29 Ocak 2017 Pazar

Bilinç'ötemden Yansımalar-16

'gencecik adam' sıfatından, 'koca adam' sıfatına geçtiyseniz artık durulmanız beklenir. Su'muyuz biz? Hem durulmak ne için? insan düşüncelerini, hayallerini ve hislerini nasıl durağan hale getirir? İhtiyarlarken bu kounda zamanın pek yardımcı olduğu söylenemez. Eminim Freud olsaydı bu söylediğimi bir örnekle destekleyip cinselliğe vurgu yapardı. Çocukluğumuza inmek için biraz geç kalmadık mı diye terslerdim onu! Hem o kadar derine inersek yeniden basamakları çıkacak kadar nefesimiz kalmayabilir. Sonra yine en başta söylediğime geliyoruz. İnsanın yaşadığı yıllar onun durulmasını nasıl sağlar? Ya indiyse çocukluğuna ve geri çıkamadıysa; bu çocuklukla kırk yaşında bir adam nasıl yaşar?

Aslında çocuk gibi davranmak değil de içinde yaşadığımız toplumun buna henüz hazır olmaması nedeniyle verdikleri tepkiler en çok elimizi kolumuzu bağlayan değil midir? Sayın Doktor freud işte bunu da açıklayın bir zahmet? Yoksa toplum psikolojisini grup seks yöntemiyle mi örnekleyeceksiniz? Bence bilim adamlarının, akademisyenlerin ya da belirli bir konuda uzmanlaşmış kişilerin tartışmaya en çok korktukları insanlar düz mantık yürütenler olmalı. İstedikleri kadar klinik ortamlarda yaptıkları deneylerin sonuçlarını istatistiklerle ortaya koysunlar, düz mantık sahibi o istatistiki değerler arasında olasılığı en düşük olanı savunacaktır. Sürü psikolojisini reddetmiş insanların olaylara bakış açıları karamaşık olduğu kadar basittirde. Bu iki seçim arasında hep beklenmeyeni, üzerine gidilemeyeni ve sinir bozucu olanı seçerler. İşbu halde uzmanlar ve akademisyenler ellerindeki bilimsel açıklamalarla çaresiz kalacaklardır. Çünkü onlar yetiştirilişlerinin doğasının ötesine geçip sıradan bir insan gibi düşünme lüksünü çoktan kaybetmişlerdir.

Bir roman ya da filmi gerçeklerden uzak tutan en önemli unsur, karakterlerin tuvalette geçirdikleri zamanlardan neredeyse hiç bahsetmiyor oluşlarıdır. Filmimizin kahramanı sabahtan akşama kadar birilerini kovalar, kavga eder, dayak yer, ateş eder, saatlerce kaçar (film saatlerince) hatta sevgilisinin yanına gidince uzun uzun sevişir ama bunca zaman aralığında hiç çişinin gelmiyor olması, gerçeklikten soyutlar filmi. Aynı düzlemde yine basit mantığımızı kullanacak olursak roman karakterleri de, saatlerce süren uzun diyaloglar arasında, hatta güzel bir içki masasının tasviri yaplımışken ve onca kadeh içmişken tuvalete gitme gereği duymaz. Bu film ve roman karakterlerinin sindirim ve boşaltım sistemlerinde sorun olduğunu düşünen yalnızca ben miyim? Ama neredeyse tamamı böyle değil midir? çok güzel, bakımlı ve alımlı bir kadın karakteri, ya da şimdi cinsiyet ayrımcılığı yapmayalım, bunun yanına zeki, yakışıklı, kültürlü bir erkek karakterinin tuvalete gittiği ne görülmüş ne okunmuştur sanat severler tarafından. Oysa insan doğasının gereği, varlığını sürdürmesi için en temel ihtiyaçlarından biri değilmidir, tuvalet ihtiyacı... Bunun gibi bazı eylemlerin mahrem olduğundan, öyle ulu orta yerde ayrıntıların anlatılmasından insanların rahatsız olacağından bahsedip bunu savunabilirsiniz elbette ki... Ama sanat insanın yansımasıysa eğer, neden işine gelen yerleri alır sadece ve neden bazı eylemlerinden uzak durur?

Sayın doktor Freud olsaydı eminim sanatçıların bu yaklaşımına yine çocukluk ya da cinsellikten bir örnek vererek açıklama getirecektir. Ama bu açıklama bundan sonra ki sanat eserlerinin değişmesine neden olmayacaktır. Sanki yazılı ya da sözlü olmayan bir anlaşma gereği herkes bu kurala uyar sorgulama gereği bile duymadan. Benim takıldığım nokta aslında bu değil, Bu hayali karakterle kendilerini özdeşleyen sanat severler tuvalete gitme ihtiyacı duydukları zaman, bu filmlerde gösterilmeyen, kitaplarda anlatılmayan anlarda yabancılık hissetmezler mi kendilerine karşı? Çok sevdikleri kendilerini buldukları bu hayali karakterlerin her yönleriyle tasvir edilmesi gerektiğine inanıyorum. Böylece gerçekçilik artacak, insanlar hayal dünyasından sıyrılıp, o karakterleri içlerinde taşıyabilecektir. bence buna hakları var... Yoksa bir çok insan hayatlarını ingiliz kraliyet ailesi gibi yaşamaya çalışırken, sıradan bir ortadirek ailesinin ferdi olduğu gerçeğiyle bundan ne kadar uzak olduğunu farkettikçe bunalımları ve şizofrenileri artacaktır. kimbilir belki de ilaç üreticileri ve sanatçılar kendi aralarında böyle bir anlaşmaya varmış da olabilirler. Ruh hastalıkları için satılan ilaçlardan sanatçılara belirli bir komisyon veriliyor olabilir.

Siz hastalıkların tedavisini sağlayan ilaçları bulan ve satanlara minnettar olabilirsiniz ama bence bu kapitalist düzenin oyunlarının farkına varılmaması için, büyük sermaye sahiplerinin bir nevi toplumları uyuşturmasından başka bir şey değildir. Bu hastalıkları size musallat eden bizzat o ilaç üreticileri değil midir? Tanrı'nın çoban kulunu mutlu etmek için önce koyunlarını saklaması, sonra buldurması gibi ama tek farkla, koyunları bulmak için çoban bir miktar ödeme yapmak zorunda... Çünkü tanrı karşılıksız sever ve sevilir... kapitalist düzenin işine geldiği şekilde tanrı'yı taklit etmesi ve kullanması da ayrı bir ironidir tabi ki... Vatikan'dan tutunda, Mekke'yi elinde tutup din turizmi sayesinde para basan Arabistan'a kadar hemen hemen tüm dinlerde, din büyüklerinin parayla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur gibi görünür. Çünkü paraya ihtiyaç duymayacak kadar zenginlerdir. Ama kimse bundan bahsetmez. Sürekli olarak yoksul insanlara nasıl inanacaklarını öğretirler, tarif ederler, kurallara uymayanları cezalandırırlar. karşılığında paraya ihtiyaç duymayacak kadar zengin ve rahat bir hayat yaşarlar. Kapitalizm ve din olgusunun bu denli iç içe geçmiş olması ve işbirliği yapmasını da kimse sorgulamaz üstelik. Çünkü dini liderler sorgulamayı yasaklamıştır. Dini liderler de tuvalate gidiyorlar mıdır acaba?

Tuhaf bir hayat yaşıyoruz. Öyle tuhaf ki kimse tuhaflığını sorgulama gereği bile duymuyor. Asgari mutluluk ve huzur karşılığında mümkün olduğunca etliye sütlüye bulaşmadan bu dünyada bize ayrılan sürenin sonuna gelip, ayrıldıktan sonra 'iyi bilirdik' gibi iki kelimenin ardına saklıyoruz tüm hayallerimizi ve sivriliklerimizi. Aman iyi bilsinler de nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz... Bugüne kadar kaç tanıdığımı ve tanımadığımı gömdüm bunun çetelesini tutuyor değilim ama imam efendinin nasıl bilirdiniz sorusuna sesli olarak 'kötü bilirdik!' diyen kimseyi duymadım. Herkes bu kadar iyiyse onca kötü nereye gömülüyor? Belki de yazarlar, tuvalet ayrıntısını sakladığı gibi 'kötü bilirdik' ayrıntısını da saklama konusunda anlaşmıştır birileriyle, olamaz mı?

bir şekilde, izlediğimiz filmler, dinlediğimiz şarkılar, okuduğumuz kitaplar, baktığımız fotoğraflar ve resimlerle hayatımız dizayn ediliyor. Tabi bu bahsettiklerim kültürlü insanların hayatları. Diğer taraftan okuyup araştırmayan, çok fazla düşünmeyen sorgulamayan insanlar içinde televizyonlar kullanılıyor. Tuhaf evlilik programları, reality şovlar, yarışmalar ve dizilerle... Bu reality şovlardan birinde kadın çocuğunun babasının kim olduğunu bilmediğini ve bunu öğrenmek istediği için milyonların karşısında olduğunu anlatıyordu. Bu açıklamayı ekranın altındaki yazıda okuyunca çok saçma geldi. Bir kaç dakika izledikten sonra saçmalık Stephan King hayal gücünün bile ötesine geçmiş bir hal aldı. kadının çocuğu dokuz yaşındaydı ve kocası bir kaç yıl önce ölmüş. Bu çocuğuna hamile kaldığı dönemde komşusuyla da birlikte oluyormuş. O yüzden babasının kim olduğundan emin değilmiş... Sokakta el ele yürüyor diye ahlaksız olarak nitelendirilen ve el ele yürüyenlere şiddet gösterilmesi normal olarak karşılanan bir toplumda böyle bir olayı televizyonda milyonların karşısına çıkarmanın saçmalığı ve mantıksızlığını bir yana bıraktım. Çünkü kadının kaynanası ve kayın pederi torunlarının babasını kadından çok merak ediyorlardı. Aynı anda canlı yayında çocuğun babası olması muhtemel adam bağlanıp çocuk benimse onu geri alacağım deyince beynimdeki kıvrımların ısındığını hissettim. Ama hayır bu bir başlangıçtı tabi ki, adam çok yoksul, dokuz yıl boyunca çocuğu olabileceği ihtimalinden uzak, evi olmayan çalıştığı işyerinde yatıp kalkan, orada yaşayan biriydi. Program sunucusu çocuk sizin olsa bile nasıl bakacaksınız bu çocuğa diye sorunca, çocuk benimse onlara bırakmam alır çocuk esirgeme kurumuna veririm dedi... Olan biten tüm bu saçmalıklara sunucu ve orada bulunan bazı konularda uzman kişilerin ciddiyetle yaklaşıp yorumlar yapmaya başlamasıyla daha fazla dayanamayıp uzaklaştım aptal kutusundan... Bu bahsettiğim, ülkede milyonlarca insanın izlediği bir program... Milyonlarca insana bu olan bitenin normal olduğu ve herkesin başına gelebileceği gösteriliyor. Bu sadece küçük bir örnek. İnsanların hayatlarının nasıl dizayn edildiği öyle açık yüzlerine vuruluyor ve herkes öyle rahat kabulleniyor ki bu durumu...

bu hayatları dizayn etme konusunda, sistem mi çok başarılı yoksa insanlar mı bu kadar hazır programlanmaya emin olamıyorum bazen... İşte tam da bu yüzden düz mantık sahibi olmak gerekiyor. Süslenip şatafatla sunulanın altında gizlenen dayatmaları en basit halleriyle ortaya koymak, beklemedikleri yerden konuya girmek gerekiyor... Aksi durumda uzun bir süre daha ne parcalanıp yokolacağız, ne de bu dünyada bize ayrılan süreyi gerektiği sekilde iyi ve güzel şekilde geçireceğiz. Bize dayatılan tam olarak da bu değil mi? yok olmamızı istemiyorlar, hayatta kalmamızı ama sorunlu olmamazı bekliyorlar. böylece her zaman onların elinde olup, onların isteklerine hizmet edeceğiz... Doktor Freud olsaydı şimdi kaçınılmazdan zevk alma konusunda mutlaka ilginç bir örnek verebilirdi. Ama o bile şu an yaşadığımız toplum hakkında arastırmalar yapsaydı muhtemelen meslekten istifa ederdi. Bunu düşündükçe, bir tutunamayan, bir yabancı olma düşüncesi o kadar da rahatsız etmiyor beni artık...





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder