bazen öyle güzeldir ki hayat,
tanırsın o maskeyi,
en kirli planlarını saklar...
tutunduğun yerden saldırır sana hayat,
çünkü bilir,
başka türlü yakamaz canını...
mutluluğu yazabilir misin?
bilmediğim yerden sorma bana!
beni sevebilir misin?
tutunduğum yerden,
vurma bana...
dursam uzak,
nereye kadar?
senden ayrı,
geçer mi sonbahar?
tenin düşlerimin aydınlığı,
karanlık yormadın mı beni?
sesin yorgun,
sesin bir sonbahar rüzgarı,
sesin,
herkes sussun!
seni dinleyeceğim...
bir adam bir kadına ne kadar tutulabilirse,
o kadar tutuldum sana...
bir dal neresinden kırılırsa,
oradan kırıldım....
sevdiğim yerlerime vurma!
başka bir şansı yok çaresizliğimin...
bu kadar güçsüzüm diye hor görme,
yeniden
ayağa kalkacak takatim yok benim!
bu kadar çok sevme beni!
doğmayacak günlerin umuduna bağlayıp durma!
kalsın yaşadıklarımız yarım,
ağzımda hala tadı,
diri göğüslerinin..
ve kokusu kadınlığının...
kollarımda başka bir dünyaya uyandığın.
ne çok yorduk kendimizi,
inandırdık belki,
olmayacakların,
büyüsüne...
sahiden olmayacak mı?
seninle sırılsıklam bir düşün altında,
tenin tenimde,
yanmayacak mı?
sevmek nasıl birşeydi?
tutmak ellerinden?
tutamasakta,
sevgili
affeder mi?
alır mı koynuna?
titrerken,
kurumuş dudaklarımdan öper mi?
geçer mi uyusak?
geçmezse,
kaç gün daha,
ağlamak,
doldurur bu boşluğu?
dolmayanları ne yaparız?
başka yalanlarla mı avutacağız?
27 Eylül 2015 Pazar
yetmez...
nasıl bi ironi bu
oysa ben kendimi ihtiyar sanırdım
doymamak nasıl bir duygu billimisin?
aç kalmak
yasayamadıklarına aç kalmak
tadını bilmek
doyacagını bilmek ama yine de ac kalmak
başka tadlar bulursun
başka zevkler
ama yine de doymazsın
aç kalırsın
öyle açım şimdi
sanırım beni bir tek sen
anlarsın....
geçmez
sen geçti diye
başka bir geceye sararsın kendini
bir bagımlı gibi
istersin
istemek yetmez
damarlarına yayılır yoksunluk
teslim olursun
yetmez
ruhunu verirsin
boşuna
ruhsuzluğunla kalırsın başbaşa
yabancı bir bedende uyanırsın her sabah
her gün bir yabancı gibi dokunursun etrafına
yetmez....
bırakırsın kendini bir yabancının kollarına
beklentisiz, umarsız...
yeni bir sabah olur
yeni bir sabah, yeni bir sen etmez!
kırılır direnci ruhunu
vazgecmek istersin
ansızın biri gelir tutar yakalarından
24 Eylül 2015 Perşembe
3 ve 4
3.
10.30
Anahtarını
kapının kilidine yerleştirip çevirdi. İçeri girdiğinde kalem
hala olması gereken yerde, halının üzerinde duruyordu. Yatak
odasına gitti. Telefonunu yere düşürmüştü. Eline alıp tuş
kilidini açtı. Ekranında 8 cevapsız çağrı ve bir mesaj
olduğunu gördü. Çağrılardan 4 tanesi Mehtap’tan gelmişti
diğer dört çağrı ise daha önce kayıt etmediği yabancı bir
numaradan. Sonra mesajlar kısmına geçip gelen mesaja baktı.
Cevapsız aramaları yapan numaradan geliyordu.
‘Programlamada
hata var. En kısa sürede görüşmemiz gerekiyor. Bu mesajı alır
almaz beni mutlaka ara !’
‘Nasıl yani…’
Saçma bir mesaj olmalı diye aklından geçirdi. Belki de
yanlışlıkla kendisine gönderilmişti. Silme tuşuna bastı,
telefonu masanın üzerine bırakıp bilgisayarının başına gitti.
Bilgisayarının düğmesine basıp açılmasını beklerken yerden
kalemi aldı. Bilgisayar fanlarının uğultusu bir an yükselip
azaldıktan sonra monitöre görüntü geldi. Bilgisayar tamamen
kendine geldikten sonra maillerini açtı. Üye olduğu birkaç forum
sitesinden gelen mailler dışında gönderenin isminin görülmediği
bir mail daha vardı. Herhalde bir reklam mailidir diyerek silecekti
ki yanlışlıkla silemeden açıldı.
‘Az önce
olanları sende gördün ve tamamen gerçekti. İnanmıyor
olabilirsin. Sana bu konuda açıklama yapabilmem için yüz yüze
görüşmeliyiz. ‘
Bu bir şaka
olmalıydı. Dersine girdiği sınıflardan birindeki bilgisayarla
arası iyi olan bir öğrencisinin düzenlediği iyi tasarlanmış
bir şaka diye aklından geçirdi. Mailin gönderilme saatine baktı.
02.15 dün gece uyumadan hemen önce gönderilmişti. Bunu daha önce
duymuştu. Bilgisayardan iyi anlayan bazı bilgisayar korsanları
bilgisayarına girip senin kameranı açıp seni izleyebiliyor hatta
kişisel bilgilerine ulaşabiliyordu. Kamerasını kontrol etti.
Monitörün üzerinde duruyordu. Evet, Evet kesin o çocuklardan
birinin işiydi. İyi de bildiği kadarıyla okuldaki en popüler ve
sevilen öğretmen O’ydu neden böyle bir şey yapsınlar? Maili
silinenlerin arasına gönderdi.
Son birkaç
senedir ilgi duymaya başlamıştı bilgisayarlara. Bunun en büyük
nedeni de Nadir’di. Çocukluk arkadaşı. Aynı mahallede
büyümüşler, askerlik görevi yollarını ayırana kadar nerdeyse
her şeyi birlikte yapmışlardı. İlk sigaralarını birlikte
Bakırköy sahilinde kayalıkların üzerinde içmişler, ilk flört
ettikleri kızlar bile kardeş ve birbirlerine çok benziyorlardı.
Ahmet üniversiteyi kazandığı zaman Nadir gereğinden fazla
uzattığı liseyi bırakıp askere gitmiş, askerden gelince vakit
kaybetmeden iş hayatına atılmıştı. İlk işinde bir klima
fabrikasında imalat bölümünde çalışmış kısa sürede kendini
gösterip şefliğe kadar yükselmişti. Yaklaşık on yıl kadar
çalıştıktan sonra büyük bir bilişim firmasında bilgisayar
departmanında görevlendirilmek üzere iyi bir teklif almış,
burada da yeteneklerini geliştirip sayılı bilgisayar
programcılarından biri olmuştu. Liseyi bile bitirememiş birinin
bu denli yükselip kendini geliştirmesi bir tezat oluşturuyordu ama
zekâsı ve yetenekleri tamamlayamadığı eğitiminin bütün
eksikliklerini gideriyordu. Lisedeki birçok inek tabirli arkadaşları
üniversitelerin en iyi bölümlerini kazanıp yıllarca işsiz
kalmıştı. Ama Nadir, sabırlı ve üretkendi. Okul dönemlerinin
aksine herkesten çok çalışıyordu. Yaptığı işi seviyordu ama
okulla arası hiç yoktu. Oda sevdiği işi yapmıştı.
4.
Bir sene kadar
önceydi. Ahmet bilgisayarına bulaşan bir virüs yüzünden
illallah etmiş, paraya kıyıp yeni bir bilgisayar almayı bile göze
almıştı. Nadir’i, fikrini sormak için aradığında ise
reddedemeyeceği bir teklif almıştı. Bir gecelik konaklama ve
birkaç bira karşılığında yeni bilgisayar masrafından
kurtulmak! Aslında bu bir süredir görüşmeyen iki arkadaşın
felekten bir gece çalması için bir mazeretti, onlarda
değerlendirdiler. O dönemin en yaygın ve etkili virüslerinden
biriydi bilgisayarına bulaşan. Basit ama etkili bu virüs bulaştığı
bilgisayarın sistem dosyalarına bulaşıyor, kullanıcı internete
bağlandığı anda devreye girip, kendi kaynak kodu üzerine bir
satır ekleyip karşı tarafa gönderiyor. Karşı tarafta, bu
virüsün kopyasının bulaştığı diğer bilgisayar bu yeni gelen
dosyayı alıp üzerine bir satır daha ekleyip başka bilgisayarlara
gönderiyordu. O an internette olan bütün virüslü bilgisayarlar
aynı şekilde davranıyor ve birkaç dakika içinde bu küçük
dosya binlerce bit boyutlarına ulaşıyor. Hem çalışan
bilgisayarı ölümcül derecede yavaşlatıyor hem de internet
trafiğini arttırarak bağlantıyı kopma noktasına getiriyordu. Bu
trafik yoğunluğu geniş bant internet bağlantılarını çökme
noktasına getirip, bulaşmış olduğu bilgisayarın işlemcisi ne
kadar güçlü olursa olsun yavaşlamasına hatta fazla ısınıp
yanmasına yol açabiliyordu.
-Bu makinanın
internet kablosu nerde?
Nadir vasfında
birinin sormaması gereken bir soruydu bu diye aklından geçirirken
aslında bu sorunun cehaletten değil de onu sınamak için
kullanıldığını fark edip bir an duraksadı Ahmet
-Meydey meydey,
cevap ver kule tamam!
-Tamam, anladık!
Uzanıp modemle
bilgisayar arasındaki kabloyu yerinden çıkardı.
-Sana yıllardır
söylüyorum. Bırak bu külüstürü artık. Sana ucuzundan iyi bir
bilgisayar toplayalım.
-Bana bu yetiyor.
Senin gibi günümü bunun başında geçirmiyorum. Benim için
internete bağlansın, ders notlarımı düzenliyeyim, arada bir
müzik dinliyeyim bana yeter. Ha bir de arada araştırmalarımda
bana yardımcı olsun
-Ne araştırması?
-Akademik
konular. Genelde bölümümle ilgili makaleler falan.
-Hayırdır? Bu
yaştan sonra başımıza profmu kesilicen?
Nadir’in sokak
ağzıyla konuşmasının nedenini hep lise terk olmasıyla
bağdaştırıyordu ama bariz bir şekilde bunun eğitimle değil de
O’nun karakteriyle ilgili olduğunu biliyordu. Lise değil birkaç
üniversite de bitirse, 60 yaşına da gelse, en elit ortamlarda da
bulunsa o hep aynı Nadir gibi konuşacaktı.
-Yo hayır,
sadece araştırmayı seviyorum.
-Dur dur yoksa
sen gece yarılarına kadar tanımadığın kadınlarla chat mi
yapıyorsun? Cevap verme! Ben şimdi senin son birkaç aydır
nerelere girdiğini anlarım.
Suratında
beliren kötü adamlara has sırıtmasıyla klavyeyi kendine doğru
çekerek ellerini tuşların üzerine uzattı. Usta bir piyanist gibi
hafifçe parmaklarını oynatıp sanatını icra etmeye hazırlandı.
Birkaç saniye sonra ekranda onlarca pencere açılıp kapanmaya
başladı. Sağ eli farenin üzerine gidip klavyeye geri dönüyor
sol eli ise klavyeden hiç ayrılmadan tuşların üzerinde dans
ediyordu adeta. Bir dakika kadar sonra en üstte açılan pencerede
bir liste belirdi. Son bir aydır girilen bütün internet adresleri,
giriş tarih ve saatleri hatta hangi sitede ne kadar süre kalındığı
listelenmişti. Nadir baştan sona bütün listeyi süzüp:
-Hım… Bir
rahibe kadar temiz görünüyorsun!
-Benim
çamaşırlarımı incelemeyi bırakıp şu illetten kurtulabilir
miyiz?
Duyduğu bu
sözden hiç memnun olmayan bir tavırla oflayarak ‘’-Okey
Dude.’’ dedi. Ekrandaki bütün pencereler bir anda kapanıp
karardı. Şimdi ekranın sol üst köşesinde imleç yanıp
sönüyordu.
-Dostum bu
külüstürün çalışmasını istiyorsan biraz mazot getirmelisin.
Yanında mümkünse tuzlu leblebi olmazsa tuzlu fıstıkta olur.
-Tamam, ama ben
gelene kadar başlama lütfen.
-Sanki
yaptıklarımdan bir şey çakacakmışsın gibi konuştun. Neden
seni bekliyeyim ki?
-Bekle dedim sana
iki dakika, zaten bir saattir boş boş eğleniyorsun.
İçeriye gidip
Dolaptan iki şişe bira çıkardı Ahmet.
-Bardak
istemisin? Diye seslendi…
-Gerek yok, sen
mazotu getir yeter.
Parmakları
arasına iki şişeyi sıkıştırıp diğer eline de leblebi dolu
kâseyi alarak arkadaşının yanına geldi.
-Manihaizm’le
mi ilgileniyorsun? Diye sordu Nadir.
-Mani ne?
-Manihaizm. Yani
Manicilik ((Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında
Mani tarafından kurulmuş bir dindir.
O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin
gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında
Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve
Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu
bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün,
çatışmasıdır.
Bu bakımdan din tarihi araştırmaları,
Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak
sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya
doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya,
Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık
ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl
gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve
İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan
sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı
Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.
Sanki
karşısındaki Nadir bir dakika önce gitmiş yerine felsefe ve
dinler konusunda uzmanlaşmış bir bilim adamı gelmiş gibi
hissetti bir an. Kafası karışmıştı Ahmet’in. Ansiklopedik
bilgileri sanki okurmuş gibi ezberinden bu kadar düzgün bir
şekilde açıklaması, televizyon ekranında unutulmuş dinleri
anlatan bir uzman edası katmıştı Nadir’e.
-Bu da nereden
çıktı şimdi. Sen bunları nereden biliyorsun?
-Az önce
gezdiğin sitelere göz atarken fark ettim. Manihaizm kelimesi çok
fazla geçiyordu.
O yığın
halindeki liste de bu kelimenin varlığını, daha doğrusu bu kadar
çok geçmesini fark etmiş olması şaşırtıcıydı. Daha
şaşırtıcı olan ise Nadir gibi biri nasıl oluyor da böyle bir
konu hakkında bu kadar bilgi sahibiydi.
-Ne yani birisi
benim bilgisayarımdan Manihaizm araştırması mı yapmış?
-Dışarıdan
birisi değil. Senin makinanı zombi (Bilgisayar korsanları illegal
bir eylemde bulunmadan önce sıradan bir kullanıcının
bilgisayarını ele geçirir ve işlerini bu bilgisayar üzerinden
görürlerdi. Literatürde bu tür makinalara zombi deniyordu )olarak
kullanacak birinin izine rastlamadım. Kaldı ki hiçbir bilgisayar
korsanı böyle bir araştırma yapmak için senin bilgisayarına
girme zahmetine katlanmaz. Günümüzde bu konuyu araştırmak mevcut
yasalara aykırı değil. Bu evde başka kim bu bilgisayarı
kullanıyor?
Bir an
düşündükten sonra son bir aydır hiç misafiri olmadığını
anımsadı Ahmet. Kaldı ki misafirleri gelse bile bilgisayarına pek
yaklaştırmazdı.
‘’-Mehtap
olmalı… ‘’Deyiverdi. Bu cevabı verdikten sonra yeni sorular
kabuğundan çıkmaya başladı aklının dehlizlerinde. Düşünmeden
verdiği bu cevap aynı anda başka soruları da getirmişti
peşinden.
Mehtap… Ama
neden, nasıl? Ne alakaydı Mehtap ve unutulmuş bir din. Mehtap
hayatı boyunca tanıdığı en materyalist insanlardan biriydi.
Felsefi ve dini konuları bırak araştırmak konuşmazdı bile. En
azından kendisiyle.
-Az önceki
listeyi yeniden görebilir miyiz? Diye sordu Ahmet.
Nadir angarya bir
işi yapmak zorunda kalan inşaat işçisi gibi hissetti kendini.
İtiraz etmedi. Birkaç saniye sonra liste ekrandaydı.
-Manihaizmle
ilgili adresleri filtreleyebilir misin?
-İstersen
hepsini düzenleyip harf sırasına koyup açıklamalarıyla
yazıcıdan çıkartayım?
-Bende bunu
düşünüyordum.
-Kafamı
buluyorsun benimle?
-Hayır ciddiyim.
-Yazıcının
fişini tak!
Birkaç
gösterişli parmak hareketi ve tuş sesinden sonra eski yazıcı
sanki işkence ediliyormuş gibi inleyerek kağıt çekip yazmaya
başladı. Toplam üç sayfa.
-Ne yapmayı
düşünüyorsun bununla?
-Araştırmak.
-Direk Mehtap’a
sorsan?
-Önce nasıl bir
şey olduğunu anlamalıyım. Sonra bu ilginin kaynağına inmek için
doğru soruları sorabilirim.
-Hiç
değişmeyeceksin dimi?
Bunu söylerken
kötü adam sırıtması dudaklarına yerleşmişti Nadir’in.
-Plansız
yaşayamadığımı biliyorsun benim.
-Bilmem mi?
Lisedeki o kız olayını hatırlıyor musun?
-Ama paçamızı
benim sayemde kurtarmıştık.
Liseye
başladıkları gün binanın 3. Katındaki sınıflarına
çıkmışlar, cam kenarında en arka sıradaki yerlerini almışlardı.
Ahmet diğer binayı izliyordu. Genelde fırlamalık yapıp başlarını
belaya sokan Nadir olurdu. Ama o gün farklıydı. Boş geçen ilk
dersin bitiş ziliyle diğer binadan çıkan kızları saymaya
başlamıştı. Binadan çıkan 17.sıradaki kıza gidip çıkma
teklif edecekti. 18. İse Nadir’in olacaktı. Nadir dünden razıydı
bu eğlenceye, hatta gaz vermek için arkadaşına:
‘’-Hadi len…
Sen gidip bir kıza çıkma teklif edicen, yeme beni… ‘’Demekten
geri durmamıştı.
14…15…16…17…
Düz siyah saçlı, beyaz tenli, parlak simli külotlu çorap giymiş
bir kız çocuğu çıkıvermişti kapıdan.
‘’-İşte bu
kız, ben gidiyorum…’’ Diyerek sırasından kalkıp kapıya
yönelmişti Nadir’in şaşkın bakışları altında. Nadir camın
kenarına çakılmış kızı izliyordu bahçe içinde. Ahmet hiç
sağa sola sapmadan direk kızın üzerine yürümüş, kız bu
yürüyüşten çekinip önce arkasını dönmüştü. Ama Ahmet’in
kararlılığı karşısında çok fazla direnmeden, bu teklifi
düşünmeden kabul etmişti. Kızın, Ahmet’in yanından
ayrıldığını görür görmez iki sırt çantasını birden
sırtına alarak koşturmaya başlamıştı. Nadir bir an duraksadı.
18. Kız kimdi?
18 ya da 19 çok
önemli değildi onun için. Şimdi önemli olan en yakın ve en
pısırık arkadaşının bir zafer mi yoksa hüsran mı yaşadığını
öğrenmesi gerekiyordu. Ahmet’in arkasından yaklaşıp ensesine
bir tokat yapıştırıp kahkaha attıktan sonra sordu:
-Naber Kazanova?
-Kabul etti.
-Nasıl yani olm?
Kız seni tanımıyor bile. Nasıl kabul eder?
-Etti işte. Ona
olanları öylece anlattım O’da tamam dedi.
-Çıkıyorsunuz
yani?
-Hayır
çıkmıyoruz.
-Dalga geçme olm
benle neyi kabul etti o zaman bu kız?
-Adı Suna’ymış.
-Bu mudur yani?
-Akşam 6 da
dersi bitiyormuş.
-Olm bizim ders
iki de biticek napcaz o kadar saat?
-Sen 18. Kızla
tanışacaksın
Nadirin bir an
kafası karıştı. Ne 18’i? Diyecek oldu.
-O kız
hangisiydi ki? Ben dikkat etmedim.
-Suna’nın kız
kardeşi. Beraber çıkmışlardı kapıdan…
-Hangisinin
kapıdan önce adım atarak çıktığını gördün yani?
-Suna önce
çıktı. Yoksa onunla konuşmazdım.
Nadir Ahmet’in
bu tür ayrıntılara takıntılı olduğunu ve yanılmayacağını
biliyordu. İtiraz etmedi.
-Ne zaman
tanışıyoruz?
-Akşam saat
altıda dedim ya.
Saat altıyı
biraz geçerken okulun çıkış kapısında iki kafadar
bekliyorlardı. Kızlar gülüşerek onlara doğru yürümeye
başladılar.
-Suna, Nadir.
Arkadaşım, sözünü etmiştim.
-Sevil, benim kız
kardeşim.
Dörtlü grup
otobüs durağına kadar yürüdüler. Çok fazla konuşmadan daha
çok Nadir’in kötü esprilerine gülmeye çalışarak ve çokça
göz göze gelerek…
-Nerede
oturuyorsunuz?
-Bağcılar
merkeze çok yakın.
-Sizinle
gelebiliriz.
Ahmet bu teklifi
sunarken Nadirin gözlerinde şimşekler çaktı.
-Olm mahalle maçı
vardı hani ona yetişecektik?
Kız gülümseyerek
-Yarın
görüşeceğiz nasıl olsa… dedi.
Ahmet itiraz
etmedi. Ayrıldılar.
-Kafanı mı
çarptın sen?
-Hayır.
-Olm sen böyle
değildin bir günde noldu sana?
-Aşık oldum!
Deyivermişti Ahmet kendisinin bile beklemediği bir itiraftı bu.
Sonraki günlerde işler farklılaştı. Suna’nın başka bir
çıktığı olduğunu öğrendiler. Ardından dört tane abisinin
olduğunu ve babası dâhil ikisinin polis olduğunu… Ahmet dayak
tehditleri almaya başladığında Nadir olaya el koyup Suna’nın
çıktığı çocuğun kolunu kırmasıyla sonuçlanan
etki-tepkilerin, platonik ve umutsuz bir âşık haline gelen
Ahmet’in tüm ayrıntılarıyla Suna’nın hayatının akışını
ezberleyip nasıl tesadüfleri kaderinin bir parçası haline
getirmeye başladığını gördüler. Nadir takip eden iki yıl
boyunca Sevil’le oldukça düzeyli! bir ilişki yaşamıştı.
Ahmet ise aksine hep bir mücadele içindeydi. Suna’nın hayatının
her köşesine dahil oluyordu ve bunu yaparken sanki kaderin onları
bir araya getirdiği izlenimini öyle ustaca veriyordu ki bir aşk
masalı çıkartılabilirdi bu hikayeden.
O gün okulu asacaklardı ve devamsızlıktan kalmamak için yok
yazılmamaları gerekiyordu. Cuma günü öğlen saatinde din dersine
girmişlerdi. Din hocaları Cuma namazlarına gitmesi için çocuklara
izin veriyor ve yok yazmıyordu. Okulun müdür yardımcısı bu
boşluğu değerlendiren çocukların kaçmaması için okulun arka
duvarındaki boşluğun dibinde nöbet tutuyordu. Ahmet din
öğretmeninden izin alıp çıkmak istedi. Nadir’in şaşkın
bakışları altında sınıf kapısına yürürken Nadir’e
kalkması için işaret etti. Nadir şaşkındı çünkü doğru
dürüst namaz kılmayı bile bilmiyorlardı şimdi ise Cuma namazına
gideceklerdi.
-Noluyo olm,
imanamı geldin mübarek günde?
‘’-Sen bana
bırak… ‘’Dedi Ahmet. Pusuya yatmış müdür yardımcısının
bir anlık dikkatsizliğinden yararlanıp koşmaya başladılar.
Yıkık duvarın aralığından eğilip geçerek özgürlüklerine
kavuştular. Arkalarından bağıran müdür yardımcısının sesini
duymazdan geldiler:
-717 Ahmet yandın
oğlum sen geri gelme sakın!
Ağzından
köpükler saçan müdür yardımcısını umursamadan tüm
güçleriyle sahile kadar koştular. Suna ve kardeşi orda
bekliyorlardı.
-Geldin…
-Senin için
dünyanın öbür ucuna gelirdim…
Sımsıkı
sarıldı kız çocuğuna zayıf kollarıyla. Saçları yüzüne
değerken kokusunu içine çekti.
-Seni seviyorum…
Nadir, Sevili
alıp uzaklaşmaya başladı. İki kişilik bir oyundu bu ve fazla
kalabalığa gerek yok diye aklından geçirdi.
‘’-Herkes
böyle söylüyor… ‘’Diye iç çekti Suna
‘’-Ama ben
seni seviyorum… ‘’Diretti Ahmet. Kız çocuğunun dudaklarına
dudaklarını yaklaştırıp. Onun nefesini içine çekti. İlk defa
o gün gerçek bir öpüşmeydi bu ve hayatının sonuna kadar tek
gerçek olarak kalacaktı belki de…
Ertesi gün sabah
okula geldiklerinde kapıdaki görevli öğrenci ‘717 Ahmet sen
misin?’ diye sordu sertçe. Müdür yardımcısı ikinizi odasında
bekliyor. Ahmet istifini bozmadan odaya doğru yöneldi.
-Şimdi boku
yedik olm. Bizi kimse kurtaramaz. Diye hayıflandı Nadir…
-Sen bana bırak…
Kapıyı çalıp
içeriye girdiler. Nadir ceketini iliklemeye çalıştı
beceriksizce. Ahmet ise kendinden emin davet beklemeden müdür
yardımcısının masasının önündeki koltuklardan birine oturup
bacak bacak üstüne attı.
-Sizi disiplin
kuruluna göndermeden önce söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Ahmet boğazını
temizleyerek
-Aylin Hanım.
Dedi
-Ne olmuş Aylin
hanıma?
-Her gün saat on
ikiyi iki dakika geçerken odanıza geliyor. Odanızın kilidi
kapanıyor. Yaklaşık 25 dakika sonra kilit açılıyor ve Nilgün
Hanım eteğini düzelterek odanızdan çıkıyor…
-Ne demek
istiyorsun?
Müdür
yardımcısı kıpkırmızı olmuştu.
-Aylin Hanım
vekil öğretmen. Burada kalabilmesi için müdür ya da sizin
tarafınızdan tavsiye edilmesi gerekiyor. Sanırım bu tavsiyeyi
aldı.
Müdür
yardımcısı yutkunarak masasındaki sürahiye uzanıp bardağına
su doldurdu.
-Bir şey ispat
edemezsin!
-Gerek yok zaten
söylentiler çabuk yayılır…
-Hemen bu odayı
terk edin sizi küçük piçler! Bir daha görmek istemiyorum sizi…
-Bir daha bizi
görmeyeceksiniz zaten. Biz mezun olana kadar bu bizim
görünmezliğimiz olacak!
Nadir kafası
karışmış ama ellerindeki bu kozdan müthiş zevk alarak
arkadaşına göz kırptı. Birlikte kapıya yönelip dışarı
çıktılar… Ahmet sanki on dakikadır nefes almıyormuş gibi bir
anda nefesini bırakıp derin bir iç çekti. Nadir’in sırtına
vurmasıyla öksürüğüne engel olamadı.
-Seni aşağılık
herif günlerdir her öğlen saatinde bunun için mi ortadan
kayboluyordun?
22 Eylül 2015 Salı
1 ve 2
1.
Tuhaf bir koku
alıyordu. Çürümüş elma ya da buna benzer hafif yanık kokusu.
Bir süre gözlerini bilgisayar ekranıyla aydınlanmış yarı
karanlık odada gezdirdikten sonra karşısındaki monitöre
odaklandı. Uzanıp klavyesinin yanında duran, geçen öğretmenler
gününde öğrencilerinden birinin hediye ettiği, metal kaplamalı
kalemi eline aldı. Metalin serinliğini parmak uçlarında
hissettikten sonra elini sağ tarafına doğru uzatıp kalemi boşluğa
bıraktı. Nerdeyse aynı anda elindeki serinliğin kaybolmasıyla
birlikte, kalemin halıya çarparken çıkardığı sesi duydu.
Karanlığın içinde bunu görememişti ama zaten görmesine de
gerek yoktu. Duyduğu sesten kalemin halının üzerine düştüğünü
anlamıştı. Kalem de, yerçekimi de, halı da görevini yapmıştı.
Basit komut satırlarına sahip bir kalem, halı ve yerçekimi tamda
programlandıkları şekilde davranmışlardı. Bu zincirleme
reaksiyonu anlamaya çalıştı. Etrafındaki her nesne
görevlendirilmişti sanki. En küçük atomların bir araya gelip
maddeyi oluşturması, o maddenin bir görev üstlenmesi ve diğer
maddelerle etkileşime girip yeni bir programın parçası olması.
Ve insan aklının bunu algılaması. Özüne inmeye çalışıyordu.
En temeline… Proton ve nötronlar.. Artı ve eksi kutuplar. En
temel kural buydu belki de. Bir ve Sıfır!
Sandalyesini biraz geri çekip öne doğru eğilirken vücudundaki
kanın yüzüne toplandığını, elmacık kemiklerine ve
gözbebeklerine baskı yaptığını hissetti. Karanlığın içinde
el yordamıyla kalemi ararken parmak uçlarını halının pürüzlü
yüzeyinde gezdirip kalemi buldu ve yeniden doğruldu. Yine o soğuk
his. Baş parmağı ve işaret parmağının arasında tuttuğu metal
parçası, yıllar önce daha küçük bir çocukken oynadığı
plastik arabanın telini anımsattı. Gülümsedi, derin bir nefes
aldıktan sonra gözlerini kapatıp parmaklarını hafifçe araladı
ve kalemin düşmesine izin verdi. O an için kalemin halıya çarpma
sesini duyduğunu hayal etti. Gözlerini açtı. Şimdi görmesi
gerekiyordu çünkü bir yanlışlık vardı. Uzun zamandır izlemeyi
planladığın filmi izlerken, bir bardak çay almak için yerinden
kalkmadan önce sahneleri kaçırmamak için kumandanın durdurma
tuşuna basarsın ve ekrandaki hareketli kare o anda donuverirdi.
Ekran da ki oyuncunun ağzı açık kalır, koluyla yanlışlıkla
çarptığı bardak masanın kösesinden düşerken içindeki su
sıçramaya başlar ve bütün damlalar, bardak öylece havada asılı
kalır. Şaşkındı. Ahşap masayla aynı hizada boşlukta duran
bir kalem. Bir şaka mıydı bu? Usta illüzyonistlerin numarasının
inandırıcılığını arttırmak için yaptıkları gibi ama bir
yandan da ürkerek elini kalemin etrafında gezdirdi. Görünmez bir
iple boşluğa bağlıydı sanki. Bir an için ipi gördüğüne
yemin bile edebilirdi ama dokunamadı. Dokunamıyorsan gerçek
değildir! Bir ürperti hissetti, ensesinden sırtına doğru inen
ter damlasının soğukluğuyla irkildi… Bu ancak filmlerde ve
kitaplarda olurdu ya da en azından sıradan insanların başına
gelmezdi. Bazen yaşadığı dejavuları, yada abartılı sezgilerini
saymazsak, doğaüstü güçlerle kuşatılmamıştı. Şehir
efsaneleri abartılarla yüklenmiş sıradan olaylardır diye
aklından geçirdi ama hala o metal kalem havada öylece duruyordu. O
an aklından fotoğraf makinası geçti. O anı belgelendirmek,
hayalle gerçek arasında bir çizgi çekmek… Hareket edemiyordu.
Sihirli bir an… Sihir dediğimiz göz aldanması değil miydi? Bu
da bir çeşit yanılgıysa? Nefes bile almıyordu. Seslenip içeride
uyuyan sevgilisini çağırmayı düşündü. Bir tanık daha
istiyordu. Aklını kaçırmadığına, bunun bir hayal ürünü
olmadığına kendisini inandırabilmesi için bir tanık! Ya kalem
görevini hatırlayıp yere düşerse?
Doğa kanunlarından birinde sorun var diye aklından geçirdi. Bad
coment or file name ! Komutlarda bir karışıklık oldu ve program
hata verdi. Yerçekimi o an çekmekten uzaktı. Kalem ağırlığını
kaybetmiş, düşme görevini yerine getirememişti. Ya bu bir
yanılgıysa? Aslında kalem çoktan yere düştü, karanlık olduğu
için gözleri bu bilgiyi beynine iletemedi, çarpma sesi ise kulak
boşluğunda kayboldu… Peki, bu havada duran nesne neyin nesiydi?
-Tatlım sen daha
uyumadın mı?
Yeni uyanmış
olmaktan hafif çatallaşmış bu sese karşılık, istemsizce başını
çevirdi. O an kalemin halıya çarpınca çıkardığı hışırtıyı
duydu. Büyü bozuldu. Öpülmüş bir kurbağa yüzü aklından
geçti. Masallarla büyüyen her çocuk hayalini kurmuştur o anın
diye iç geçirdi.
-Tamam, bebeğim
birazdan yatıyorum.
Uzanıp
bilgisayarının faresini kontrol ederek bilgisayarı kapattı.
Monitörün düğmesine basıp küçük yeşil ışığın sönmesini
beklerken yerde duran kalemi gördü. Sandalyesinden kalkıp kalemi
yerden alıp masaya bıraktı. Az önceki tuhaflıktan o kadar çabuk
sıyrılmıştı ki kendisi bile şaşırdı buna.
Güzel siyah saçlı kadının yanına uzanıp kokusunu içine çekti.
Düşünmemek için elinden geleni yapıyordu, öyle yorgundu ki yeni
hipotezler üretip sonuçlara varmak için. Bu yaşadığıyla ilgili
nasıl bir mantıklı açıklama olabilirdi? Olsaydı bile bunu
kavrayıp açıklayacağı an, bu an değildi…
2.
06.30
Her sabahki gibi
bu sabahta gereğinden önce çalıyordu saatin alarmı. Belki de 44
yaşına gelen birçok insan gibi sabahları kalkmanın zorluğu
nedeniyle böyle hissediyordu. Uzanıp saatin üzerindeki küçük
düğmeye dokundu. Gözlerini açmadan her sabah yaptığı gibi el
yordamıyla alarmın ayarını 15 dakika ileriye alıp yeniden uykuya
dalmaya çalıştı. Birkaç dakika daha kestirdikten sonra kendini
kalkmaya zorladı. Genç beyinlere anlatılması gereken birkaç
ünite konu vardı ve daha şimdiden müfredatın oldukça gerisine
düşmüşlerdi. Bir coğrafya öğretmeni olarak derslerinde
anlatılmaması gereken, hayata, insana ve varoluşun nedenlerine
dair birçok konuda tartışmalar yapmak, genç zihinlerin önyargısız
taze yorumlarını duymak hoşuna gidiyordu. Ölü ozanlar derneği
kitabını okuyup filmini birkaç kez izledikten sonra neden böyle
bir öğretmen olmayayım ki deyip öğretmenlik karakterinde ciddi
bir değişiklik yapmıştı. Bu durum çocukların dersi kaynatması
için bir fırsattı ve sonuna kadar değerlendiriyorlardı. Hatta
okul müdürünün kulağına gidince bu tutumu yüzünden bir çok
gayri resmi ikaz almıştı ama çokta önemsemiyordu. Senede iki
defa gelen bakanlık müfettişlerinden olumlu eleştiriler aldıktan
sonra müdüründe ikazları kesilmişti. Hem Akdeniz bölgesinin
bitki örtüsünün çeşitliliğini bilmek çocuklara üniversiteye
giriş sınavında bir puan bile kazandırmıyordu artık, zaten
hayatlarının geri kalanında da bu bilgi, eğer Akdeniz bölgesinde
gidip seracılık yapmayacaklarsa bir işlerine yaramayacaktı. Son
yıllarda tarımla uğraşanların sayısı öyle azalmıştı ki!
Güneşin
alabildiğine parlak ışıkları odanın içini doldurmuştu.
Sevgilisi beyaz gömleği ve pantolonunu ütüleyip sandalyenin
arkasına asmış, masanın üzerine de kahvaltı yapmadan çıkmaması
gerektiğine dair imalı bir not bırakmıştı. Sevgilisi ondan bir
saat kadar önce kalkıyor, bir gün bile şikâyet etmeden kahvaltı
edip aynanın karşısında en az on beş dakika geçirip, hazırlanıp
çıkıyordu. Birçok özelliğinin yanında buna da hayrandı.
Bitmek bilmez bir enerji kaynağı olmalı bu kadınların diye
aklından geçiriyordu sürekli. Haşlanmış yumurta kokusunu aldı.
Yüzünü yıkamadan önce mutfağa gitti. Ocağın üzerindeki
çaydanlığa elini uzattı, biraz yaklaşınca sıcak olduğunu
anlayıp dokunmaktan vazgeçti. Belki de kesin bir uyanış için
dokunmalıyım diye aklından geçirince, dün gece yaşadığı
olayı anımsayıp ayılı verdi. Kalem hala yerinde miydi? Masanın
yanına gitti. Oradaydı. Kalemi eline alıp boşluğa bıraktı.
Kalem yere düştü. Bir kaleme taşıyabileceğinden fazla anlam
yüklediğini düşünerek gülümsedi. Mutfağa gidip aceleyle
kendine demli bir çay doldurup yumurtayı ağzına attı. Bir iki
parça peynir ve bir dilim ekmek yedikten sonra üstünü değiştirip,
çantasını alıp dışarı çıktı. Aklında hala dün geceki o
tuhaf olay vardı.
08.45
-Aslında bu yaşadığımızı sandığımız dünya sadece bizim
beynimizin algıladıklarından ibaretse ve biz aslında burada
değilsek?
Selim çetenin
elebaşıydı ve ne zaman dersten sıkılsalar o devreye girerdi.
Saatine baktı dersin bitmesine 15 dakika vardı. Açıkçası
kendisi de sıkılmıştı. Önünde duran kalın kitabı kapatıp
çocuğa baktı.
-Burada
olmasaydık muhtemelen siz devamsızlıktan sınıfta kalırdınız
bende işime gelmediğim için kovulurdum.
Sınıfta
gülüşmeler duyuldu.
-Belki de sen
bize ülkenin tarım politikalarını ve toprak verimliliğini
arttırmak için yapılması gerekenleri özetleyebilirsin.
Çocuk baltayı
taşa vurduğunu anladı. Bu defa kaynatamayacaktı dersi. Yine de
şansını denemeliydi. Sınıf içinde bir karizması olmayan,
içinde bulunduğu grupta en çok ve en boş konuşup genellikle yüz
mimiklerini kullanarak herkesi güldüren O’ydu. En kötü
ihtimalle de şimdi çuvallasa bile büyük reyting alacağı
kesindi.
‘’-Şey. ...
Aslında benim merak ettiğim…’’
Çocuğun
yutkunduğunu hissedebiliyordu. Bunu görmesine ya da duymasına
gerek yoktu. Bazen bilirsiniz, bu öyle bir andı.
‘’–Elektrik’’
diyerek çocuğu rahatlattı… ‘’Algıdan kastımız beynimizde
oluşan elektrik akımlarından başka bir şey değil. Gördüklerimiz
aslında retinamızdan geçen ışığın beynimizin karanlık bir
noktasında oluşturduğu üç boyutlu görüntülerden ibaret.
Aldığımız koku nesnelerden yayılan küçük zerrelerin burun
zarı üzerindeki özel sinirlerde uyandırdığı duygu ve bunun
yine beynimizdeki ilgili bölgelerde karşılığıdır. Duyma da
aynı şekilde gerçekleşiyor. Nesnelerin etrafa yaydığı
titreşimleri kulaklarımızdaki sinirler algılıyor ve beynimizi
uyarıyor. Örneğin bir gitarın tellerine vurulduğu zaman yayılan
titreşimleri hissettiğimizde gitar sesini duymamız gibi.
-Sence tüm
bunlar bir halüsinasyon olabilir mi?
Aslında tek
derdi son 15 dakikayı ders işlemeden geçirmek olan Selim boyundan
büyük bir işin altına girmiş gibi bir eliyle kafasını kaşıdı.
-İnternette
gördüm, yeni bir bilgisayar oyunu çıkmış. Oyunu oynamak için
özel eldivenler, kask ve özel bir giysi giyiyorsunuz. Ve bütün
vücudunuzla oynuyorsunuz. Dokunup, görüp, duyup sanki gerçekmiş
gibi. İstediğiniz zaman oyunu bırakıp çıkabiliyorsunuz. Çok
matraktı. Eğer şu anki dünyada böyleyse şimdi ben dersten
çıkmak istiyorum.
Sınıfta
kahkahalar yükseldi. Zeki ve pratik zekâya sahip hazırcevap bir
çocuktu ama bu zekâyı genellikle dersleri dışında kullandığı
için muhtemelen okulu zamanında bitiremeyecekti.
Saatini kontrol
etti Ahmet.
‘’–Tamam,
sen çıkabilirsin.’’ Dediği anda zil çaldı. Çocuk suratında
kocaman bir gülümsemeyle defterlerini toplayıp dışarı doğru
koşarken diğer çocuklarda hareketlendiler.
‘’-Selim
çıkabilir dedim, siz değil.’’ Bir anda herkesin yüzünde bir
şaşkınlık belirdi. Bir saniye durup o şaşkınlığı izlemekten
büyük keyif aldı.
-Önümüzdeki
derse kadar hepiniz toprak verimliliğini arttırma konusunda
yapılması gerekenleri kendi fikirleriniz olacak şekilde hazırlayıp
getireceksiniz, internetteki hazır fikirleri copy/past etmek yasak.
Ha! Biriniz Selim’ e de bunu iletirse sevinirim. Hepinize iyi
günler çocuklar!
‘Sanki
gerçekmiş gibi’ Selim’in bu sözü sınıfı boşaltan
çocuklardan yayılan uğultu arasında kafasının içinde
yankılanıyordu. ‘Dün gece olanlar beynimin bir oyunu muydu?’
Sanki gerçekmiş gibi…
-Ahmet Bey!
Öğretmenler
odasının kapısından girerken bu sesle durdu.
-Ahmet Bey.
Mehtap hanım sizi aradı cepten ulaşamamış sanırım akşam biraz
gecikecekmiş. Toplantısı varmış.
Ceplerini
yokladı. Her pantolon değiştirdiğinde, ceplerinde mutlaka bir
şeyler unutmayı alışkanlık haline getirmişti. Muhtemelen
telefonu da ordaydı. Bir anlık kaybetmişlik duygusu yerini
tereddütlü bir rahatlığa bıraktı.
–Teşekkür
ederim Sabahat Hanım.
Sabahat hanım
elli yaşlarında öğrenci işlerinden sorumlu, hafif toplu, kısa
boylu, gözlüklü bir kadındı. Oldukça meraklı bir kadındı.
Okulda ki bütün dedikodulardan haberi vardı ki büyük ihtimalle
bunun nedeni dedikoduların kaynağının bizzat kendisinin
olmasıydı. Hiç evlenmemiş birkaç başarısız girişimden
sonrada bunu aklından çıkarmıştı. Kendisine karşı ilgisi
olduğunu hissediyordu ama mümkün olduğunca uzak durup her türlü
imalı davranıştan kaçınıyordu. Gözde bir bekar sayılmazdı
ama Sabahat Hanım konumundaki biri için çekici bir av
konumundaydı.
–Başka bir şey
var mıydı Sabahat Hanım?
Kadın sanki bu
sözü bekliyormuş gibi gözlerinin içine bakıp tam karşısında
duruyordu. Yeniden konuşmaya başlamadan önce yanaklarına pembelik
düşüverdi.
–Hayır, bu
kadar. Şey, öğrencilerin not çizelgelerini ne zaman teslim
edersiniz? Zamanımız daralıyor.
-Yarın elinizde
olur.
-Ha Sabahat
Hanım! Bana kantinden bir çay söyler misiniz? Teşekkür ederim.
Bugünlük başka
dersi yoktu. Bir süre öğretmenler odasında oturup çayını içip
eve dönmeyi planlıyordu. Çantasından not çizelgesini çıkardı.
Çocukların çoğu yazılı sınavlardan orta dereceler almasına
rağmen hepsine kanaat notu olarak en iyisini verip ortalamalarını
yüksek tutuyordu.
-Ahmet Bey
şiirler nasıl gidiyor?
Yeni edebiyat
öğretmeni Gülsüm. Daha yeni mezun olmuş ve ilk defa bu okulda
öğretmenliğe başlamış, oldukça çekici ve şimdiden erkek
öğrenciler arasında ün salmış bir kadındı. Ergenlik çağındaki
erkek çocuklarının birçoğunun hayallerinde başrolde olduğu
kesindi. Memurluğunun izin verdiği ölçüde dekolte giyinmesine
rağmen ses tonuyla bile davet kârlığını açıkça belli
ediyordu. Bir gün derse giderken karalama kâğıtlarını
öğretmenler odasında unutmuş, dersten sonrada O’nu okurken
yakalamıştı. Ahmet şiir yazdığının bilinmesini pek
istemiyordu, en azından iş arkadaşları tarafından. Ama bunun
yanı sıra bir uzmanın fikirlerini almak için ne zamandır fırsat
kolluyordu. Gülsüm bir uzman olmasa da şu an için buna en yakın
adaylardan biriydi.
-Fena değil. Son
düzenlemeleri yapıyorum. Daha sonra sizin de fikirlerinizi alıp
bir yayın eviyle görüşmek istiyorum.
-Siz bu konuda
ciddisiniz!
-Eğer kayda
değer bir şeyler varsa neden olmasın.
-Sabırsızlıkla
son hallerini bekliyor olacağım.
-Hocam çayı siz
mi istediniz?
Çayı uzatırken
Gülsüm’ü baştan aşağı süzüyordu. Bir saniye daha baksa
ağzının suları akacakmış gibi toparladı kendini.
-Hayır, Gülsüm
Hanım değil ben istedim Cafer!
Cafer gözlerini
Gülsüm’den ayırmadan çayı masaya bırakıp sırıtarak odadan
çıktı. Tuhaf bir adamdı. Sabahat hanım kadar meraklı ama ondan
daha patavatsız ve bununla gurur duyuyor gibiydi. Zaman zaman
Sabahat Hanım’a bile asıldığına tanık olmuştu Ahmet. İkisi
iyi ikili olabilir diye düşünüyordu. Ama Cafer’in üç çocuk
babası olması, tahsil düzeyinin de ilkokul terk olduğunu
öğrenince Sabahat’ın elindeki diğer umutlar tükeninceye dek
Cafer’e yüz vermeyeceğine ikna oldu.
Çay berbattı.
Bir yudum aldıktan sonra yarım bırakıp çantasını toplayıp
çıktı. Çıkarken Gülsüm’le göz göze geldi. Bir an için
kendisine göz kırptığını sandı, belki de sadece o an beklediği
bir hareketti bu…