7 Ekim 2015 Çarşamba

şehrim İstanbul...

bir şehirden korkuyordu adam,
sokaklarıyla yüzleşmekten,
kaldırımlarını saymaktan,
çizgilerinden en çok,
karamsar, mutsuz bakan binaların...
ne yağmurunu seviyordu,
ne rüzgarı iyi geliyordu yalnızlığına.
suratına çarpıyordu çaresizliği,
çaresizlik,
en çok bu şehirde sarıp ellerini boğazına,
kesiyordu nefesini insanın...

önce hayalleri çekip gitmişti adamın,
çok eşyalarla doldurulmuş,
ama eskitecek kadar kullanılmamış,
üç oda bir salon,
salon,
en zor ısınan olurdu her zaman,
ve insan,
yalnız yatınca değil o iki kişilik yatakta,
tek kişilik bir kanape de yatsa bile,
sıcak bir insan nefesine hasret kalırdı,
insan nefesi değil,
O'nun nefesinin sıcaklığına,
soğuk olsa bile,
önemli değil...

sonra gercekliğini kaybetti adam,
bir düşler diyarında,
çalan saatin sesiyle uyandı...
hangi düş,
uyandırma sesini barındırırdı,
en güzel yerinde...
uyanılacak düşleri neden kurardı insan?
gerçek korkularını kaybederse diye bir gün,
hatırlamak için mi?

ahşap zeminin ürkekliği var içimde.
topuklarımı biraz sert bastıracak olsam,
çatırdayacak...
kırılma korkusu değilde,
kırılmayı düşünme korkusu kaplıyor heryerimi.
zamanının ötesine geçmiş,
bir martı süzülüp geçiyor,
balkon manzaramın arasından.
kanatlarına tutunup gidesim geliyor,
gitmek...
ne zaman geldim ki kendime?
 
bir uçakla yolculuğa başlıyor adam.
kemerinizi takın ışığı yanıyor,
üstelik koltukları dik hale getirmesi istenirken.
bilmem kaç kilometre hıza çıkarken,
kemiklerindeki o basıncı hissediyor,
iç kulağı karıncalanıyor,
önce bir titreme,
titreme artıyor,
sonra yerden havalanıyor uçak,
önce titreme geçiyor geldiği gibi,
sonra üzerindeki basınç,
ardından ışıkları sönüyor,
kemerinizi takın'ın
gözlerini açıyor adam...
pencereden dışarıya bakıyor,
geride bırakırken hayatını,
küçülüyor...
korktuğu şehir küçülüyor...
avucuna sığacak hatta,
bir daha dönmeyecek sanki,
sanki dönmeyeceği korkular,
bir gün en olmadık yerde,
karşısına çıkıp onu
bulamayacakmış gibi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder