffaflığını yitirmişlerdi. Sadece o pencere sanki yeni temizlenmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu akşamın son aydınlığında. Cebindeki kağıdı çıkarıp bu pencereyle ilgili bir not alıp almadığını kontrol etti. Hayır, bu bina daha önce girilmeyen binalardan biriydi. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu ağaç parçasını hatırladı o an. Keşke bir silahım olsaydı diye aklından geçirdi. Kendini koruma içgüdüsünün ağır basmasıyla birlikte, sorularda beynine üşüştü. Arı kovanı gibiydi kafasının içi. Başka bir insanla karşılaşma olasılığı aklına ilk geldiği anda neden korunma gereği hissediyordu? Bu kadar mı uzaklaşmıştı insan olmaktan?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder