21 Eylül 2016 Çarşamba

ıslak...

Kokusundan tanımış. yağmur yağmış az önce, ıslak giysileri üzerinde. Islak giysi nasıl kokarsa bir insan üzerinde, öyle kokuyordu işte. Umursamıyor gibi ıslak olduğunu, rahat ve kendinden emin oturdu, pencerenin yan tarafında duvara dayanmış sandalyeye. Alnına düşen ıslak siyah saçlarını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Belki de alnından yanaklarına doğru akan damlalardan sıkılmıştı. Saçlarına dokununca ıslanan parmaklarını pantalonunda kuralamaya çalıştıysa da, bu yaptığı ıslak bir havluya ellerini silmek gibiydi. Sadece bacağının daha fazla ıslanmasına neden oldu. Yine de bozuntuya vermedi.

Yorgun ve sıkılmış gözlerle etrafına bakındı bir süre. Gözleri pencerede takılı kaldı. Sanki dışarıda tanıdık bir silüet arar gibiydi. Belki de O'na baktığımı hissettiği için, gözlerini pencereden dışarıya kaçırmak istemişti. Başarılı bir hareketti o. Belki de onu daha iyi izlemem için farketmemiş gibi yapıyordu. Üzerinde ki ıslak gömleğin tenine yapıştığını görebiliyordum. Esmer teni, beyaz gömleğin altında ve sütyeninin kıvrımları... Bir an gömleğini düzeltecek gibi bir hareket yaptıysa da, belki de rahatsız olmuştu; bakışlarımdan değil de, ıslak gömleğin teninde bıraktığı histen. Bir elinin parmaklarıyla gömleğinin yakasından tutup biraz uzaklaştırdı teninden. Sonra bıraktı. Gömlek sanki hiç dokunulmamış gibi esmer tenin üzerine yapışıp şeffaf bir hal almıştı yeniden. Tüm bu süreç boyunca iri siyah gözleri hala pencereden dışarıda firardaydı. Bir an nefes alıp almadığından emin olamadım. Daha dikkatli baktım göğsüne. Hiç bir hareket yoktu. Sonra siyah iri gözbebeklerine dikkat ettim. Onlar da hareket etmiyordu. Az önce elini hareket ettirmemiş olsaydı, balmumundan yapılmış, gerçeğine çok benzeyen ama ıslak bir heykel olduğuna inandırabilirdim kendimi. Kendimi inandırma becerime her zaman hayran olmuşumdur. Bu konuda da beni yarı yolda bırakacağını sanmıyorum.

Oturduğu sandalyede bacakları kapalı, gözleri pencereden dışarıda, ıslak siyah saçları omuzlarında, ıslak beyaz gömleği teninin üzerinde şeffaf... İnce sayılamayacak kalınlıkta dudakları hafif aralık. İnce ve kalın dudak arasındaki ayrımı tam olarak neye göre yapıyoruz emin değilim. Yani bunun santimetre olarak bir ölçüsü var mı? Yoksa sadece öpünce mi anlaşılıyor? Ve hangi dudak kime göre ince ya da kalın? Üşümüş olmalı. Dudaklarının mat rengi yağmur öncesi denizlerin grisi gibi... Ve sinir bozucu bir umursamazlık var tavrında. Sanki ben o an o odada değilmişim gibi. Varlığımdan haberdar etme isteği içimde büyürken, bu büyülü izleme anından vazgeçmeme dürtüsü arasında tıkanıp kaldım. Hangisi daha baskın gelecek bilmiyorum. Ve ilk hangi saçma davranışla bu ilahi savaşa son vereceğim?

Yapmamalıyım. Durmalıyım. O'nun gibi, varlığımdan habersizmiş duruşunu taklit etmeliyim. Ne kadar? Evet ne kadar onu bu denli özümserken, her kıvrımını incelerken ve tutulurken bu sanat eserine, ne kadar, dokunma içgüdüme karşı koyabilirim? En azından şimdilik durabiliyorum ve içimdeki bu kime ait olduğunu bilmediğim ama benim olmadığından emin olduğum iradeye teslim oluyorum.

Bakışlarını kaçırdığı o pencere hızlanan yağmurla saydamlığını kaybetmeye başladı. Artık bakışlarını kaçıramaz. Burada bu tek eşyası duvara dayalı sandalye olan boş odada benimle birlikte olduğunu kabullenmek zorunda kalacak. Yine de vazgeçmedi. Kafesin kapısından çıkmaya çalışırken son anda yakalanmış bir kanarya gibi çırpındı bakışları. Ama yine de bozuntuya vermeden sadece kapattı kendini. O an dudaklarının arasından verdiği nefesi hissettim. Aynı anda göğüs kafesi küçüldü sanki. Ne zamandır tutuyordu nefesini?

Geriye doğru parmaklarıyla taradığı saçlarının dibinde kalan bir su damlası yanağına damladı. İnce dudaklarına doğru akıyordu ve her anını görebiliyordum. İnce dudak meselesini az önce halletmişiz olarak kabullendim aklımda. Üst dudağına gelince duraksadı damla. O an dilinin ucunun dudaklarının arasından çıkıp o su damlasına dokunacağını hayal ettim/düşündüm/bekledim... Hiç biri olmadı. Damla üst dudağın ucundan alt dudağa bıraktı kendini. O an öpmek istedim. Daha önce de çok defa öpmek istedim O'nu ama o an çok istedim. Daha önce de çok istedim ama o an başka birşeydi. Sanki çok özlemişim aylardır görmüyorum, yeni gelmiş odama, yeni gelmiş yanıma, sanki daha önce hiç öpmemişim gibi ama çok hayal etmişim aynı an da hep fırsat kollamışım ama hep korkmuşum da o an doğru zamanmış gibi... Yani başka bir şey gibiydi o su damlası alt dudağına bıraktığında kendini, kendimi nasıl tuttum bilmiyorum...

Sonra, oturduğu yerden kalkarken bakışlarını boş odanın parke döşeli zeminine sabitledi sanki. Sağ omzundaki saçları önüne düştü. Islak gömleğinin yapıştığı sağ göğsünü örten sütyeninin üzerini kapattı. Islak saçların birbirine bu denli bağlı olması ve birlikte hareket etmesi o an tuhaf geldiyse de, belki de gidiyor olma ihtimalini düşünmek korkusu yüzünden bu ayrıntıya bu kadar takılı kalmıştım. Gidiyor olma düşüncesi... Gerçekten gidiyor muydu? Gitmese neden ayağa kalksın? Yok hayır, tamam yani her ayağa kalkan gider diye bir tabumuz yok ama ayağa kalkan biri neden gözlerini boş bir odanın parke döşeli zeminine gözlerini sabitlesin kalkarken? Bir saniye durdu ayakta ya da bana bir saniye gibi geldi o karşımda dimdik dururken başı önünde. Zaman kavramını yitireli ne kadar oldu emin değilim? Ne zaman yanıma gelmişti? Ne kadar süre orada durdu? Bunun bir ölçü birimi olduğuna inanmıyorum. Ama kalkmıştı işte ve evet ama gidiyordu işte....

Açıldığında onu bana getiren kapı şimdi onu götürmek için açılmıştı sanki. ne tuhaf! İnsanın mutluluk nedenleri, üzülmesini de sağlayabiliyormuş. Oysa görecelilik kuramının şu an ki konumuzla bir ilgisi olmaması gerekiyordu. Başkasına göre yaşadıklarımın ne ifade ettiğinin canı cehenneme! benim canımı yakan başkasına zevk veriyormuş? Alsınlar bir taraflarına soksunlar o zaman bunu! Görecelilik kavramıyla beraber....

Sanki üzerindeki ıslak giysiler umurunda değilmiş gibi rahat bir tavırla yürüyordu. Her adımında kendinden emin, her adımında git... O an farkettim... Geldiğinde gitmişti zaten... Bunu en başından beri biliyordum. Kapıdan girdiği an da, o sandalyeye oturduğu an da, bakışlarını pencereden dışarıya gönderdiği an da, o tek damla yüzünden aşağı süzülürken... Her anında biliyordum. Gitmişti...

Islak beyaz gömlek, sırtının üzerinde şeffaf bir hal almıştı. Sırtının tüm esmer kıvrımlarını görebiliyordum. İnce beline doğru bollaşıyordu gömlek ama yine de o ince beli biliyordum... Islak siyah pantalonu katılaşmış gibi bacaklarını saklıyordu ama bacaklarının kıvrımlarını da biliyordum. Üşüyordu o an, bunu da biliyordum... Bu bildiklerim bir halta yaramıyordu. Sanırım en kötüsü, bunu da biliyordum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder