17 Şubat 2016 Çarşamba

Bilinçötem'den yansımalar-1

Bahaneler tükeniyordu bir bir. Vadesi dolmak üzere olan hayatın sonuna yaklaşırken canımı en çok sıkan, hazırlık yapmayışımdı. Bu rahatlığım, üzerime gelse de, uyusam geçer diyerek bırakıyordum kendimi yatağın şefkatli kolları arasına. Uyanınca geçmeyenleri televizyon izleyerek kandırıyordum. Biraz daha üzerime gelecek olsalar, bir sigara sonra bir kadeh daha içki... Sonra bir kadeh daha ve bir kadeh sonra, karışıyordu zaman. Geçmişle bugün arasında gitgellerimden sonra kıyıya vurduğumda öyle yorgun oluyordum ki, son bir gayretle yazıyordum her satırı. Her satır, biraz daha anlamlı, biraz daha okunaksız, bir öncekinden...

İnmek için düğmeye basınız! uyarı yazısı olmasa sanki inemeyecek insanlar bindikleri otobüsten. Oysa 'yaşamak için sokağa çıkınız!' yazısı olmalı her evin duvarında. Yoksa benim gibileri kaybedeceksiniz. Kabul ediyorum iddialı bir laf oldu bu. Kendimi sizin için bir kazanım olarak görme cürretini gösterdim. Bunun için özür dilemeyeceğim sadece ne yaptığımı bildiğimi farketmenizi istedim. Beni kaybetmeden asla bilemeyeceksiniz neden bahsettiğimi. Açıkçası bilmenizi de çok umursamıyorum. Şu an yaptığım tamamen kendimi tatminden ibaret.

Ertesi gün için çokça planlar yapan ve her sabah uyandığında vazgeçen biri için iddialı cümleler kurduğumun farkındayım. Bu kadar farkındalıkla sağlıklı bir hayata devam etmenin zorluğunu bilmiyor olabilirsiniz. Şimdi size bunu açıklamaya çalışmakla asıl yazmak istediklerimi ertelemek niyetinde de değilim. Ama aklımı olmadık düşüncelerle bulandıracaksanız sizi uyarmalıyım. Duymak istemediklerinizi söylemek gibi tuhaf bir özelliğim konusunda... Bunu ilk defa ne zaman farkettim hatırlamıyorum. Ama uzun bir süre önce olmalı çünkü uzun süredir çok gerekmedikçe konuşmuyorum...

Hiçbir şey yapmıyor olmanın sınırlarında geziniyorum günlerdir. Yapılacakları ertelemek için bahaneler bulma konusundaki ustalığıma ben bile hayran kalıyorum artık. İstekleri ve hırsları kaybolmuş bir ruh olarak, yazma konusunda gösterdiğim irade ise başlı başına bir tez konusu olarak incelenebilir aslında, davranış bilimleri akademilerinde. Yoksa fakülteler mi? Öyle bir bölüm var mı bilemiyorum ama sırf benim gibileri anlamlandırabilmek adına mutlaka açılmalı bence.

Bu anlama ve anlaşılma mevzusunu ise hala anlayabilmiş değilim. Tuhaflık bunun üzerinde bu kadar duruyor olmam. Sonuçta yaptıklarına ve yaşadıklarına anlam kazandırmak insanın kendi elinde olan bir seçim değil mi? Hem bu amaç doğrultusunda tek bir adım atmayacaksın, hem de konu üzerinde derin düşüncelere dalacaksın. Hayatı boyunca tek bir resim yapmamış birinin, bırak resim yapmayı düzgün bir çizgi bile çizememiş aynı adamın, kalkıp gördüğü tablolar hakkında eleştirel yazılar yazması gibi. Aslında sorun bu eleştirileri yapıyor olması değil, birçokları tarafından ciddiye alınmasıdır. Kim bilir?

Ciddiye alınmakla ilgili hayatım boyunca hiç zorluk çekmemiş olmamı da açıklayamıyorum mesela ama bu konu üzerinde hiç düşünmedim. Belki de herkes gibi işine gelenleri düşünüp, işine gelmeyenleri, televizyon izleyerek unutulacaklar arasına karıştırmakta usta olduğumdandır. Az önce farkettim. Anlatmak istediklerimi ne kadar uzun cümleler halinde yazarsam sanki ağırlıkları artıyormuş gibi, ben hafiflerken. Bu arada başlıca imla kurallarına tecavüz edercesine yok saymam, bu saçma oldu şimdi. Şiddet içeren bir fiilin ardından yokluktan bahsetmek yazmaya başladığım ilk andan beri yaptığımın ana fikri gibi oldu. Evet saçma oldu...

Şu an oturup duygusal ifadelerle, yaşadığım derin hayal kırıklarından bahsedebilrim ve sanırım ruh halim buna uygun. Oysa bazen hissettiklerimi değil, o hislerin nasıl doğduğunu, geliştiğini yazmak istiyorum. Doğan çocuğun cinsiyetine takılmadan yani. Hatta sağlılklı olup olmaması bile önemli değilmiş gibi. Evet bu son ifadem vicdansız bir insanın günah çıkarası gibi görünebilir. Yaptığım olumsuz benzetme için özür dilerim vicdanlı insanlardan. Ama 'benzetme' adı üstünde işte, kendi kendimi benzetiyorum ben durmadan. Yoksa her ne kadar vicdansız bir adam olsam da içimdeki çocuk sevgisini, bir çok çocuğu olan anne babada görememiş olmam hala kalbimi sızlatır. Üstelik benim kalbimi. O kadar vahim durum yani....

Konuyu daha fazla saptırmadan, en kestirmeden gitmek istiyorum. Yazma hali bir sevişmeyse, sonucunda ortaya çıkan metin, şiir, roman, düzyazı, senaryo her neyse bir çocuk olarak nitelendirilebilir. Belki de bu yüzden her yazar ya da şair, kendi beyniyle seviştiği anda ki zevki insan bedenlerinden alamadığı için yazmaktan vazgeçemiyor olabilir. Ya da ters mantık kuracak olursak, şair ve yazarlar yeterince sevişemediği için yazıyor da olabilir. Bu sizin olaya nereden baktığınıza bağlıdır. Kabul ediyorum, hiç tanımadığım ve okumadığım halde Freud'ça bir yaklaşım oldu bu. Daha fazla okumam ve araştırmam gerektiğini biliyorum ama siz de kabul edersiniz ki bu kadar az okuyup, bu kadar çok yazabilen birinin, okuduklarının artmasıyla kafayı sıyırması içten bile olmayacaktır.

Belki de benim gibilerin, gece yarısından sonra uyanık kalması yasaklanmalıdır. Ve mümkünse bedenlerini kullanacakları işlere yerleştirilip, düşünmek yerine, üreterek topluma daha faydalı olmaları sağlanabilir. Çünkü şu halimin, ben dahil kimseye bir faydası olmadığının farkındayım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder