3 Mart 2017 Cuma

Annem...

insanların mutfak kültürü var. Birlikte yemek hazırlayıp yedikleri, derin tartışmalara girip sohbetler ettikleri, şakalaştıkları, hatta odalara sigara kokusu sinmesin diye bir penceresini açıp sigara içtikleri. Büyük dolapları var mutfaklarında, evde yaşayan diğerleri görsün diye kağıtlara notlar yazıp kapaklarına yapıştırdıkları. Bir nevi telefona mesaj bırakır gibi kullandıkları, haberleşme merkezi gibi... Büyük bir buzdolabı var mutfaklarında aynı zamanda. Küçük mıknatıslı nikah şekerleri ya da biblolar tutturdukları kapısına. Belki görüldüğü an insanın neşesini yerine getirecek, dudaklarına tebessüm bırakacak, mutla anların sergilendiği fotoğraflar yapıştırılan... Bazı büyük mutfaklar, balkona çıkış kapısı barındırır bir köşesinde. İnsanlar o kapıdan çıkıp manzaralar karşısında oturup balkonda çaylarını içerler. Bir nevi 'gerektiğinde çıkabilirsiniz' yükümlülüğünü de taşır orası. Bunaldığında beton duvarların arasında. Bazı mutfaklarda küçük televizyonlar var, bazılarında radyolar, zaman değişti gerçi, şimdi telefon da aynı işlevi görse de hala bu geleneği koruyan mutfaklar var hala. İnsan tek başına bile olsa o genişlikte, bir ses bir görüntü yanında olur. Ne kadar mutsuz da olsa insan, o geniş mutfağa girince değişir içindeki sıkıntıların yeri. geçmese de mutfağa girmeden önceki halinden daha iyi hisseder. hele ki sevdiği bir yiyecek varsa o geniş tezgahın bir köşesinde, biraz da acıkmışsa başka ne ister ki?

Mutfak kültürünün insan hayatı için bir gereklilik olduğunu ilk defa sekiz yaşındayken evine misafir olarak gittiğim ilkokul arkadaşımın evinde anladım. Bir binanın dördüncü katına hayatımda ilk defa asansöre binerek çıktığımda anlayış kapasitemin değiştiğini farketmiştim bile. Sonraki hayatım boyunca yaşadığım evler en fazla ikinci kattaydı ve hiçbirine asansörle çıkılmıyordu. yeni bir keşifti benim için. Sokakta yürürken başını gökyüzüne kaldırdığında ilk defa uçağı gören insan da benim asansördeki yolculuğunda hissettiğimle aynı duyguları yaşamıştır. Asansörün içinde ki hafif sarsıntılı yeryüzünden yukarı doğru olan yolculuğum sırasında korkup, yan taraflardaki metal tutacaklara sımsıkı sarılsam da belli etmedim. belli etmedim diyorum çünkü etseydim arkadaşım alay ederdi benimle, etmedi. Asansörün biraz ani ve sert duruşunda bile soğuk kanlılığımı korudum. tabi ki o yaşlarda soğuk kanlılığın ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama bazen korumak için bilmeye gerek yoktur bazı şeyleri. Hissedersin ne yapacağı yaparsın.

ikinci büyük keşfim asansörden dışarı çıkınca dairenin kapısı oldu. Genelde yaşadığım sokaktaki tek tük binaların dış kapısı kadar büyük bir kapıydı bu. Diğerleri gibi metal değil ahşap! Kapıya dokununca ahşap olduğu yanılgımın renginden ve üzerindeki pütürlü görüntüsünden kaynaklandığını anlayınca şaşkınlığım arttık. Metaldi çünkü kapı, o zaman bilmiyordum ama çelikti. Kapının tam ortasında, ancak elimi iyice yukarı kaldırıp uzanabileceğim yerinde altın renkli bir tokmak vardı. O an tokmak olduğunu biliyor ve ona dokunmak istiyordum ama arkadaşım kapının sol tarafında, duvardaki zilin düğmesine basınca benden önce, o tokmağa dokunmanın saçma olacağına karar verip bu isteğimi yutkundum. Tabi bunu da belli etmedim. Yutkunduğum anlarda kimseye belli etmemede ki ustalığımın ilk belirtileriydi bunlar. Sonraları öyle geliştirdimki bu özelliğimi, ağlarken bile belli etmemeyi öğrendim. Belki de benim doğa üstü yeteneğim budur. Neyse, o büyük ahşap görünümlü metal kapı, öyle hafif bir şekilde açıldı ki, sanki yerçekimsiz bir ortamda süzülen eşya gibi. yerçekimsiz ortamın ne demek olduğunu o zamanlarda bilmiyordum, ama bilseydim o eşikten evin içine geçerken korkardım bende hafifleyeceğim diye iyi ki bilmiyormuşum. İşte o kapının eşiğinden geçerken daha fazla karşı koyamadım içindeki isteğe ve o muazzsam kapıya parmaklarımın ucuyla dokundum. Küçük parmaklarımda ahşap sıcaklığı beklerken metal serinliğini hissedince duraksadım bir an. beynimin o kapıyı tanımlaması zaman aldı çünkü. Önyargılar insanların zaman kaybetmesine neden olabiliyor bazı durumlarda, kavrama esnasında gerçekleri. neyse ki duraksamamı ne arkadaşıma ne de kapıyı açan annesine farkettirmeyecek kısa sürede örtbas ettim. Ha bu arada küçük bir dipnot vermeliyim sanırım. Kapıdan içeri girmeden ayakkabı çıkartılmasına alışkın bir birey olarak yetiştirildiğimden dolayı, arkadaşımın içeri girdikten sonra ayakkabılarını çıkardığını, ayağımdaki çorabın altındaki fayansın soğukluğunu hissedince farkettim. O an bu şaşkınlığımı örtbas edemezdim çünkü ayakkabılarım arkamda kalmış girmiştim bir defa içeri. Arkadaşım bir iki daha adım attıktan sonra ayakkabılarını çıkarıp, sağ taraftaki ayakkabı dolabına yerleştirirken geri dönüp ayakkabılarımı almak için hareketlendiğimde annesi, sen içeri gel ben alırım dedi. Bu bir emirmiydi, yoksa bir şefkat gösterisi mi ne o an ne de şimdi tam olarak bilemiyorum. Demek ki bazı şeyleri büyüse de anlayamıyor insan. O halde neden büyüyoruz ki?

Şaşkınlıklar ve keşifler bitmiyordu. Kapısının önünde durabilecek ayakkabılar için büyük bir dolap kullanılması gereksiz geldi. Sonra yaşadığım evi düşündüm. Ayakkabıların sürekli dışarıda bırakıldığını, sanki dışlanmışlar, o evde istenmiyorlarmış gibi davrandığımızı. Oysa bu evde yaşayanların ayakkabıları öyle değerliydi ki onlara için özel dolap bile vardı. Kendimi düşündüm, ayakkabıları bırak benim bile bir dolabım yoktu. hatta bir yatağım da yoktu. Misafir geldiğinde üzerinde oturdukları, açıldığında yatak olan bir kanapede uyuyordum. Tamam bu kendimle ilgili ayrıntıyı farketmemin nedeni evin oturma odasına girdiğimde karşı karşıya kaldığım manzaraydı. Yaşadığım evin iki odası büyüklüğü genişliğinde ve yüksekliği amcam ellerini havaya kaldırsa bile uzanamayacağı kadardı. O zamanlarda tanıdığım en uzun boylu insan amcamdı, gelişme çağımdan sonra ondan bu rütbeyi ben devraldım ama şimdi bile gitsem o tavana değemezdim. Asıl işin ilginç yanı o koca salonda kanape yoktu. Köşeli koltuk takımı, bir tane ikili, bir tane tekli koltuk ve ortada cam bir sehpa vardı. Koltukların minderleri öyle kabarıktı ki oturduğunuz zaman gömülüyordunuz içine. O koltukların nasıl açılıp yatak haline gelebileceğini tasarladım bir süre kafamda. işin içinden çıkamayınca dayanamayıp sordum arkadaşıma, 'bu koltuklar nasıl açılıyor?' diye... Arkadaşım önce anlamadı. Açılmaktan ne kastettiğimi sordu. O an işlerin benim için gülünç bir hal alacağını hissetsemde beynimi kemiren meraktan sıyrılamıyordum. İnsanın başına gelen bazı kötü ve gülünç durumların meraktan kaynaklanabileceğine dair ilk işaretim buydu ama ben bu işaretleri çözmeye başlayana kadar önümde bir kaç yıl daha vardı. 'Yani,' dedim, 'nasıl açıyorsunuz bu koltukları? yatmak için...' Arkadaşımın kahkahasıyla birlikte yüzümdeki sıcaklığım artması aynı anda oldu. 'Bunlar yatmak için değil ki, oturmak için!' dedikten sonra iki elini koltuğun kenarına bastırıp kendini bıraktı yumuşak ve kabarık minderlerin üzerine. İyice yayıldıktan sonra, 'herkes kendi odasında yatıyor...' dedi. 'Herkes' demişti, 'kendi odası' demişti. Bu cümleyi idrak ederken zorlandığımı itiraf etmeliyim. Çünkü benim yaşadığım evde anne babanın odası vardı bir de oturma odası vardı. Oturma odası oturanlarındı, onlar da zaman zaman gelen misafirlerdi. Kardeşim ve ben de o misafirler gibi gece olunca orada uyuyorduk açılıp yatak olan kanapelerde. Arkadaşımın da bir kardeşi vardı. Sanırım dört kişilik bir ailenin her bireyi için 'kendi odası' olma kavramı, kavrayabileceğimin ötesindeydi. Neyse ki  arkadaşım fazla zorlamadı bünyemi, hadi gel benimle deyip, koltuktan aşağı atlayıp daha önce farketmediğim, oturma odasındaki bir çok kapıdan birine doğru gitti. Bu kapıların, bizim evin kapısı boyutlarında olduğunu şu an söylemem gereksiz olabilir ama bu da keşiflerimden biriydi. belirtmeden geçmek istemedim. Sanki bu evde, benim yaşadığım evlerden bir kaç tane vardı.

Arkadaşım, bizim evin kapısı kadar büyük bir kapıdan odaya girdi. İlk hangisi dikkatimi çekti şu an net hatırlayamıyorum. Sanırım açık mavi renkle boyanmış duvarlardı. Sanki gökyüzüne çıkmışım gibi hissettim. kapıdan içeri girince karşıma arkadaşımın yatağı geldi. Kanape olmayan bir yatak, sadece annemle babamın yatağı böyleydi, bu ise o yatağa göre biraz daha küçüktü. Yatağın üzerinde sanki Fenerbahçe'nin büyük bir bayrağı serilmiş gibiydi. Gözlerimi açtım iyice. Neden yatağın üzerine bayrak serilsin ki? Biraz daha yaklaşınca bunun bayrak değil de, çarşafın desenleri olduğunu anladım. Beşiktaş bayrağının uyuduğum kanapenin üzerinde serili olduğunu düşündüm bir an, hoşuma gitmedi. Kanape olunca gelecek oturacak birileri üzerine, oturmasınlar! Olmasın böyle bir şey. Hem benim çarşafımda Beşiktaş amblemi olursa ben onu tavana asardım yatağa sermezdim. Her sabah uyanıp gözlerimi ilk açtığımda onu görmek için...

Yatağın sol tarafında bir çalışma masası vardı. Çalışma masası olduğunu o zaman bilmiyordum. Zamanla okuduğum kitaplarda yapılan tasvirlerde ve önünden geçtiğim bazı mobilya mağazalarının vitrinlerinde gördükten sonra öğrendim. Ders kitapları ve defterleri masanın iki tarafında düzgünce duruyordu. Ortada bir masa lambası, kalemlerin konduğu, üzerinde cizgi film karakterleri olan bir kutu vardı. Yataktan dikkatimi alıp masaya verdiğimde farkında olmadan yaklaştım. Masanın önünde daha önce hiç görmediğim siyah, alt tarafında tekerlekleri olan bir sandalye vardı. üst tarafını tuttuğumda bana doğru dönünce korkup elimi çektim, kırdım mı diye... ama valla bak çok yavaş tutmuştum. Niye öyle dönmüştü ki sandalye. Elimi çekince arkadaşım benim elimi çektiğim yeri tutup sandalyeyi kendine cevirip oturdu üzerine. kendi etrafında bir tur atıp tam karşımda durdu. Sanki bilim kurgu filmlerinde gibi hissettim kendimi. Hayır tabi ki o zaman bilim kurgu filminde hissetmenin ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama bilseydim öyle derdim kendime. Sonra yarım tur daha dönüp masaya dönünce arkadaşım ben de masanın yan tarafına geçetim. Arkadaşım yarına hazırlamamız gereken ödevi yapıp yapmadığımı sordu, uzanıp sağ tarafında duran defterlerden birini eline alırken. Ben de hazırlamadığımı söyledim. Soruların olduğu sayfayı açıp benim olduğum tarafa sürekledi defteri masanın üzerinde. Ben soruları daha net görmek için defterin üzerine eğildiğimde masanın üzerindeki lambanın düğmesine basıp yaktı. Masanın üzeri aydınlandı, sanki oda aydınlık değilmiş gibi. Yine tuhaf geldi. Odanın tavanında zaten yanan bir lamba varken, masanın üzerinde ayrı bir lamba olması gereksizdi çünkü. Elektrik israfı diye düşündüm ama sesimi çıkarmadım. Keşke çıkarsaydım da, sessizce kaldığım anda aklıma gelen ilk soruyu sormasaydım. 'Sen ödevlerini burada mı yapıyorsun?' Arkadaşımın yüzünde, koltuklarla ilgili soru sorduğumda beliren ifadenin aynısı belirince, başıma neyin geleceğini anlayıp yutkundum ustalıkla. Ama yutkunmamı saklayabilme yeteneğim sonraki alaya alınma halinden koruyamayacaktı beni. tabi ki arkadaşım alay etmedi benimle. O ne zaman benim sorularımı tuhaf bulup kahkaha atsa, ben kendimi alaya alıyordum. Yıllar boyunca üstesinden gelemediğim rahatsızlıklarımdan biriydi bu. ne zaman biri karşısında gülünç duruma düşsem, kendimle alay edip aşağılıyorum. Bu yüzden belki de mümkün olduğunca az konuşup, gereksiz sıkıntılardan uzak tutuyordum kendimi. 'Başka nerede yapacağım ki ödevi?' dedikten sonra kahkahasını serbest bıraktı. 'ödev başka nerede yapılır ki?' Kendime sordum bu soruyu sanki cevabını bilmiyormuş, o an bulacakmışım gibi. Oysa biliyordum. Oturma odasının bir köşesine yığılımış kitap ve defterlerden birini alıp, sonra kaybolmasın diye çantadan çıkarılmayan kalemlerden biriyle, yere serilmiş kilimin üzerine uzanıp yapılır dedim. Bunu kendime söyledim. Ödev çoksa yani uzun sürerse, uzandığın o yer kemiklerine batar, bu batma acısına katlanmaya devam edersen bittikten sonra doğrulduğunda heryerin ağrır, odanın tavanındaki ışık az geldiği için deftere fazla yaklaşırsın bir süre sonra gözlerin yanmaya ve kaşınmaya başlar, dayanamayıp kaşırsan gözlerin sulanır, sanki içine çivi batıyormuş gibi hissedersin ama o ödevi bitirmezsen oradan kalkamayacağını bilirsin, o yüzden gözlerinden damlalar defterin yaprağını ıslatır, sonra kazağının koluyla, yaprağın üzerindeki o damla daha fazla yayılmadan almaya çalışırsın, alamazsan az önce yazdığın mürekkep dağılır ödev piç olur, daha çok ağlarsın, daha çok ağlarsan defter piç olur, başka defterin yok, yenisi alınmaz diyemezsin... Bunların hepsini kendime söyledim, masa lambasının ışığıyla aydınlanan defterin altın kaplamalı çok değerli olduğunu düşünürken.

Ben bu düşünceler arasındayken annesinin sesini duyduk.'Çocuklar yemek hazır! hadi gelin...' Arkadaşım bir hevesle dönen sandalyesini usta bir pilotun uçağını döndürmesi gibi çevirip arka tarafına inip hızlı adımlarla çıktı odadan. Ben düşüncelerimin ağırlıyla olmalı, yavaş hareket ediyordum. Emin değilim, belki biraz daha uzun süre kalmak için bir odanın, birisinin odasının, kendi odamızın kavramı içinde, her adımda ezberliyordum her köşesini... Salona geçtiğimde arkadaşım orada değildi. Bir gün için bu kadar şaşkınlık fazlaydı artık. Biraz kızar gibi oldum benimle dalga mı geçiyorlardı? Annesi yemek hazır diye seslenmemişmiydi? Evet öyle seslenmişti. Ama salonda ne yemek, ne yerde bir sofra, ne arkadaşı ne de annesi yoktu. Beni mi deniyorlardı? O sırada Salondaki başka bir kapı aralığından arkadaşımla annesinin seslerini duydum. Birbirlerine birşeyler söylüyorlar, tabağa sürten kaşık sesi geliyordu. Ne yapmam gerektiğinden emin değildim. O aralık kapıya gidip diğer odaya mı geçmeliydim, yoksa salonda bekleyip sofranın hazırlanmasını mı? Ne yapmam gerektiğini beklerken zaten salonda beklediğimi farkettim. Kararsızlık da bir tercih olabiliyormuş zaman zaman. Bunu da yıllar sonra anlayacaktım. her ne kadar en kötü tercihlerden biri olsa da...

Arasından seslerin geldiği kapıya karşı salonun ortasında ayakta durup öylece bakarken kapının hareketlendiğini gördüm. Bilim kurgu filmlerinde önüne gelinince kendiliğinden açılan kapılar gibi, yok artık tabi o an böyle hissetmedim ama bilim kurgu filmi kültürüm şimdiki kadar gelişmiş olsaydı kesin öyle hissederdim. Sanki kapı kendi kendine açıldı ve durdu. Ardından arkadaşımın annesi göründü, bana bakıyordu. Bakarken durdu. Sanki davranışıma bir anlam vermeye çalışıyormuş gibiydi, ya da ben öyle hissettim. Neden insanlar benim davranışlarıma değer verme gereği duysunlar ki. Üstelik daha sekiz yaşındaydım. Kırk yaşına geldiğimde de hala aynı düşüncedeyim. neden insnlar bana önem verme gereği duysunlar ki... Zaten üzerinde çok durmadı arkadaşımın annesi davranışımın, 'hadi gel, çorban soğuyacak!' diyerek beni anlamak istemediğini belirtti. olsun. hala insanlar beni anlamak istemiyorlar. Alıştım sayılır. Ama o zaman biraz dokunmadı değil. Daha bacak kadar çocuğum neden beni anlayacak, anlamak için gayret sarfedecek kadar önemli bulmamıştı ki? Başka insanlar için ne kadar değerli/değersiz olacağıma dair ilk işaretlerden biriydi bu tabi ki bunu da yıllar sonra anlayacaktım.

Kadının sesiyle bir an titreyip kendime geldim. Şimdi kadın dediğim için umarım alınmaz ama bana değer vermeyen birine, arkadaşımın annesi diye hitap etmek istemiyorum artık. Kadın seslenmesini bitirip içeriye dönerken ben de onu takip ettim. Arkadaşımın kendi odasından biraz daha geniş bir odaydı bu. Kapısından içeri girince bir an duraksadım. tam karşımda büyük ve geniş masa, etrafında sandalyeler, sol tarafta büyük bir buzdolabı (Amcamın boyunda) yan tarafında başlayan mutfak tezgahı odanın diğer tarafındaki pencereye kadar uzanıyordu. Tezgahın altında ilk olarak çekmeceler vardı, onun yanında dış yüzeyi beyaz buzdolabına benzeyen ama tezgahın altına sığan bir dolap (sonradan bulaşık makinası olduğunu öğrendim. Bulaşık makinasının calışma mantığını kavramam çok zor oldu itiraf ediyorum. nasıl oluyorda bir makina, kirli tabakları içine alıp, onları köpürtüyor, altını üstünü ceviriyor, ondan sonra onları duruluyor yetmezmiş gibi kurutuyor. Bazen annemin bulaşıkları yıkarken ne kadar zorlandığını biliyordum. Öyle ayakta ıslak tezgahın önünde dikilip, sıcak ve deterjanlı suyun içine soktuğu ellerinin derisinin, bulaşık bitince buruştuğunu görürdüm. bazen yanağımı okşardı, o deterjan kokusunu alırdım nemli paramklarından. Bu işi o küçük makinanın yapabiliyor olmasını mantığımı kabul etmesi oldukça uzun zaman aldı.) sonra iki kanatlı kapak, onun da sağ tarafında bulaşık makinası gibi ama tam ortasında yuvarlak cam olan başka bir makina (çamaşır makinası, o yıllarda annemin küçük tüp üzerine koyduğu kazan içinde çamaşırlarımızı kaynettığını hatırlıyorum. takdir edersiniz ki, o bilinç seviyesindeyken bu gördüğüm çamaşır makinasını kabullenmem bir ütopya gibiydi. Zaten bu bahsettiğim zıtlıkları o an hissetmedim. O an için benim için tam ortasında yuvarlak cam olan dolaptı sadece) sonra yine çekmeceler, çekmeceler, çekmeceler... ne çok çekmece vardı. Masada benim oturmam gereken yeri işaretlermiş gibi konmuş çorba dolu tabağın yanına geçip, sandalyeyi çekip oturdum. Çorbamı içerken bir yandan da çekmeceleri saymaya çalışıyordum ama her yudumda kaldığım yeri şaşırıp en baştan başlıyordum. O sırada arkadaşım ve o kadın birşeyler konusuyordu ama sesleri çok uzaktan geliyor gibiydi. Çorbanın tadı çok güzeldi ve saymam gereken çekmeceler vardı.

Nihayet çorbamı da çekmeceleri saymayı da bitirdim. kaç tane vardı diye sormayın inanın hatırlamıyorum ama çoktu. Çorba içtiğim tabağı alıp kadın, başka bir tabakta köfte ve patates kızartması bıraktı önüme. Aldığı tabağı musluğun altında suya tutup bulaşık makinası olduğunu sonradan öğrendiğim dolabın içine yerleştirdi. kaşığımı dalıp çatal ve bıçakla birlikte bir peçete koydu masaya. Peçeteyi görünce dudaklarımın kirlendiğini düşünüp sildim. Ama kirlenmemişti. O zaman neden vermişti ki bu peçeteyi? Evde yemek yediğim zamanlarda dudaklarım ya da yüzüme yemek bulaşırsa yere serilen sofra bezinin kenarına silerdim. Peçete kullanmaya ne gerek vardı ki. İsraftan başka bir şey değildi, demedim. Düşündüm sadece. Kadın ketçap ve mayonez isteyip istemediğimi sordu. Ketçap ve mayonez? Arkadaşım sanki bu teklifi bekliyormuş gibi hemen ellerini uzatıp, plastik şişelerindeki ketçap ve mayonezi alıp, ağızları aşağı gelecek şekilde sırayla, ortalarından sıktı. Plastik şişeler üzerindeki resimlerinden ketçap yazanın domatesli olduğunu anladıysam da diğer beyaz renkli mayonezin neyli olduğunu anlamadım. Ama arkadaşım bunu seviyorsa güzel olmalı diyerek ikna ettim kendimi ve bende istedim. Aynı arkadaşımı taklit ederek tabağımdaki köfte ve patateslerin üzerine sıktım ikisinden de. Evet ilk defa ketçap ve mayonezin tadına baktığımda sekiz yaşındaydım, ikisi de hoşuma gitmişti. İkinci defa karşılaşmamız, lise zamanında yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan fastfoodlardan birinde olana dek o tadları hiç unutmadım. Bazı tadların değerini bilmiyor insanlar. Bu değer bilmezlik nereden geliyor hala tam olarak emin değilim. Ulaşılması kolay olduğundan mı, yoksa daha güzel tadların farkında olmaktan mı? Ama şu bir gerçek ki, o gün arkadaşımın evinde tadını aldığım ketçap ve mayonezin tadını, bir daha hiç bir zaman o kadar alamadım. Yine de değerlerini biliyorum, hiç unutmadım.

O kadar aç değildim, yani aç hissetmiyordum ama yine de hepsini bitirdim köfte ve patateslerin. Arından kadın o tabağı da alıp başka bir tabakta garip bir şey koydu önüme. Alt tarafı beyaz, üzeri turuncu ve şeffaf renkli (neydi diye sormayın adını hala öğrenemedim) hafif ekşi ama çok tatlıydı. Çabuk bitmesin diye çatalımın ucuyla küçük parçalar koparıp yiyordum. Bu hareketimi farkettirmemekte başarılı olamasamdan gerek, kadın 'daha var istersen' deyince kalan son parçanın hepsini birden ağzıma atıp, 'teşekkür ederim, gerek yok' dedim. ne vardı sanki o anın büyüsünü bozmasaydı. kadın demekte haklıymışım değil mi? Arkadaşımın annesi demek yerine... Aldığım tadların hazzıyla kendimden geçmişken, kadın önümde ki tabağı da alıp sonradan bulağık makinası olduğunu öğrendiğim dolabın içine yerlestirdi. Sonra bir iki düğmesine basınca dolaptan su sesleri gelmeye başladı anlamadım ne olduğunu, soramadım da. Bir gün için yeterince keşif yapmıştım ve bünyemin yeni şaşkınlıklar kaldırabileceğine inanmıyordum.

İşte hayatımda ilk defa mutfak kültürüyle tanışmam böyle oldu. Kırk yıllık hayatım boyunca dört ev değiştirdim. Hiçbirinde mutfak kültürüyle kendi evimde tanışamadım. Çünkü benim evimdeki mutfaklar aynı anda tek kişinin sığabileceği kadar yalnızlık taşıyordu. Bizim mutfağımıza giren yalnız kalıyordu, bu yüzden annem yıllarca yalnız yaşadı, mutfakta geçirdiği saatleri. Ayakta durdu, beli ağrıdı belki, belki elleri yandı bulaşık suyunda, yemekleri tek başına yaptı, annem de biliyordu oturma odasında yerde yemek yenmeyeceğini, annem de biliyordu, çocuklarının bir odası ve çalışma masası olması gerektiğini... biz öyle yerde ödev yaparken kıvrandığımızda içi gidiyordu belki, belki bu yüzden bazen biz azıtıp yaramazlık yaptığımızda hakettiğimiz kadar kızmıyordu bize, kıyamıyordu. Belki yatağımız olmadığı için her gece diğer çocuklardan daha fazla televizyon izliyor daha geç uyuyorduk, sabah zorla uyanmamıza rağmen, yakınmasına rağmen bir daha size televizyon izlemek yok diye, gecesinde yakınmasını unutmuş gibi yapması bundan değil mi? Annem de biliyordu, devasa büyük kapılı evlerin varlığını, açılmayan yalnızca koltuk olarak kullanılan ve misafirlerin oturdulduğu koltukları, her çocuk için ayrı odaların ve çalışma masalarının olduğunu, büyük bir mutfağın ve o mutfağa birden fazla kişinin sığabileceğini, bulaşıkları ve çamasırları yıkayan makinaların varlığını biliyordu elbet, ağzımızı silmemiz için peçete kullanmamız gerektiğini de, masanın altına serilen bezin kenarı yerine...Biliyordu... Oğlunun o gün o eve gittiği zaman görüp keşfettiklerini, şaşkınlarını da biliyordu, o günden sonra oğlunun asla diğerleri gibi yaşayamayacağını da biliyordu. Benim isyankarlığımı anlııyordu, vazgeçişlerimi, tutunamayışlarımı. Belki bu yüzden kırk yaşına geldiğim halde bana bakmaktan vazgeçmiyordu....

Ahhh be annem... ne oldum ben, ne olmadım... Ne yaşadım hayatı dilediğimce, ne vazgeçtim. Hırslarımda yok oldu, isteklerimde. Bir mutfak kültürüm yok diye şimdi söylediklerime bak... senin gibi bir annem var diye şükretmiyorum diye belki de, tanrım kızıyor bana....elimdekinin kıymetini bilmiyorum diye...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder