16 Ocak 2017 Pazartesi

fil mezarlığı...

bir kelebek delicesine kanat çırpıyor göğsümün sol tarafında. bir ismi duymak böyle bir etki yaratabilir mi? adım adım ilerliyor, durdurmak elinde mi? dur demek? hızlandırmaktan başka bir halta yaramayacak uzaklaştıran adımları. her an, her 'seni seviyorum' durmanı söylemem için birer çağrıydı sanki... Bak gidiyorum.. Kopuyorum senden, uzaklaşıyorum, sözlerinin etkisi azalıyor. söylenemeyenleri yazıya da dökemiyorsun artık. Seni seviyorumlar'ın arttıkça, biraz daha uzağımdan bakıyorsun bana. ne çok istemiyorduk oysa, ne çok olmaz varken, kafiyesiz de olsa razıydık bir kaç satıra...

dalgaların kırıldığı yerde, daldığımız yerde, kendimize geliyorduk. Ne gri tüyleriyle bir martı, ne eskimiş siyah montuyla bir balıkçı galata köprüsünün kenarında durmuş, oltası karanlıkta, tutmak istediği ne? dudagının kenarında sigarası, dumanı gözüne gürmesin diye yüzüne verdiği tuhaf şekiller, kuru öksürük, bıyıkları uzamış agzının içine giriyor. gözleri kısık, gözlerinin altında çizgiler, derisi buruşmuş yüzünün, arada bir oltasını kaldırıp indiriyor, vurmuşmudur kör bir balık?

nefes aldıkça soğuk bir bıçak kesiyor içini. aklında endişesi eve varamamanın. tam arasında kalmış gibi, gitmekle kalmak, düşmekle kalkmak, olmak ya da vazgeçmek arası bir yer... son bahsimi de kaybetmeye yatırmışım, sonucu beklemeden çıkmışım dışarı. meraksızlığım rahatsız bile etmiyordu artık. kurduğum hayalleri, gördüğüm rüyalarla kıyaslıyorum sürekli... ne zaman uyanacağım? aklımda endişesi, eve varsam, koynuna gireceğim düş hangisi?

artık yazmanı beklemiyor olmanın rahatsız edici bir yanı var. neden beklemediğimi biliyor olmak mı bu kadar sığmayan içime? yoksa senin bile farkına varamadığın bir gerçeğe en önden tanıklık etmek, olacakları hissetmek, dur demenin adımlarını hızlandıracağını bilmek, sessiz kalmaya çalışmak, tutmaya çalışırsam parmaklarımın arasından akıp gidecek, tutmazsam zaten gidecek, bedeli bu muydu? zaman kavramına ısrarla uzak duruyor olmam, mutluluk dolu anlarımın ne kadar az olduğu gerçeğini değiştirmiyormuş... kolumda saat taşımıyor olmanın, ayrılık saati geldiğinde bir halta yaramıyor olması gibi... düğün törenlerinde delicesine kendinden geçip eğlenen insanların umursamazlığını kıskanıyorum. bir ayrılık merasimine hazırlanırken, gördüklerime katlanabilmek için...

yeni terkedilmiş sevgililerin gittiği bir çay bahçesi var mıdır? tek kişilik masalarda, tek kişilik semaverlerde demli çaylar... her sandalye masanın farklı tarafında kimse gözgöze gelmesin diye oturunca ayarlanmış. dahili ses sisteminde bilinmeyen dilde sözleriyle ama ezgisi hüzünlü şarkılar... ortalıkta gezinen garsonlar da yok, mekanın üstü açık, dileyen dilediği kadar sigara içsin diye... yagmurlu günlerde kapalı, yağmur, yalnızlığı azdırır diye... ve çiçek satıcılarının yüz metreden fazla yaklaşması yasaklanmış mekana.... mekana giriş yolu da çıkış yolu da ayrılmış olmalı, elele gezen çiftlerin yollarından...

yeni terkedilmiş sevgililerin gittiği bir çay bahçesi olmalı... öleceğini hisseden fillerin gittiği mezarlıklar gibi... diğer herkesin uzak durduğu, ama aklından çıkarmadığı... kapısının önünden geçerlerken, içeridekilerin varlığından rahatsız olmadığı... ama düşünmeden de geçemedikleri... biten sevgilerin mezarlığı, bir şiir okunmalı, saygı ibaresi...

seçmek öyle zor ki kelimeleri, anlam yüklemeye calısırken... ne kadar karışırsa cümlelerim, arada en erdemli kelimeyi bulmaya çalışıp ardına saklanma çabası.... kendime mi şimdi bu açıklama... dipnotlarım bile yeni açıklamalar gerektirirken şimdi anlatmak istediğim bu yoğunluk, bu çaresizliği basite indirgemeye çalışırken, bir yerinde tutulup kalmak. nefesin sıkar ya soluk borunu, dudakların açılıp kapanır, akvaryumundan dışarı atlamış bir japon balığının nefes almak için, dudaklarını son gayretle açıp kapatması gibi... her defasında daha yavaş... her defasında biraz daha kabullenmiş...

zaman... süzgecinin deliklerine takılanları ayırır diğerlerinden... geriye posası kalır yaşadıklarından...
zaman... farkedilmeyeni ısrarla saklar içinde, zamanı gelince vurur yüzüne, kimin ayakta kalacağına da o karar verir, kimin geride kalacağına da....
zaman... dolunca fil için, mezarın yolunu gösterir, sevgili için, ayırır kendinden, yavaslar, oysa nasıl da cürretkar harcar kendini mutluyken...
zaman...farkındalıklar için en büyük dipnot, farkına varamadıkların için, ne kötü bir şaka, iş işten geçtikten sonra, bitti diyecek....

dört yanı mutsuzlukla çevrili insan varlığı, uyanılası zor bir kabusun kollarında kasılırken, gözlerini açma çabası, tutup yakalarından sarsmak istersin, bu bir rüya, bilirsin, yine de çırpınırsın yüzmeyi bilmediğin için kendine kızarsın boğulurken... bildiğin sokaklarında yürürken tanıdık yüzlerden sakınırken bulursun kendini, gülümseyen yüz makyajı ne büyük icat! sakın bırakma kendini, köşeyi dönünce geçecek, ağladığın görünmeyecek tanıdıkların tarafından... bu yazdıklarını ne yapacaksın? Selim gibi yaşarken, Turgut gibi davranmak nereye kadar? hangi şizofreni koridorlarında Olriç'le karşılacaksın? Albay'ın beklerken başında, sustuklarını Hikmet'le mi paylaşacaksın?

korkuyu beklerken, oyunlarla yaşamayı öğrenmişsin... perde inmiş, ne alkış sesi var, ne bekleyen yeniden sahneye çıkmanı...kuliste yarasını saran soytarı gibi, bitti işte, son gece bu... son repliğin hala kulaklarında....
zaman albayım! tüketirken bizi, ne çok şans verdi, kayırdı sürekli, bizden sonra gelenleri....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder