bazen insan anlatamadıklarını, yalnızlıklara yüklüyor. sonra alıp başını
gidiyor bir gece ansızın. eski siyah beyaz Türk filmlerinden kalmıştı bu
sevdanın kural tanımazlığı ya da inadına vurdumduymazlığı... ikimiz de
biliyorduk, başka bir şehrin adamıydım ben, başka
rollerin. repliklerimden aşırdıklarımla gelmiştim sana. ne
bekliyordun ki? söyleyeceklerimi tükettikten sonra, sana ne kadar
kalırdım?
her bulduğunda yitirdiğin, o sarıldığın, yüzüne gözüne, öpüşlerine hasret
kaldığın adam; bulutların arasından gülümseyen kış günesi gibi.
belki de ölümcül bir hastalığın, son darbesini vurmadan önce ki iyileşme
belirtileri gibi... benim geri dönüşlerim, kendime ihanetlerim. 'sen'
dediğim kadınım, benim çaresizliklerim... sarıldığın kolların ardından
gülümseyen, benim sessiz çığlıklarım. avuçlarının arasında ki dudaklarım.
ben şimdi hangi buluttan kurtulsam, aradığım senin yağmurların...
haklı olmak, kalemi elinde tutup kıran yargıç olmak neyi
değiştiriyor? kırılan her kalemde bir insan öluyor. ya kalemi kıranın
içinde, kaç varlık kendini yitiriyor? haklıyım. haklı olmak hala bir
halta yaramıyor...
öptüğüm, dokunduğum, sarıldığım yaraların... kenarlarından damlayan kan, bir
cam fanusun içinde ki gül gibisin... dokunursam kırılacaksın. dokunmazsam
solacaksın. küçük haylaz bir çocuğun pişmanlığı üzerimde, ne zaman
seni düşünsem, sana kullanılmamıs bir ben getirsem, nereye gitsem,
nereden bulsam, hangi yalanın gölgesine sığınsam olmuyor... durmadan
bir şeyler söylüyorum sana. seni yanımda tutabilmek için aklıma gelen
her şeyi yazıyorum. gittiğinden beri, sessizliginin hesabını soruyorum
kendime. ne zamandır konuşuyorsun? ne zaman başladın, bana anlatmaya
seni?
özlemlerin, seslenişlerin, haykırışların...
bu tuhaf hayat sirkinin en nadide parçalarıydık biz.
sen güneşime hasret,
ben sesine sağır...
sen varlığıma vurgun,
ben yokluğuna sürgün...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder